Öykü: Nakavt ustası aranıyor | Hıdır Murat Doğan

Haziran 29, 2024

Öykü: Nakavt ustası aranıyor | Hıdır Murat Doğan

Bilge’nin avuç içleri terliyor. Yaklaşık on beş dakikadır müzik sistemi kendi kendine çalıp duruyor. Yarılanmış pencere aralığından pencerenin baktığı viyadüğün ıslak asfalt sesi duyuluyor. Yüksek binaların arada bir çakan şimşeklerle parıldayan camekanları perde aralıklarından görünüyor. Yere düşmüş lambader değdiği laminant parkeleri aydınlatıyor. Belçikalı ressam Felicien Rops’un arkamdaki duvarda asılı duran imitasyon Pornocrates tablosuna çarpıp dağılmış vazonun kırık parçacıklarına doğru bakıyorum. Hoparlörlerde Sara Naeini’den “Del Yar” çalıyor. Bu derin ve sıkıcı sabitliği çakmağımın sesi bölüyor. Zippo ikinci denemede yanıyor. Bir yudum alıp sigarayı sağ elimde sabitlerken, titreyen diğer elimle çakmağı orta sehpanın üzerine bırakıyorum. “Cadde ne çabuk çaldı rüyalarımı.” diyor hoparlördeki Farısi ses. Bilge’nin dolu dolu duran göz pınarlarını görüyorum, hiç konuşmuyor, bir uzay boşluğunun içinde gezinip duruyor. Naeini kulak boşluklarıma sufle vermeye devam ediyor, ekliyor “Ben Yelda gecesiyim, güneşten uzakta.” Bir duman daha üflüyorum. Bu ellilik apartmanın bütün boşluklarından diğer komşuların tüm bağırtı ve şangırtılarımızı duyup duymadığını düşünüyorum bir anlığına. Sessizliği Bilge bölüyor.

“Ben gidiyorum Evren.” diyor, dakikalar sonra gözbebeklerime doğru bakıyor, gözlükleri hemen yanında duruyor, onu ilk kez bu kadar net bakarken görüyorum “Tezer Özlü’yü bana sen önermiştin.” diye ekliyor.

“Tezer Özlü mü?” diyorum, sigarayı ağzına kadar izmarit dolu küllüğe bastırıyorum “Şimdi bununla bunun ne alakası var? Tezer Özlü bizi tanıyor mu? Her şeyimizi biliyor mu? Ne yaşadığımızı anlıyor mu Bilge? Hep aynı şey.”

“Sen nazik bir adamdın Evren.” diyor, dudaklarını büzüyor “Ne oldu sana böyle?”

“Tezer Özlü’ye sor, o bilir belki.” diyorum “Ona sor!”

“Kırıcı oluyorsun Evren, bir kere daha söylüyorum, beni kırıyorsun!”

Susuyorum, odayı derin bir sessizlik kaplıyor yeniden. Hiçbir fırtınayı boş geçmeyen gözlerinde şaşkın yüz hatlarımı görüyorum.

“Bütün nahifliğini yitirdin. Saygını, iyimserliğini… Dinlemeyi bile beceremiyorsun artık. İşte Tezer Özlü tam da bunu diyor.”

“Ne diyor Bilge? Söylesene hadi, Tezer Özlü bizim için tam olarak ne diyor?”

’Birdenbire çok yorulduğumu, taşıyamayacağım kadar yaşantı üstlendiğimi ölürcesine anladım.’ diyor Kalanlar’da. Kaldı ki bu kitap öldükten sonra yayınlanmış. Tezer Özlü için iş işten geçtikten sonra yani.”

“Ben sana yük müyüm?” diyorum, öylesine gülümsüyorum “Seni yoruyor muyum yani?”

“Boş ver şimdi bunları.” diyor “Herkes herkesi yoruyor. Baksana şu pencereden dışarı. Evrimin son halkası birbirini gırtlaklıyor. Bunun da bir önemi yok artık inan. Biz yaptık bunu. Hepimiz yaptık. Ayrıca yorman değil sorun olan.”

