Öykü: Mustafa’yı ben öldürdüm | Mustafa Seyfi

Ağustos 3, 2023

Öykü: Mustafa’yı ben öldürdüm | Mustafa Seyfi

 

‘29 YAŞINDAKİ GENÇ ADAM EVİNDE ÖLÜ BULUNDU’

Gazeteye iyice eğildim. Pürüzsüz bacaklarını kamuya açmış mankenin fotoğrafları altında kendi fotoğrafım. M nokta S nokta, parantez aç yirmi dokuz, sonra parantezi kapa cereyan yapmasın. İsmimi yazmayıp sadece baş harflerimi vermişler. İsmimin bir marka değeri yok halbuki, açık açık da yazabilirlerdi, gocunmazdım. Hele ortada bir cinayet söz konusuysa, ismimin böyle numaralara ihtiyaç duyulmadan yedi düvele duyurulmasını isterdim. Hem neden maktulün ismi kısaltılır da katilinki tam verilir? Utanması gereken cinayetin kurbanı mıdır, cinayeti işleyen mi?

Kendimce sorgulamaları sonraya bırakıp gazeteyi incelemeye koyuldum. Ölü ben miydim hakikaten, yoksa hınzır basın ölüyü bana benzetmeye mi çalışıyordu? İsmimizin baş harfleri, hatta yaşımız da tutuyordu maktulle. Peki ya şu gözlerine siyah bant çekilmiş vesikalık fotoğrafa ne demeli? Hiç kullanmadığım pasaportumdaki fotoğraf değil miydi bu? Daha yurt dışına çıkmadan hayatın dışına mı çıkarılmıştım? Kim öldürdü ulan beni? Allak bullak zihnim. Karman çorman zihnim. Irzına geçilmiş bakir bir orman zihnim. Kıyıdaki ufak tefek ağaçlardan başlayarak bir yangın tutuşturuldu elime, durduran olmazsa kül olup gidecek zihnim.

Dışarı çıktım, ulusal basında öldüğü ilan olunmuş yerel bir ölü olarak dışarı. Kaldırımlara park edilmiş otomobillere çarpa çarpa, kendi bilmeden ilerledim bir süre. Ölmemem lazımdı, henüz yirmi dokuz yaşındaydım. Hem olduğumdan ihtiyar bir ruhtum hem de yaşanmışlık kotasını dolduramamış bir acemi. Bir tercüman gibi geriden takip etmiştim hayatı hep, ama tercüme edebildiklerim bir elin parmaklarından hallice.

Bütün bu düşüncelerin mengenesinde sürüdüm ayaklarımı bir müddet. Mezarlığın yanından geçerken durdum, bakmamaya çalışsam da tutamadım kendimi. Mezarlıktaki tek bankta suratı kireç beyazı, başında melon şapka olan bir adam oturmuş, Ahmet Erhan okuyordu. Beni fark edince gülümsedi ve kitabı kaldırarak selam verdi. Kitabın kapağını okudum: ‘Ölüm Nedeni: Bilinmiyor’. Tenimden iltica sebebi bir ürperti geçti. Sırf adam sırıtmayı kessin ve kitabın kapağını göstermeyi bıraksın diye seslendim:

“Ahmet Erhan burada değil, Ankara’daki Karşıyaka Mezarlığı’nda yatıyor hocam. Çok yanlış gelmişsiniz!”

“Ahmet için değil, senin için buradayım delikanlı. Haberleri görmedin mi?”

Adama dehşetle baktım. Söylediklerine anlayışlı bir gülümsemeyle karşılık verebilir ve iyi günler dileyerek yoluma devam edebilirdim. Ama yapamadım. Sonuçta her şeyi olgunlukla karşılamaya çalışmak da peygamber kompleksi olan insanların tavrıydı ve ben peygamber olmadığıma kendimi ikna edeli uzun zaman oluyordu. Hırsla yere tükürüp çarşının arkasındaki sokaklardan birine yürüdüm.

Nedendir bilmem, bütün çarşıların arka sokakları mahzun olur. Hemen birkaç metre ilerisinde cıvıl cıvıl akan bir cadde, Arnavut kaldırımları üzerinde aceleci ve telaşlı insan yığınları varken bu arka sokaklar sessiz, boynu bükük ve sahipsiz dururlar. Şehirler birer aile ise, çarşıların arka sokakları bu ailelerin ihmal edilmiş ortanca çocuklarıdır. Ne büyük çocuk olan çarşılar kadar sevilirler, ne de ailenin küçük çocuğu olan kıyılar, parklar, gezinti yerleri kadar şımartılırlar.

