-Neden?
Kış uzadıkça uzuyordu, bu sene bahar gelmeyecekti belli. Gecelerim uzadıkça, daha geç uyandığım sabahların soluk aydınlığına dahi tahammül edemez olmuştum. Günün ortasına kahveyle başlıyordum, sigaraya geçmeden bir dilim kuru ekmekle midemi yatıştırıyordum. Perdeyi aralamaya karar verdiğimde çoğu zaman kararmış bulutlarla, koyu gri bozkır kışının gölgelediği binalardı gördüğüm. Bir keresinde uçuşan kar taneleriyle şaşırttı beni manzaram. Hemen perdeyi kapattım.
Zorunlu kalmadıkça çıkmıyordum evden. Saçlarımı taramıyordum, makyaj yapmıyordum. Ara sıra aynada göz göze geldiğim dalgın bakan ela gözler bir yerlerden tanıdık geliyor ama bir türlü çıkartamıyordum. Dışarı çıktığım ender zamanlarda, bir yerlere koşuşturma hastalığına tutulmuş insanların telaşına ayak uyduramadığımdan, yürürken sendeliyor, işlerimi halledip, başım önümde eve dönüyordum. Telefonlara cevap vermiyor, zorunlu durumlar dışında kimseyle görüşmüyordum. Konuşmam gerektiğinde kendi sesimi yadırgıyordum. Etrafımdaki hiç kimseye tahammül edemezken; birinin varlığını keskin bir şekilde arzuladığımı kendime dahi itiraf edemiyordum.
-Cevap versene, neden diyorum sana?
Gel demek istedim aslında. Aradım da birkaç kez. Telefonu açtığında cevap alamadığın kişi bendim işte. Dön diyecektim belki. İçimdeki boşluğu dolduramıyorum sen gittiğinden beri. Hatalıydım, ara vermemeliydik. Aşkın mola verdiği nerede görülmüş demek istedim ama gururum engeldi bana. Dağılmış, kaybolmuş olmayı; ne istediğini bilmeyen, kontrolünü kaybetmiş bir kadın olmaya yeğledim. Bu yüzden de hatalar biriktirdim ama altından kalkamayacak kadar değillerdi önceleri. Dönüşü vardı ama dönülmeyecek hale getirdim.
-Neden susuyorsun, bir cevap vermek bu kadar mı zor?
Nedensizce uzayan gecelerimin birinde, yalnızlığımın son damlasını içime akıttığı andı sanırım, kendimi aniden dışarı atmıştım. Hayret, gece gündüz gibi yabancılamadı, hatta sarmaladı beni. Yürüdükçe uzayan adımlarıma inat kısaldı sokaklar. Ne kadar yürüdüğümü hatırlamıyorum. Çok güzel bir müziğe yakalandım birden. Sihir gibiydi müzik. İsteyip de söylemeye cesaret edemediğim her şeyi yüksek sesle söylüyordu sanki. Sonra müziğin kaynağını gördüm. Bunca karanlığı daha da karartan ışıkların hedefinde bir azize gibi parıldayarak şarkı söylüyordu adam. Kaybettiğim ne varsa kaybetmiş, sonra hepsini geri kazanmış kadar kahramanca söylüyordu. Ya da o an bana öyle gelmişti. Işığa koşan kelebekler gibi koşmak istedim O’na ama önce tuttum kendimi. Sonra tutamadım.
-Bir cevabı bile esirgeyecek kadar mı vazgeçtin benden?
Sen vazgeçmedin mi önce? Giden vazgeçen değil midir düpedüz? Ağaçların sona kalan yapraklarının bir sabah ansızın yollara dökülüverdiği o uğursuz günde sizi uzaktan görmüştüm. Sarı parkalı kızın saçını okşuyordun usul usul bana dokunmadan geçirdiğin gecelere inat. Kız gülümsüyordu ama senin yüzünü göremedim. Sen de O’na gülümsemiş miydin, hep merak ettim. Soramamam gururumdan değil, korktuğumdan. Cevabınla bir anda yıkılırım sandım. O’nun yerine giderken ardında bıraktığın beni usulca uzaklaştırdım kendimden.
-Nasıl aldatırsın beni, hiç mi için sızlamadı?
Hayal kırıklığın içimi parçalıyor. Seni kaybetmemek için sormaya cesaret edemediğim soruları soracak kadar cesursun oysa. Şarkı söyleyen adamın peşine takılıp şarkılar söyledim, yalan yok. Yarını düşünmeden, dünü unutarak sonsuz bir şimdiyi yaşamak istedim. Hiçbir şey sonsuza dek sürmezdi biliyordum, artık iyice öğrendim. Sana hiç benzemiyordu adam. Zaten kimse kimseye benzemez; herkes bir tek kendine benzer. Ama O da aldattı beni. Üstelik ihanetini gizlemeye dahi gerek görmeden, apaçık. Görmezden geldim. Kolay olmaktan, ucuz olmaya evirildim böylece. İçimdeki tomurcuklar yeşeremeden kurudu o bahar.
-Sızlamamış belli. Yazık!
Sızlamaz mı? Sızladı tabii. Hatta ilkyaz güneşi dahi ısıtmadı bedenimi. Kendinden soğuyanları ısıtmak ne mümkünmüş? Çağırmadan geleceğini bilseydim, daha önce aldatırdım seni.
-Seni ne çok sevmiştim. Dokunmaya kıyamayacak kadar. Kardeşimle tanıştıracaktım hatta; kısmet değilmiş. Seninle tanışacak olmanın heyecanıyla kızcağız yeni kıyafetler almış kendine. Mavi bir etek, sarı bir parka. Git dediğinde gidecek kadar sevmiştim seni. Yazık!
Ben de sevdim seni, hala da seviyorum. Artık kendimi sevmiyorum ama. Soramadıklarımın bunca ziyana sebep olacağını nereden bilebilirdim. Beni artık affedip affetmeyeceğini bilmediğim gibi.
-Hoşça kal!
Lütfen gitme! Söyleyeceklerimi dinlemek için bile olsa. Gidersen ne mi yaparım? O zaman başkalarına anlatırım hikâyemi. Paylaştıkça çoğaldığı söylenen mutluluklar gibi çoğalır mı hüzünler de? Ya da diğer tüm duygular gibi onlar da kişiye mi özel? Öğrenirim. Belki bir gün trende rastgele yanıma oturan tanımadığım birine bir çırpıda anlatıveririm olan biteni. Trenin kısa süreliğine durakladığı uzak ve yalnız istasyonları unuttuğu gibi, anlattıklarımı da vardığı yerde unutuverecek birine. Ya da anlattıklarımı arada hatırlayacak, hatta bütün bunlar kendisini bekleyene daha sıkı, sımsıkı sarılmasına vesile olacak birine. Hafifler miyim o zaman? Henüz bilmiyorum ama öğrenirim.
Sitare Kanşay Sarayönlü kimdir?
1972 Bursa doğumlu. Hacettepe Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümünde lisans; Ankara Üniversitesi’nde yüksek lisans eğitimi aldı. Finans sektöründe çalışıyor, arada eğitmenlik yapıyor. Kendini bileli beri edebiyatın içinde. Çok okur, yazarak hayata anlam katma çabasında . Sinema takipçisi. Öyküleri ve sinema yazıları Kayıp Rıhtım, edebiyathaber.net, yazicizi.com, okuryatar.com mecralarında yayınlandı. Ankara’da yaşıyor. Evli, on beş yaşında bir kız annesi.
edebiyathaber.net (9 Nisan 2020)