Gece yavaş yavaş aydınlanıyor. Birazdan bulutlar pamuk şeker gibi şehrin üzerine dağılacak. Anama söylesem “uydurup durma oğlum” diye paylıyor beni. Nazı da hep bana… Ağabeyim bilmediğim bir nedenden küs yada küs gibi davranıyor. Tren gelecek birazdan köfte, ayran diye bağıracağım vagonda bir aşağı bir yukarı. Elimizde on paket var. Hepsini satarsak gece, İzmir trenine çıkmayız belki. Sorsam kızacak anam biliyom. Ak tülbentinin altında, alnına yerleşen kederle uzaklara çok uzaklara dalıp dalıp gidiyor. Aklı Hilmi’de. Çok hasta oluyor benden beş yaş küçük. Hep ateşleniyor. Anam, bağrına basıyor Hilmi’yi içine sokacak gibi. Cennetin resimleri olan duvar halısının önündeki sedire oturuyor. Başında yazması çatık. Ağabeyim, anama bağırıyor, yeni yeni değişmeye başlayan sesiyle. Ses duvarlara çarpıyor. Oda da dağılıyor. Somyalara, gaz lambasının, üstüne sonra bizim üstümüze. Kardeşim, inliyor arada. Sonra sıkıcı bir sessizlik… Anam köfte ekmeği daha çok yapıyor kış yaklaşırken. Babam, eve geldiği vakitler anama her zamanki nefreti ile bakıyor. Aynı evde büyümüşler. Muhacirler. Balkanlardan göçerken gemide babaannemi, tifo diye bir hastalık almış götürmüş gemiden. Babam gurbetten geldi mi avludaki asmanın altında boğma rakısını içerken anlatır. Ağlar anlatır. Dövünür anlatır. Anamda, Çanakkale savaşında kaybetmiş babasını. Anası ile göçtüklerinde kendileri gibi gurbetteki muhacirlerin yanına yerleşmişler. Ninem ile dedem birer çocukla yeniden yuva kurmuşlar. Bir daha çocuklarıda olmayınca malımız bölünmesin diye birbirleri ile evermişler anamla babamı. Babam, üvey analık yapan nineme öfkesini de kendinden fazla bakılan üvey kardeşi olan anama, beslediği nefreti de evimize, anama, kardeşlerime bi de bana kusar. Kendine de hiç durmadan acır.
Sarhoş olduğu vakitler “Diyemedim be ya istemem ben baldırımı. Ne yapayım ben onu? Diyemedim babacağızıma. Kaderim kara benim” der. Zayıf bacaklarına bir tokat vurur incecik bacaklarını birbirine bağlar. Ağlar da ağlar. Anam da içeride döker göz yaşını.Duvardaki halıda oynaşan cennetin meleklerine bakarım. Başına testi dikip, su içen güzel kızda ağlar o zaman. Anama derim o vakit. Anam “Uydurma len, uydurma der” bir çimdik atar bacağıma. Kızarırım boynuma kadar anamdır bir şey diyemem.
Hilmi, halsiz hep. “Hiç canı yok” der anam. Bi ağabeyimin, bir benim bebekliğimi anlatır. Anlatırken neşelenir. Tren rayların üzerinde gürültü ile gelir her sabah ve her akşam. Seyirtip vagonlara gireriz. Anamın uzun uzun köfteleri ekmeğin arasında mis gibi kokar. Yaptığı ayranlar köpük köpük olur. Canım çeker benim de. Babamın gurbetten geldiği günler anam bize de yapar. Yanına soğan kırar bir de karpuz keser yazsa. Babamın keyfi yerindeyse Atamla, çeşmeden su doldururken karşılaşmasını anlatır. Eğer uyduruyorsa babam, çocuklarımızın hatta torunlarımızın bile anlattığı bir yalan olur dedim bir kere ağabeyime, çok kızdı bana. Topaç çevirmeye çıkmama izin verir anam bazen. O zaman bulutlar, güneş, gök bambaşka olur gözümde. Küçük biraderim, bağrımı sızlatır. Yürüyemez, koşamaz diye. Babam at arabası ile Ankara’da posta taşır. “Halimiz vaktimiz iyi şükür” der Anacığım. Minnetli kadındır. Kaderlerini değiştiren gemi yolculuğunu birde o anlatır titrek gaz lambasının cılız ışığında. “Gemiye yalnız biz binmedik çaresizliğimiz, kimsesizliğimiz yurtsuzluğumuz da bindi” der. Anama acırım. Babamın elini havada yakaladığımı hayal ederim. Anamın ruhuna, gururuna, yüzüne inmeden. Mektebe bazı günler giderim. Bazı günler gitmem. Ağabeyim hep gider. Anam “O, okuyacak belli de sen ne olcan oğlum” der. Susar. Bitlendik bir kere gaz yağı sürdü kafamıza. Bayılayazdım. Çok korktu. Gözüme baktı. “Maviş oğlum. Sırım oğlum” dedi. “Bir sen varsın, bu yalan dünyada, yalnız sen…”
Ağabeyim, bir yaz günü damda yatarken “Sen salak mısın? ” dedi. Durduk yere. Neymiş babam mahallenin başında oturan Remziye’ye rahatsız edermiş de anamda korkusundan ses edemezmiş. Konu komşu o sebebten bizden ayağını kesmiş. Yalan, dedim. “Ne yalanı oğlum, okul bitsin gitcem ben de buralardan,” dedi. Benim anam susuyor ya ondan susmuyor. Bilse buna susmaz dedim. “Sen öyle zannet,” dedi ağabeyim. “İşlemediği suçlara, susuyor anam. Buna da susar o.” Babamın üvey kardeşi olduğundan kendini suçlu sayıyor, ninem gayırdı diye mahcup oluyor da ondan. Susarsa belki Hilmi iyileşir diye umuyor. Ben susarsam Tanrı cevap verir deyip de susuyor.