Ölü olduğu iddia edilen birine göre iyi tespitlerim vardı, iş palavraya gelince ölü ya da diri oluşum hiç fark etmiyordu. Farkında olmadan bu ihmal meyvesi sokaktaki tek hayat belirtisi sayabileceğim beyaz eşya dükkânının önüne gelmiştim bile. Dükkânın vitrinindeki açık televizyonda haberler vardı, haberlerde ise gene aynı şey: benim öldüğüm. Yüzüne oturmuş bir umarsızlıkla bahsetti sunucu ölümümden.  Hiç tepki vermeden izledim akan giden görüntüleri. Bana kalsa yanlış iş yapıyorlardı. Benim ölümüm haber değil, yaşamam haber olurdu olsa olsa.

“İçinden geçenleri bir tek ben okuyabildiğim için şanslısın delikanlı…”

İrkilerek döndüm. Yanı başımdaki köhne ATM’nin önüne çökmüş görme engelli dilenciyle göz göze geldim.

“Görme engelli deyip kibarlık yapmana gerek yok, kör deyiver gitsin. Biz bizeyiz…”

Kem küm ederek:

“Siz…” dedim. “Nasıl olur?”

Adamı baştan ayağa süzdüm; üzerinde hırpani kıyafetler, dudaklarında askıntı bir tebessüm, yüzündeyse bütün varlığına aykırı uyumsuz bir huzur vardı. Ama en çok suratındaki ifadeye takılıp kalmıştım. Görme engellilerin -pardon körlerin- mimikleri, en saf en temiz haliydi insan suratının sanki. Bizi ve kirlenmiş ruhlarımızın yansıması yüzlerimizi görmedikleri için bize benzemiyorlardı. Bizden farklı gülümsüyor, bizden farklı şaşırıyor, bizden farklı insanlar olarak yaşamlarını sürdürüyorlardı. Çok şanslılardı. Doğuştan kör olup hiçbir şey görmemiş olmayı diledim bir an içimden. Dilenci ise soğuktan kızarmış burnunu çekti ve bu dünyaya ait olmayan bir gülümseme ile:

“Her şeyin bir açıklaması vardır” dedi, “ama her açıklamanın bir mantığı olacak diye bir şey yok.”

“Siz kimsiniz?”

Adam avuçlarını açıp gülümsedi:

“ATM önüne tezgah kurmuş yanlış bir dilenciyim ve bildiğim yegâne gerçekten hayatımı kazanıyorum.”

“Nedir o gerçek?”

“Para çöptür ve çok tutunca kokar. Fazlalıklardan kurtulmanız adına hizmet veriyorum…”

Durdum, düşünceli bir tavırla sordum:

“Peki ne diye boyuna gülüyorsun abiciğim sen?”

Dudaklarının kenarı birkaç santim daha yukarı çıktı dilencinin. Gözlerinde beliren neşeyi betimleme işini 70’li yılların hippi yazarlarına bırakıyorum:

“Gülelim ki her şey yolunda görünsün.”

Adamın avucundaki boşluğu cebimden çıkardığı son beşlikle doldurdum. Uzaklaştığım esnada elini ağzına siper edip ardımdan seslendi:

“Hemen git karakola teslim ol!”

Hiçbir şey demeden uzaklaştım oradan. Ne diye teslim olacakmışım karakola? Haberler benim öldürüldüğümü söyledi, tamam kabul ama öldürülmek suç değildi henüz. Dün geceden artan yağmur sularının biriktiği kaldırımlarda bata çıka yürüdüm biraz. Akşamın yavaştan evrenin karanlığına çekmeye başladığı gökyüzüne baktım. Etrafta bir kutlama olmalıydı, göğe fırlatılmış havai fişeklerden yayılan bölük pörçük duman kümeleri eşlik etti yürüyüşüm boyunca. Evlerin lambaları birer birer yanmaya başladı, ölgün ışıklar vurdu sokağa. Bütün camlar kir tutmuş, duvarlar nem içindeydi. Yolun kıyısındaki apartmanın beton boşluğuna gözleri yuvalarından fırlamış bir kedi ölüsü atılmıştı. Burnumu kapayarak geçtim yanından. Gözlerimi kapayarak, dilimi tutarak, kulaklarımı tıkayarak. Yaşamadığının farkına zamanında varamamış bir ölü olarak geçtim her şeyin ve herkesin yanından.

