Elektrikli sobayla ısıtılan evlere yerleşen o koku karşıladı bizi. Her köşeye sinen nemli koku, üzerimize de sinecekti birazdan, siniyordu.
Sokağın girişindeki küçük ateşin başında ısınan ve ellerindeki sigaraların parıltısı gözlerine vuran gölgeler dışında kimseciklerin olmadığı bu yerde, tipik apartmanlardan birindeydi evleri. Daracık bir kaldırım ve onun ortasından başlayıp apartmana yönelen iki kısa basamak, bozuk bir betondan.
Biz kapıyı çalar çalmaz en üst kattaki balkona çıktığını gördük. Ayakları çıplak, başında tülbent. Korkuluklara bağlı koyu renk başka bir tülbenti hızla çözdü, anahtarı içine koyup aşağıya atıverdi. Karanlık sokakta anahtarın sesi yankılanır yankılanmaz elini attı Bahar. Gölgelerin yüzüne düşen ışıltılar kısacık bir an bize döndü, sonra yine ateşin başında buluştu yönleri. Düğümü çözüp girdik içeri. Dimdik, kara betondan merdivenlerde korkuluk yoktu. Eskimiş su borularından sızan ıslaklık her yere yayılmıştı. Küf kokusu, soğuk ve beton.
Merdivenin ortasında insanın bir anlık dalgınlığına gelse içine çekecek bir tehlike gibi duruyordu boşluk. İlk iki kattaki dairelerde çocuklar vardı, ayakkabılardan anlamıştım. “Bu çocuklar düşmüyor mu buradan!” dedim Bahar’a, bir yandan da dik bir basamağı daha aştım. “Senin benim gibi değil bunlar alışkınlar.” deyip geçti. Önümden gidiyordu. Bu basamakları tanıyordu, bu betonu ve bu boşluğu da.
Bahar’ı üniversite yıllarından beri tanıyorum. Hep böyleydi, işte şimdi olduğu gibi. Annemle babamın “Dünyayı sen mi kurtaracaksın?” dediği cinsten genç bir kadın. O zamanlar ne kadar şaşırıyorsam hala en az o kadar şaşırıyordum yapıp ettiklerine. Cahil cesareti, gençlik hevesi denebilecek yaşları çoktan geçti. Geçtik. Neyi ne için yaptığını iyi biliyordu Bahar. O zamanlar da biliyordu ya, neyse. Tıpkı benim neyi ne için değil de neyi kim için yaptığımı bildiğim gibi. Yıllar sonra beni onunla buluşturan da buydu.
Gazeteciyim ben. Her gazeteci gibi mezun olmadan önce başlayan koşturmacalarım mezuniyetten sonra da sürdü. O gazete sizin bu haber sitesi benim çalışıp ve ayrılıp durdum uzun denebilecek bir süre boyunca tüm o işlerden. Sonra işte fonlarla ayakta kalan bu haber sitesinde işe başlayınca dedim tamam, burada kalırım. Maaşı iyi, prestiji iyi. Öyle uçlarda haberler yapmama da gerek yoktu burada, uçların ne demek olduğunu gazeteciler bilir. Müdür demokrat biri olarak tanımlıyordu kendini, iyi de bir gazeteci, hakkaniyetli. Peşine düştüğüm röportaj da öyle kimselerin aklına gelmeyen türlerden değil, yıllardır onlarca kişiyle binlercesi yapılmıştır. Benimki de bin birinci olacak. Yıl dönümü vesileyle yapılacak, o yapmış olmak için yapılan, yapılmazsa ayıp olacak olan işlerden. Beni buraya bunlar getirmişti. Bu dik merdivenlere.
Bahar bu işlerin içinde olduğu için önce onun kapısını çalmıştım. Hiç uzatmadan olur demişti hemen, ertesi haftaya da hemen randevulaşıp buluşmuştuk. Ben ona aklımdaki soruları anlatınca hafif söylenmişti ama yine de bir şey dememişti. Ona kalsa en çıplak haliyle sorulmalıydı sorular. Ne ise oydu işte. Karışmadı ama, götürecekti beni anaya. Götürdü de.
Sobanın turuncu çubuklarının ışığı halıya vuruyordu. Bahar montunu, atkısını bile çıkarmadan geçip oturdu önüne, yanlardan ıslanmış çoraplarını da yaklaştırdı iyice. Onu izlerken üzerimi çıkardım ben de kanepenin koluna yasladım hepsini. Karşılıklı iki kanepe, üzeri krem renkli polarla kaplanmış. Odanın bir köşesinde az önce anahtarı attığı balkon kapısı var diğerinde eve açılan kapı. O kadar hızlı girmiştik ki içeriye, kaç odası vardır tahmin edecek kadar bile bakamamıştım etrafıma. Şimdi oturduğumuz, birazdan nar yiyeceğimiz bu odayı ise uzun uzun izleme fırsatım olacaktı. Uzun dedimse, iki saat kadar.
Kısa, çok kısa bir an, birine benzetir gibi oldum karşımdaki kanepenin dibine çöküp oturan anayı. Öyle de bakmış olacağım yüzüne ki “Ne oldu?” dedi, demiş yani. Bahar çevirdi. Hiç dedim, birine benzetir gibi oldum. Onu da çevirdi.