Tanrı, bir türlü cevap vermiyor. Hilmi, iyileşmiyor. Babamın eve gelişlerinin arası açılıyor. Önce at arabasının ve atların adımlarını duyuyorum geldiği vakit, ardından arabanın aksamının gıcırtısını sonra babamın tok sesini işitiyorum. Demir kapının, her iki kanadını koşup açıyor anam. Atları arabadan sökmesine yardım ediyor babamın. Atları ahıra bağlıyor. İbrikle babamın eline su döküyor avluda. Havlu tutuyor. Babamın, kart sesi avluyu dolduruyor. Bize, laf atmadan bakıyor kapı eşiğinden el gibi.
Hilmi’nin baş ucuna varıyor. Konuşmayı sevmiyor. Ama çaresizliği suskunluğunu artırıyor. Müzmin akşamcı babam, efkar bastı mı acıklı bir türkü mırıldanıyor. Sesi kulakları, tırmalasa da gönlüme bir ağıt bırakıyor.
Çalın davulları çaydan aşağıya aman aman
Mezarımı kazın bre dostlar belden aşağı
Mezarımı kazın belden aşağı
Boğazıma bir yumru oturuyor o vakit. Ayva yemişim de yutamamışım gibi. Babamın rakı bulanığı gözleri nemleniyor. Sıkıntılı oflar ekliyor türküye. Boynum, kendiliğinden bir tarafa bükülüyor. Sokakta oynadığım çocuklarda da bir başkalık var bu aralar. Belki de bana öyle geliyor. Almıyorlar beni çetelerine. Oyun oynayacaksam eğer elime tahta kılıcım ile sapanımı alıp tırmanıyorum tepeye. Kuşlara taş atıyorum sapanla, vuruyorum da. Anam, kızıyor “vebali büyük yaradanın dilsiz kullarının canını yakmanın” diyor. Babam, bir Ankara dönüşünde radyo getirdi. Anam, radyoyu babam yokken seccadesine sarıp yüklüğe kaldırıyor.Babam gelince radyoyu açıyor. Babam, ajansı dinliyor. Eğer kapatmazsa ardından çıkan şarkıları dinliyoruz ağabeyimle. Şarkıların bittiğini yüzünü merak ettiğim kadın “ Musiki heyetinden şarkılar dinlediniz.” Dediğinde anlıyorum. Yatınca gözümde kadını canlandırıyorum. Hiç kimseye benzetemiyorum. En sonunda bizim mahallede Çil avrat dedikleri düğünlerde türkü söyleyen kadın gibidir belki de diyorum. Hilmi, canlanır gibi oluyor bazen o zamanlar evimiz şenleniyor. Ağabeyim bile barışıyor bizimle. Duvardaki cennet tasvirinin huzuru dağılıyor her yere. Karşı duvarda duran sülüs yazılı besmele levhaya bakıp teşekkür ediyorum öyle zamanlar. Anamın, sütlü tarhanası lezzetleniyor. Gaz lambasının titrek ışığı titremiyor. Anam, trene doğru giderken kırılgan sesi ile söyleniyor “Bir daha kötü olmasa bre kızanım. Küçücük gövdesi daha kaldırmaz hastalığı,” diyor. Seyirtiyor gara doğru. Sanki o seyirtince tren tehirsiz gelecek gibi. Sabahın çiğinin, soğuğunun üzerine oturuyoruz banklara “Oğul, asma suratını gelmezsek ta bura ne yeriz baban dönünceye dek,” diyor. Her zaman olduğu gibi büküyorum boynumu, susuyorum. Anamda biliyor şikayetlenmediğimi ama kıyamıyor itirazsızlığıma. Nasırlı iri elleriyle sırtımı sıvazlıyor. Teşekkür eder gibi bakıyor. Duvarları, sarıya boyalı garda, kaç bank olduğunu içimden sayıyorum. Yükünü kalın urganla bağlamış, sakalları gözlerine kadar uzamış, hantal gövdeli bir köylü az