Oysa öldüğüm zaman geniş bir bahçede oturup, benden evvel ölmüşlerle sohbet edeceğimi düşünmüştüm hep. Güneşin altında, çimler üzerinde, etrafı cilalı ahşap çitlerle çevrili bir arka bahçe. Yanı başımızda upuzun sararmış mısır tarlaları. Kumaş sandalyelerimize iliştirilmiş portatif sehpalarda soğuk biralar, içtikçe öldüğümüzü unutup daha canlı bir sohbete girişecektik. Belki birbirimize cennetin Küba’sından getirtilmiş purolar ikram edecektik. Yaşarken yaptığımız hataları karşılaştırıp en çok kim acı çekmiş, ona karar verecektik. Şimdilik hiç de umduğum gibi gitmiyordu işler. Acaba işlem hatası yapılmıştı da cehenneme mi gönderilmiştim? Benim cehennemim bu muydu; mevcut cehennemin sonsuzluğu.

Kör dilenci haklıydı. Hemen karakola gidip teslim olmalıydım. Bileklerimi uzatıp zalimce parıldayacak o nihai kelepçeyi beklemeliydim. İfademi alırken susma hakkımı kullanmalı, avukat istiyor musun sorusuna alaycı bir gülümsemeyle karşılık vermeliydim. Tam da evrak işlerine verilen çömez bir polis, elinde sabıka dosyamla içeri daldığı anda pencereyi parçalayarak kendimi dışarı atmalı, bileklerimde kelepçeyle firar etmeliydim. Bir dakika, aklım karıştı. Ne karakolu, ne teslimi, kelepçesi, avukatı, firarı falan?.. Ben bir şey yapmadım, teslim olmam, kaçmam gerekmez. Bu tip ucuz Hollywood maceralarını bırakıp kendi Orta Doğu gerçekliğime dönmem gerek. Sadece bildiklerimi anlatsam yeter. Tabii ya, bildiklerimi anlatmam lazım her şeyden evvel. Hayır, bir saniye. Bir şey bildiğim yok daha. Kendime gelmeliyim. Ama en azından ne olup bittiğini anlamak için bir karakola gitsem hiç fena olmayacak gibi. Teslim olmak için değil, kaygılarımdan kurtulmak için. Gene içten içe vicdanımı saran hiç gereksiz bir kahramanlık kokusu. İyi peki, öyle olsun. Gidiyorum. Mahalle karakoluna doğru yolumu değiştirdim, mademki evimde ölü bulunmuştum…

Babam ölmüş ağabeyinin ismini vermişti doğduğumda. Bana kalsa yeni doğmuş bir çocuğa, genç yaşta ölmüş birinin adını vermezdim. Neydi benim bu hayattaki misyonum? İsmimi aldığım, 18’inde ölen amcamdan fazla yaşamak mı? Kimdim ben, kim olacaktım? Ya da daha kötüsü ‘ne’ idim, ‘ne’ olmam bekleniyordu? İkame bir çocuk. Çok genç yaşta kanser olmamın bütün bunlarla bir ilgisi var mıydı? Birkaç intihar teşebbüsü, takiben birkaç yılımı alan antidepresan terapileri… Yılgın bir ilk gençlik, sonra yorgunlukla adım atılan orta yaşlar. Bu muydu benim hayatım? Bir romanda okumuş muydum buna benzer bir şeyi? Cildi parlak mıydı, kâğıt mı kaplıydı kitap, pahalı mıydı? Unut gitsin, ben edebiyata inanmam zaten. Edebiyat falcılıktır, şiir samimi yalan ve şairler dürüst birer yalancı. Bense hiç kimse.

Beynim hiç durmadan işleyip kalbimi hırpalarken, ben işkencenin somutluğundan başka hiçbir şey hissetmiyordum. Neden hissetmiyordum, neden yalnızca acı vardı kalbimin repertuarında? Hangi sebepten durmuştu kutsal kitaplarda bana da bahşedildiği söylenen kutsal kalbin ufku yırtan işlevi? Bu kadar mıydı? Dahası var mıydı? Vardı mutlaka, olmalıydı. Hem gereklilik hem olasılık namına.

Yanından geçtiğim sokak müzisyeni beni görünce şarkısını yarıda kesti ve kötü bir gitar solo atarak pespaye bir şiire başladı:

“şarkıları yakışıklı olanlar söyler hep

çirkinlere düşen enstrüman çalmaktır”

Adam hem çirkindi hem de kötü gitar çalıyordu. Dile getirdiği gerçeklikten bile uzaktı. Aynı hizaya geldiğimiz anda gitarı bırakıp bana seslendi:

“Sen de en az benim kadar çirkinsin dostum.”