“Ne peki Bilge? Taşıyamayacağın kadar ne verdim senin sırtına?”

“Bensizliği Evren. Kendimden uzaklaşmayı. Ben olamamayı.”

“Anlamıyorum.” diyorum “Anlamıyorum ben seni.”

“Anlamıyorsun, evet.” diyor, gülümsüyor, avuç içini bana doğru uzatıyor, ben ona doğru hamle yapacakken ekliyor “Paketi uzatır mısın?”

Cotard[1] sanrılarım sol kolumu uyuşturuyor. Yüzümü buruşturuyorum. Sağ avuç içimle sol kolumu tutuyorum. Sıkıca sarıp iki yana çeviriyor ve hissetmeye çalışıyorum. Birkaç kez etrafıma bakınıyorum. Salon perdesi dışarıdaki fırtınayla el ele tutuşup dans ediyor, geceleri bu caddede hiç bitmeyen otomobil sesleri lastiklerindeki yağmur suyuna eşlik ediyor.

“İçme!” diyorum “Bu zamana kadar içmedin, şimdi de içme!”

“Ne önemi var ki?” diyor “Bu zamana kadar yapmadığım her şey senin ilgini bu kadar çekiyor mu?”

“Çekiyor” diyorum, ağız kenarından gülümsüyor, pencereye doğru bir duman üfleyip hafifçe öksürüyor.

“Anlamıyorsun.” diyor “Hiç kimse anlamıyor. Kimse kimseyi duymuyor. Sen de duymuyorsun. Anlamıyorsun çünkü kurduğun cennetine kimseyi almak istemiyorsun. O elit işin ve evinin arasında sabitlenmiş bir rotayı kimsenin değiştirmesini istemiyorsun. Hayata bir kokteyl muamelesi yapıyorsun. İçine kendin katıp kendin içtiğin bir kokteyl. Başka hiçbir şeyin tadı, anlamı yokmuş gibi davranıyorsun. Sana bir şey söyleyeyim mi? Anlamıyorsun çünkü başka bir şeyin tadına bakmaya korkuyorsun. Yürümekten korkuyorsun. Duvara çarpmaktan korkuyorsun. Senin yerine hep bir başkası elini kaldırsın istiyorsun. Karar vermek için, itiraz etmek için, kapıyı açmak için, ardını merak ettiğin perdeyi çekmek için… Varlığı senin için hiçbir anlam ifade etmeyen bir dünya var etrafında. Öyle bir toplum var. Şu duvarların ardında senin pamuklarla sarmaladığın her şeyden çok daha korkunç şeyler oluyor Evren. Sen sadece beni değil; şu doğayı, bu şehri, uçan kuşu, sokaktaki kediyi, karşıdaki manavı, marketteki kasiyeri, metrobüsle gelip geçen insanları, hatta hiç kimseyi anlamıyorsun. Yaşadığın hiçbir şeyin sorumlusu bu dünya değil. Ben de değilim. Biz değiliz. Hiç kimse değil!”

Bir şeyler zırvalamaya çalışıyorum. Adeta dilim dönmüyor. “Anlamaya çalış…” bir anlığına susuyorum “Ya da boş ver!” diyorum, soru sormayı o an bırakıyorum, ekliyorum “Haklısın.”

“Ben gidiyorum Evren.” diyor “Sen kötü bir adam değilsin belki ama ben artık yapamıyorum. Ölüyorum.”

“Her şeyi hallettiğimizi sanıyordum Bilge.” diyorum. Dönüp bakmıyor.