ileride treni bekliyor. Kasketini çıkartıp ceketine vuruyor. Temizlemiş gibi tekrar takarken daha özenli davranıyor. İleride otuzlu yaşlarında bir karı, koca yanyana oturuyor. Kadın; ince, uzun. Siyah dalgalı saçları omzuna dökülüyor. Adam; tıknaz, esmer. Kadının yanına yakışmamış. Anam, elindeki tesbihi çekiyor. Ben içimden insanlara isimler yakıştırıyorum. Hayatlarına, hikayeler uyduruyorum. Tren yarım saat tehirle geliyor. Koşarak trene biniyorum. Kompartımanlara insanların kokuları sinmiş. Kimi yağlı kokuyor, kimi kirli, kimi rutubet gibi nemli…
Sattığım ekmeklerin karşılığında İsmet Paşanın resmi basılı paraları alıyorum. “Gözüm alışamıyor bir türlü bu resimlere,” diye anamın söylendiği aklıma geliyor. Tren tiz düdüğünü öttürdüğünde elimde yalnızca iki köfte ekmek kaldı diye seviniyorum. Tren raylarda ağır ağır hareket etmeye başlayınca atlıyorum hemen. Anam “kaç kere dedim sana tren düdüğünü çalmadan in diye,” diyerek söyleniyor. Bu yolu tekrar gelmemek için elimden geldiğince çok satmaya çalıştım, diyemiyorum. Aynı yolu, farklı düşünceler ile yürüyoruz. Sonbaharın güneşi ısıtmıyor. Eve gelinceye kadar sabahın ayazı parmak uçlarımı donduruyor. Ağabeyim, okula gitmek için hazırlanmış. Taş yalağın önünde kırık aynaya bakarak küçük bir tarakla saçını tarıyor. Annem, “Durma haydi sen de hazırlan,” diyor. Gitmeyeceğim diyorum. Ses etmiyor. Yeni yeni yakmaya başladığımız soba geçmiş. Anam, kardeşimin yanına sokuluyor. “Yanıyor, ateşi yükselmiş yine” diyor. Demir kapının gıcırtısı duyuluyor. Ağabeyim çıkıyor.
Çocuklar okula gidinceye kadar bir mahcubiyet duyuyorum. Anam, bezi sirkeye ıslatıp kardeşimin alnına koyuyor. Sirke kokusu odayı dolduruyor. Herkes okula gidince elime sapanımı alıp tepeye tırmanıyorum. Anamın uzaklaşma diyen sesini duymazlıktan geliyorum. Kuru otların arasında böcek, kuş, kertenkele ne bulduysam hepsine taş atıyorum. İçim ezilmeye başlıyor. Sabah yalnız şekerli süte doğranmış ekmek yediğim aklıma geliyor. Karşıdan elinde şarap şişesi ile yokuşu tırmanan Deli Nuri’yi görünce göğsüme bir korku oturuyor. Koşarak tepeden aşağı iniyorum. Nuri, yanımdan geçerken şehla gözlerini bana dikip “Anan, seni arıyor muhacir oğlu,” diyor peltek peltek. Kalbim, ayaklarımla aynı hızda, sanki ağzımda atıyor. Eve vardığımda soluk soluğa kalıyorum. Annem “Koş kardeşin çok ateşli belli ki bağrı yanıyor canı nar istiyor,”diyor. Anamın şalvarının cebinden parayı aldığım gibi hâle koşuyorum. Kese kağıdına koydurduğum üç nar ile aynı hızda eve dönüyorum. Odanın kapısını açacağım vakit, kapının önünde duran kadın ayakkabılarına, lastiklerine, terliklerine bakıyorum. Anamın hıçkırıkları… Elimdeki kese kağıdı düşüyor. Akşam karanlığının çökmekte olduğu avlu gözümde tarumar oluyor. Akşamın kızıllığı asmanın dallarından süzülüyor. İki nar yerde yuvarlanıyor. Narın suyu süzülüp akıyor.
edebiyathaber.net (27 Haziran 2024)