Durdum. Bugün ikinci defa oluyordu, bu defa şaşırmadım. Şehrin her köşesi düşüncelerimin dilini sökmüş insanlarla doluydu sanki, aklımdan ne geçerse hemencecik okuyorlardı. Adam gitarının burgularına sıkıştırdığı sigarasına asılıp derin bir nefes aldı, nefesi üfürürken bana hitaben devam etti:

“Neden hâlâ polise gitmedin? Adalete güvenmiyor musun?”

Konuyu bilmesine de şaşırmadım, bana sunduğu çözüm önerisine de.

“Ben adalete inanıyorum da adaletin bana inanacağına inanmıyorum” dedim ve yoluma devam ettim. Çirkin müzisyen usulca bir arpej girip, notalara uygun bir nutukla uğurladı beni:

“Olabilir, her şey olabilir. İnsanın başına her şey gelebilir. İşin kötü tarafı bunun bilincinde olmak ve durumu kabullenmektir. Kabullenmek! Bundan öte bir rezillik yoktur. Başımıza gelen her türlü kötülüğü ve haksızlığı kabul edip bunun bizim normalimiz olduğunu düşünmek, insanlık onuruna, itirazın o eşsiz ve parlak ihtişamına hakarettir!”

Dönüp baktığımda müzisyen sigarasına asılmakla meşguldü gene. Sigarasını dudaklarında bıraktı, gitarının klavyesinde gezinen sol elini havaya kaldırıp tebessüm ederek 2 işareti yaptı. Kimi zaman zafer, kimi zaman da barış anlamına gelen bu işareti, ruh halimin ittirip kaktırmasıyla hiçbir şeye yormadan yoluma gittim. Yolda kendi kendime düşündüm. Bütün ömrüm boyunca kendi kendime düşünmüştüm, şimdi düşüncelerimi okuyarak onu da alıyorlardı elimden. Benim hiçbir şeyden haberim yoktu. Güya bana benziyormuş ceset. Güldüm. Sanırım öldüğüm haberini aldığımdan beri ilk defa gülmüştüm. Evet, ceset bana benziyormuş. Ben bile kendime benzemiyorum ulan, elin cesedi niye benzesin? Hem ben ölmüş olsam gidip kendime derdim ki:

“Daha izlenecek binlerce güzel film, dinlenecek milyonlarca şarkı var, ölme…”

Kendim kuşkulu gözlerle süzerdi beni baştan ayağa ve derdi ki:

“Cesedimi gördünüz mü?”

“Görmedim.”

“Son bıraktığımda eski bir şarkıyı mırıldanıyordu.”

“Duymadım.”

“İsminiz ne olsun istersiniz?”

“Bilmiyorum.”

Adımlarım beni nereye götürüyor, farkında değildim. İçi dolu poşetlerle kasaptan çıkan bir adamla çarpıştım, ters ters bakıp yoluna devam etti adam. Onun da haberi vardır diye düşündüm olup bitenden. Gündemsiz kalmış hasta ruhlu bir toplumun yeni mezesi olmuştum, çayın yanında servis edilen bayat çerez tabağı gibi bir şeydi bunlar için benim ölümüm. Kasabın boncuk perdeli kapısından dışarı taşan televizyon gürültüsü aynı haberin yankılarını savuruyordu:

“Genç ölünün yorgunluğu, ağır bir hava gibi çökmüştü üzerine…”

Durup hakkımda anlatılan betimlemeleri dinledim. Haber metinlerini parasız kalmış öykücülere mi yazdırıyorlardı artık diye ikilemde kaldım. Omzuma dokunan bir el beni düşüncelerimden uyandırdı. Şaşkınlıkla karışık döndüm, üniformalı polisle göz göze geldim. Bıyıkları kapkaraydı, çekiştirdiği kemerine asılı telsizi ayan beyan göstererek:

“Kimliğinizi görebilir miyim?” dedi kati bir sesle.

Kimliğimi göremezdi, daha ben bile kim olduğumu idrak edememiştim henüz. Onun görüp görebileceği, bakıp da inceleyebileceği yegâne şey nüfus cüzdanımdı. Onun da benim için kıymeti yoktu, ikiletmeden uzattım. Uzun uzun inceledikten sonra telsize vatandaşlık numaramı mırıldandı. Yarım dakikalık kaygılı bir bekleyişin ardından telsizden yanıt geldi. Yanıtı işiten polisin yüzü bıyıkları gibi karardı, birkaç defa karşı taraftan söylenenleri tekrarlamasını istedi. Bir yanlışlık yoktu. Bana döndü ve kaşlarını çatarak:

“Siz ölmüşsünüz” dedi.