“Bizim gecemiz aydınlandı Evren.” diyor “Güneş aydınlattı her şeyi…”

Gözbebekleri daha da donuk şimdi. Ayağa kalkıyor. Mutfak tezgahının hemen yanına saçılmış kavanoz kırıklarının üzerine basıp geçiyor. Cam parçacıkları çıplak ayaklarının altında çatırdıyor. Beyaz parkenin üzerine kanla karışık izler bırakarak yürüyor. Üst kata uzanan ahşap merdivenin alt ucuna bıraktığı çantasını eline alıyor. Omuzunda düzeltiyor. Arkasına bakmadan yürüyor. Merdiven otomatı bir anlığına karanlık sahanlığı aydınlatıyor. Bilge kapıyı yavaşça çekip çıkıyor. Öyle yavaş ki hatta sesi; hissiz, donuk, tıkırtısında bile hiçbir anlam barındırmıyor. Bir iç daha çekiyorum. Sigara paketine doğru uzanıyorum. İrtifa kaybeden eski bir uçak gibi yalpalıyorum. Elime geçirdiğim son marmelat kavanozunu da arkasından fırlatıyorum, kapının bana bakan yüzüne çarpıyor. Hayatımın da o küçük kırıklar gibi her yere dağılacağını henüz bilmiyorum. Nihayetinde en iyi ihtimalle boşa yaşamış bir adam olarak öleceğim aklıma geliyor.

Zaten uzun Camel içiyorum. Zaten bu şarkılar ve onun yüzünden oldum olası hep Uzun Camel içiyorum. Başucumuzda kazanlı bir soba yanıyordu bir gün Bergama’da ve eminim kıskanıyordu onu Pergamon’un tanrıçası. İzmir’de saat kaçtı acaba şimdi? O kadar mı geç kalmıştık? Aramıza saat farkları girmişti belki ama acaba bir gün Kordon’da oturup, bu karanlık günleri yeniden konuşacak mıydık?

Uçsuz tarlalarda, buğday başaklarının arasında koştururdum çocukken. Heybetli ve pek gidilmemiş dağların yemyeşil ovaları gizleyen gölgelerinden, serin suların yüzümü okşayan akşamüstü rüzgârlarından geçer, kana kana içerdim. Her günden ayrı bir tat alırdım. Ayrı bir kokuyu yerleştirirdim zihnime; güzel dostlar, arkadaşlar, kızlar ve oğullar için…

Çok fazla yara aldıktan sonra “Ne gerek vardı ki buna şimdi?” diyorum her seferinde kendi kendime. Sen de diyorsun bunu. Herkes diyor. Zaten herkes gibi olmayınca olmuyor. Olmuyor yani hiçbir şey. İnan bana bu uzay boşluğu, geceleri düşlerimizin üzerinde tepiniyor. Ben kafamın içindeki duvarları darmadağın eden o bombardımandan sağ çıktım aslında. Haziran da bitti, inanabiliyor musun buna?

Yanlış şeyler yapmaktan hep korktum. Yanlışlıkla kaybetmekten… Bu annemden bana mitokondri vasıtasıyla taşınmış bir şey sanırım. Bunaldığımda nefes almakta zorlandım. Kaçtım. Çözülmesi için uğraşmadım. Geri döndürmek için çabalamadım. O kadar da cahil değildim belki ama ben de dünyanın rengine kandım. Kendi kendime sayıkladım. Başka şeyler seviyormuş gibi yaptım, başka düşlerim varmış gibi… Bir hüznü taşımanın en kolay yoludur çünkü sahilde arkadaşlarla çay içmek, bilirsiniz.

Her şeyi kusup devam ettiğimiz geceleri özlüyorum. Karanlığı sevmiyorum. Üzgünüm, belki Hazreti Muhammed değilim ama haksızlığa susulmasına ben de tahammül edemiyorum. Bir bok çukurunda debeleniyorum. Dünya, derin ve sonsuz bir bok çukuru çünkü. Derin, sonsuz ve adaletsiz…

“Tamam” diyorum Bilge’nin arkasından “Öyle yapalım o zaman.”


[1] Cotard Sendromu yani “yaşayan ölü sendromu”, kişinin kendisinin ya da vücut parçalarının öldüğünü ya da ölmekte olduğunu sandığı, ender rastlanan nöropsikiyatrik bir rahatsızlıktır. 

edebiyathaber.net (29 Haziran 2024)

Yorum yapın