Oturduğu yerde bir bacağını uzatıp önüne de bir kareli sofra bezi sermişti hemen. Onun üstüne bir yuvarlak sini, bakırdan. Kolunun altındaki meyve dolu plastik mavi leğeni de önüne indirdi. Bir yandan da Bahar’la konuşuyorlardı. Tatlı sert bir mizaçla konuşan ananın Bahar’ın saçları için bir şeyler dediğini anladım. Anladığımı sanıyorum. Bir de arada bir eliyle dikkat et diyordu, çok yaklaşma yanarsın der gibi bir işaret. Hangi dilde olsa, insanın yüzüne yerleşen o koruma ifadesinin harflerini seçebiliyoruz galiba. Gülüp duruyordu Bahar, hararetle bir şeyler anlatıyordu. Röportajdan bahsetmedikleri kesindi. Bu kadar gülecek ne var acaba diye geçiriyordum içimden. Bir an, yine kısacık bir an odada yokmuşum gibi hissettim. Orada hiç yokmuşum gibi.
Televizyonun yerleştirildiği uzunca sehpanın üzeri fotoğraflarla doluydu, altlarında da danteller. Yukarda duvara dizilmiş raflarda da fotoğraflar vardı. İnsanlar, kalabalıklar, karanfiller, meydanlar, sonra yine insanlar. Büyüklü küçüklü, yaşlı, genç ve çocuk insanlar. Televizyonun tam üstüne gelen yerde çerçeveli tek bir fotoğraf. Parlatılmış bir sarı çerçeve, sonra kahverengi bir şerit ve sonra fotoğraf. Kara gözlerde boşluk. Benziyorlardı, oydu. Bir kayıp. İşte bu insan vardı, yaşıyordu, gülüyordu, seviyordu diyen bir fotoğraf. Bir ona bir Bahar’la anaya baktım. Odada yokmuşum gibi hissettim. Üçü birlikteydi. Hatta hepsi birlikte.
Nar sesiyle çıktım fotoğrafların içinden. Sesin elleri uzanıp toparladı etrafa saçılan bakışlarımı.
Önüne koyduğu siniye vurup saçmıştı narları. Avuçlayıp kaselere doldurdu. Ben daha dur demeye kalmadan fırlayıp köşedeki çiçeği sehpanın üzerinden alıverdi. Getirip koydu sehpayı önüme, kâseyi de üzerine. Benimle konuşuyordu tüm bu anlarda, gülümseyip duruyordum. Bahar da bana gülüyordu, biliyor ve görüyordum. Eğleniyordu ama yalnızca, keyif almıyordu halimden. “Ye de yüzüne renk gelsin kızım.” diyormuş ana o arada, bembeyaz olmuş kansızlıktan demiş.
Narlarla elmalar, fotoğraflarla elektrikli soba eşliğinde sordum not aldığım tüm soruları. Bir kuyuya taş atıyormuşum gibiydi. Evet, tam olarak öyle. Atarsınız. Beklersiniz. Siz de onunla birlikte boşluktan aşağıya inersiniz. Sessizlik. Beklersiniz. Derinlerden bir ses gelir. Ses her zaman gelir. Taş, düştükçe anlamlanır. Aşağılarda bir başka varlığın anlamıyla çarpışır. Hiçbir şey yoksa bile taş ve kuyu kesinlikle vardır. Öyle ardından bakarsınız.
Ne sorsam anlattı ana, Bahar da çevirdi. Tüm o sesleri olduğu gibi kaydettim. Benim sorularımın başkalarının sorularıyla ne kadar benzediğini ana hızlı hızlı yanıtlarken fark ettim. Müdür istemişti ama, ben de yapıyordum işte. Arada bir fotoğrafa bakıyordu, diğerlerine de göz gezdiriyordu. Gözleri doluyor doluyor, neresi olduğunu bilmediğim bir yere boşalıyordu.
Oturduğu yerden konuştukça, daha Bahar çevirmeden üzerime sinen o acayip hal. Nasıl anlatmalı, böyle ağırlık gibi de değil ama güç gibi, varlık gibi.
Kayıplar. Bir meydanda biriken tüm o sesler, tüm o yüzler ve insanın içindeki karanlığa bakan, konuşan gözler. Bahar en az 10 yıldır bu insanlarlaydı, haftanın altıncı gününde. Evlerinde kalıyor, yemeklerini yiyor, hastalarını ziyarete gidiyor çocuklarıyla oynuyor, davaları takip ediyor, adliye adliye geziyordu hemen hepsiyle. Öyle, hiçbir şey beklemeden. Bahar işte.
Kalkmaya yakın birkaç fotoğrafımızı çekti Bahar. Nasıl çıkmış diye bakarken de ananın telefonundaki diğer fotoğraflara kaydı dikkati. “Bu sen misin, ne bu video?” diye sordu anaya. Telefonu eline alıp videoyu çalıştırdı ana, kulağına dayadı sonra. Bir ağıt. Kendi sesinden bir ağıt.
Dinlerken baktık gözleri doluyor. Güldü Bahar, şakayla karışık “İnsan kendi sesine de hüzünlenmez be anacım!” dedi. Bunu bana söyledi. Sonra dönüp anaya da söyledi. Başındaki tülbenti kulağının arkasına itip iyice yaklaştırmıştı telefonu, Bahar’ı duymamıştı bile.
İnerken merdivenin başında bir çocuk gördük. Boşluktan aşağıya ayaklarını sarkıtmış, elindeki plastik kamyonun tekerleğini takmaya çalışıyordu. İçerden en az iki çocuğun daha ağlaması, bağırması geliyordu.
“Bak sana ne demiştim.” dedi Bahar. Aynı anda çıkarken ananın cebine sıkıştırdığı narı tutuşturdu çocuğun eline. Bir basamak daha indi.
edebiyathaber.net (30 Aralık 2023)