“Öyle bir söylenti var” diye karşılık verdim, “hatta öldürüldüğüm söyleniyor.”

“O halde ne diye ortalıkta dolanıyorsunuz?”

“Pardon?”

“Siz ölmüşsünüz, böyle sokakta dolaşamazsınız. Bir an evvel karakola teslim olmanız lazım.”

“Beyefendi” dedim bilgiçlik taslayarak, “zaten kimliğimi hukuksuz sorguladınız. Şimdi de bana ne yapmam gerektiği konusunda emir veriyorsunuz. Haklarımın ne olduğunu biliyorum, hukuka pek yabancı değilim…”

Polis hiçlikten gelmiş gibi yankılanan kayıtsız bir sesle sordu:

“Avukat mısınız?”

“Hayır, suçluyum.”

Cevabım adamın kayıtsız sesini kayda almıştı:

“Ne suçu?”

Adamın boştaki eli beline gitti. Gözümü ayırmadan:

“Dediniz ya, ölmüşüm” dedim ve müstehzi bir ifade takındım, “hatta belki de kendimi öldürmüşümdür…”

Bu şaka yollu yanıtıma polisin vereceği karşılığı bekleyip aynı patikadan gülümsemeye çalıştım. Polis yüzüme şüpheyle bakıyordu, elini belinden çekti ve artık kayıtsızlıktan uzaklaşmış sesini yükselterek:

“Benle karakola geliyorsun, hadi!” dedi siz’den sen’e hızla geçiş yaparak.

Sorunun kendisi dördüncü defa çözüm diye önüme getiriliyordu: karakola gitmek. Bıkmıştım aynı yolları yürümekten, herkesle aynı nefesi alıp aynı güneşte yorulmaktan. Tabii ki kabul etmeyecektim karakola gitmeyi falan. Ne demişti çirkin müzisyen: ‘itirazın o eşsiz ve parlak ihtişamı…’ İki metreye yüz beş kilo etten kemikten bir itiraz olarak, polisin elindeki nüfus cüzdanıma uzandım. Aynı anda adam da elini çekti. Ben onun koluna yapıştım, o benim koluma. Birdenbire hesapsız bir itiş kakışın içinde bulduk kendimizi.

“Kimliğimi istiyorum!” diye bağırdım.

“Kimliğin bize ait!” diye karşılık verdi polis.

Karşımdaki bağırarak karşılık verince onun kıskacından sıyrıldım ve paniğe kapılıp bir sol kroşe çıkardım. Nüfus cüzdanım bir yana düştü, polis bir yana. Yerde baygın yatıyordu, dudağı patlamıştı, gece koyusu bir kan ve yıldızlar gibi beyaz dişleri akmıştı kaldırıma. Çirkin müzisyenin beni selamladığı parmakları birleştirip nabzını kontrol ettim polisin. Yaşayıp yaşamadığını anlayamadan iki el silah atıldı arkamdan. Kendimi yere atarak bu serseri kurşunlardan sakınmaya çalıştım. Sokağın başındaki polis kalabalığını görünce kurşunların serseri değil, basbayağı bordrolu, üniforma giyinmiş ve bilinç sahibi kurşunlar olduğunu anlayıp ayaklandım. Koşarken ardımdan biri seslendi:

“Dur yoksa ateş ederiz!”

Dursam da durmasam da ateş ediyorlardı, edeceklerdi. İtirazdım ben artık, durmadım. Durmayacağımı anlayınca ateş etmeye başladılar yeniden. Boşlukta bir kuşun kanadı çırpındı sanki, kirli camların ardındaki perdeler çekilip meraklı insanlar birikti camlarda. Yara almadan kendimi sol taraftaki apartman boşluğuna attım.

Tabancalar sustu, bir süre sessizlik hasıl oldu. Sırtımı pürüzlü beton duvara dayamıştım, soluk soluğaydım, korkuyordum. Son bir kuvvet bulup içimde, yağmur sonrası ortaya çıkan salyangozlar gibi duvara sürtünerek kafamı çıkardım. Aynı anda bir kurşun gözlerimin önünden vızıldayarak geçti, hemen geri çekildim. Polis teşkilatının yaya kuvvetleri adım adım geliyorlardı bulunduğum yere doğru. Bir polis eğilmiş, yerde duran kimliğimi alıyordu. Kim olduğumu biliyorlardı artık, kıstırılmıştım. Apartman boşluğunda bir süre ilerleyip yarı açık bir arka kapı buldum. İtip içeri girdiğim sırada bulunduğum hizaya gelen polisler ateşe başladı gene. Zaten ölmüş kabul edilen bir adamı vurmaya çalışmak da neyin nesiydi? Hem beni öldürürseniz elinizde katili ortada olmayan bir maktul kalacak. Ama ben yaşarsam hem maktul hem katil avucunuzda olacak.

Sığındığım apartman, Karşıyaka’daki çoğu apartmanın fotokopisi gibiydi; merdivenleri dar, duvarları karanlık, avuç içi kadar penceresinden koridorlara karineyle havanın girdiği, kapalı ahşap kapıların ardından akşamüzerleri adi yağlarda pişirilmiş kızartma kokuları gelen, asansörsüz, mutsuz, ruhsuz ve kişiliksiz bir apartman… İnsanların hayatları ile içinde yaşadıkları mimari ne kadar koşuttu birbirine.

İlk iki kat karşıma kimseler çıkmadan tırmandım merdivenleri. Üçüncü katta ansızın kapıyı açan kadınla göz göze geldik, kadın kapıyı kapatmayı da unutup çığlık atarak içeriye kaçtı gerisingeri. Açık kapıdan korku dolu sesini işittim:

“Muzaffer, haberlerdeki ölü çocuk yukarı çıkıyor!”

M nokta S nokta, parantez aç yirmi dokuz, sonra parantezi kapa cereyan yapmasın. Nam’ı diğer ‘haberlerdeki ölü çocuk’. Yirmi dokuz yaşındaki çoğu insan gibi kafası karışık, içi muamma. Bir yerlerde çok vakit kaybettiği için, başka yerlere hep geç kalmış. Yaşarken hakkı verilmemiş olan herkesle aynı kaderin paydaşı; öldükten sonra birkaç saatliğine kavuşmuş şöhrete.

Pek oralı buralı olmadan katları çıkmaya devam ettim. Üçüncü kattaki kadının çığlıklarından sonra dördüncü ve beşinci kattakiler de şaşkınlıkla ve önce birbirlerine gösterip sonra korkuyla tekrar içeri kaçışarak karşıladılar beni. Polisler de teşrif etmişlerdi bu aralık. Bütün bu hengamenin arasında botlarının gürültüsü doldurmuştu apartman boşluğunu. Acele ederek son katı da aştım ve apartman damına açılan kapıya geldim; içeriden kilitlenmişti Çin malı döküm bir asma kilitle.

Omzumla üçüncü yüklenişimde uzun zamandır bu anı bekliyormuş gibi hızla açıldı kapı. Ardına siperlik ıvır zıvır arandım bir süre, kasımpatı ekilmiş saksılardan başka şey bulamayınca vazgeçtim. Çiçekleri feda etmeye değmezdi ne de olsa. Ne var ki polisler durmuşlardı, merdivendeki gürültüden eser yoktu. Bütün yükseklik ve düşme korkularımı bastırıp damın en ucuna geldim, aşağıya baktım. Sokağın iki yanını kapatan ekip arabalarının kırmızı mavi çakar lambaları, ortalığı izinsiz bir karnaval yerine çevirmişti. Sokak baştan sona polislerle tutulmuştu. Az evvel merdivende peşime düşmüş olan polisler de dahil hepsi aşağıdan bana bakıyorlardı. Ne diye bırakmışlardı peşimi, bilmiyorum. Vertigo mağduru muydular benim gibi, yoksa yıllar önce bir arkadaşımın dediği gibi aslında yükseklikten korkmuyorlardı da alçaklığı mı seviyorlardı acaba? Burada mecaz yapmadım.

İçlerindeki en şişman ve aynı zamanda en huysuz görünen polis, elindeki megafonu bana doğru kaldırarak:

“Teslim ol!” diye bağırdı elektronik bir cızırtıya karışmış sesiyle.

İnsanlar balkonlara, pencerelere çıkmaya, sokaktan geçenler polis kortejinin çevresine toplanmaya başladılar. İsteseler polisleri çepeçevre sarar hem kendilerini hem de beni kurtarırlardı. Ama düşündüğümü, daha doğrusu içimden geçirdiğimi yapmadılar. Yapmadıkları gibi birbirlerine beni gösterip ayıplar bakışlar altında “İşte kendini öldüren çocuk” dediler. Çok gücüme gitmişti bu pasif hal, bu eylemsizlik. Oysa ben de her gün binlercesini görüyordum onların; her gün, her saat, her dakika, her nefes kendi kendilerini tüketen insanlardı onlar. Ama hiçbirini onların bana yaptıkları gibi ötekileştirip ayıplamıyordum, parmağımı uzatıp göstermiyordum. Beni bu dama çıkaran biraz da onların bu her şeyi kabullenişleri değil miydi zaten? Kötü dostlukları, kötü yemekleri, kötü sokakları ve kötü şarkılarıyla beni de kendilerinden biri yapmaya uğraşıp durmamışlar mıydı? İçimde iyi adına, güzel adına tek tük zerrecikler vardı da onu da elbirliğiyle yok etmemişler miydi bunlar?

Kapalı gişe bir tükenişin yekpare öznesiydim şimdi. Ben yukarıda, onlar aşağıda. Bütün gözler üzerimdeydi, benim gözlerimse baktığım ama görmediğim kalabalığın tortusu boşlukta. Durup gecenin altında, milyarlarca gezegenin ışıltısı altında beni izleyen şehre baktım. Bir yanlışlık vardı her şeyde, her yerde, her yüzde. Böyle oluk oluk akıyordu herkesin yakasından paçasından bu yanlışlık. Yalnızlıktan beter bir yanlışlık, ölmekten bin defa korkunç bir yanlışlık. Yine de sanki yokmuş gibi, tek bir kimse farkında değilmiş gibi davranıyorlardı. Bal gibi farkında oldukları halde hem de. Zulümdü bu. Hepimiz aynı yüzyılın hırpaladığı çocuklardık, ama onlar zulmün taşeronluğunu yapıyorlardı.

“Tekrar ediyorum, teslim ol! Kimliğin elimizde!..”

Aşağıdan gelen sese uyandım. Yüzüme su çarpılmıştı da ayılmıştım sanki. Birkaç tane televizyon kanalının canlı yayın arabaları da gelip yayına başlamışlardı. Kalabalık arttıkça şöhretim de artıyordu. Bir ölü için ne denli feci bir durum. Kalabalığın arasında göz gezdirirken mezarlıkta Ahmet Erhan okuyan adamı, ATM önünde dilenen kör dilenciyi ve itirazın tellalı çirkin müzisyeni gördüm. Diğerlerinden farklı bir ifadeyle bakıyorlardı bana. Yüzlerinde huzur ile yorgunluk arası gidip gelen uhrevi bir ifade vardı. Gülümsedim, kalabalık şaşkınlıkla izliyordu beni. Vertigoma aldırış etmeyerek biraz daha uzandım boşluğa. İki elimi birden ağzıma götürdüm ve aşağıya, bana teslim ol diyen şişman polise doğru olanca sükunetimle:

“Zulüm insanoğlunun icadıdır” dedim. “Ve zulmün işe yaraması için birden çok zalimin iş birliğine ihtiyaç vardır. Sizin toplum dediğiniz hastalıklı organizma bu iş birliğine muhtaç ve kendi zalimlerini yaratma konusunda uzman. Zulüm, zalimlerin meşhur olduğu yerde meşrudur çünkü. Kahrolsun ulan sizin toplumunuz!”

Kalabalık suspus olmuştu iyiden iyiye. Birçoğunun gözü megafonlu ve rütbeli şişman polisteydi. Beklentileri gözlerinden okunuyordu. Benim başıboş bir iki ufak cümlem ile sallantıya uğrayan medeniyetlerini tekrar ayağa kaldırması için bu komisere yetki vermiş gibiydiler. Şişman komiser de kendisinden beklenenin farkındaydı. Terlemişti, kıpkırmızı olmuştu üzerindeki bu saydam baskıdan. Etrafını şöyle bir süzdükten sonra sesini temizledi ve:

“Zaten uçurumun kenarındasın” dedi, “düşmemek için yapacakların belli. Adı ister cesaret olsun ister can kaygısı. Kendini öldürmüş adi bir katilsin sen. Teslim ol! Daha fazla hata yapıp hayatını mahvetme!”

Kalabalığın içinde bir karadiken gibi uzayan çirkin müzisyenle göz göze geldim. Estetik kaygılardan uzak gülümsedik birbirimize. Sigarasından bir nefes çekip dumanı havaya salladı gene, duman bana kadar ulaştı, ciğerlerimle buluştu. Sesim itirazın onurlu şiddetiyle titreyerek bağırdım:

“İnsanlar hata yapıp hayatlarını mahvetme konusunda özgürdür, ben de dahil.”

Kalabalıkta homurdanmalar başladı, giderek arttı. Homurtularla birlikte şişman poliste gözle görülür bir huysuzluk belirdi. Kalabalıktan gelebilecek olası bir isyanın başını daha küçükken ezmeliydi, bunun için de en başta beni alt edecek bir hamle bulması gerekiyordu. Birden yanında birinin bittiğini gördüm; mezarlıkta Ahmet Erhan okuyan kireç suratlı adamdı bu. Melon şapkasını çıkararak geldi, şişman polisin kulağına bir şeyler fısıldayıp ardına bakmadan uzaklaştı. Sufleyi alan komiser, ucuz bir taklitçilikle:

“Ölmüş bir adam özgür değildir, hele de kendi kendini öldürmüş bir adam” dedi ve etrafına şişinerek baktı.

Gel gör ki sözleri kalabalık üzerinde teskin edici etki bırakmak şöyle dursun, tam tersine gürültüyü çoğaltmaya yaramıştı sadece. Kalabalık bu defa bana dönmüş, büyük bir açlıkla benim ne diyeceğimi bekliyordu. İki metreye yüz beş kilo bir itiraz halinde, damı boşluktan ayıran bel hizası duvarın üzerine çıktım. Kalabalık hep bir ağızdan korkuyla iç çekti, birkaç kadın abartıya vardırıp çığlık bile attı. Ben yukarıda, onlar aşağıda. Bir elimi havaya kaldırıp herkesi susturdum:

“Evet, Mustafa’yı ben öldürdüm. Hem de düşmanımı öldürür gibi bir zevk aldım kendimi öldürürken. Yaşarken almadığım kadar büyük bir zevk. Ama gene de teslim olmayacağım. Teslim olmaya itiraz ediyorum, teslim olanlara binlerce kez lanet olsun! Kendi kurallarını bize zorla kabul ettirenlerle, kendimi öldürdüğüm için bile bana suç isnat edenlerle iş birliği yapmayacağım, anlaşmayacağım. Çünkü bütün antlaşmalar, tarihte ne çok yalan söylendiğinin belgesidir ve saçma sapan savaşları başlatmak için her şeyden habersiz veliahtlar kurban seçilir hep. Ben veliaht değilim, beni siz bizzat seçmediniz ve ortada gözle görülür bir savaş da yok. Lakin bütün bu saçma sapanlığın somut kurbanı benim, hem de gönüllü olarak. Eğer suçum buysa, cezamı da kendim veririm.”

Kalabalık, çomak sokulmuş bir arı kovanı gibi vızıldamaya başladı. Polisleri gözle görülür bir endişe sarmıştı. Kalabalıktan bir grubun, önlerinde kör dilenciyle polislerin kapattığı sokağı açtıklarını gördüm. Az ötede gitarını sırtına almış çirkin müzisyenin öncülük ettiği bir başka grup, el çırpıp şarkılar söyleyerek dans etmeye başlamışlardı. Mezarlıkta Ahmet Erhan okuyan kireç suratlı adam ise etrafını saran gençlerle beraber, onlara şahsen tanıdığı yazarları anlatıyor ve kör dilencinin açtığı yolda şehrin güneyine doğru gidiyordu. Misyonumu tamamlamıştım. Ya da öyle hissediyordum. Evet, sonunda hissediyordum. Dahası yoktu, olmamalıydı. Hem gereklilik hem olasılık namına. Damın kıyısındaki duvarın üzerindeydim halen. Zihnimi daha fazla çalıştırmak için bir bahane görmüyordum. Adımlarımı değiştirip sırtımı sokağa döndüm. Polislerden biri heyecan içinde durumu fark ederek:

“Suçlu iniyor komiserim, teslim olacak!” diye bağırdı.

Sırtım dönük olmasına rağmen bütün şehrin bir anda sessizliğe gömüldüğünü, az evvelki neşeli devinimlerin durduğunu fark ettim. Polis yanılıyordu, kalabalık da öyle. Ellerimi hamakta uzanır gibi ensemde birleştirdim ve kendimi sırtüstü boşluğa bırakıverdim. Dünya böyle daha iyi bir yer olacağından değil, dünya olmadan ben daha iyi hissedeceğimden…

edebiyathaber.net (3 Ağustos 2023)

Yorum yapın