İyi bir öykünün/hikâyenin nasıl olması gerektiği konusunda birçok tanım yapmak olası fakat öykünün/hikâyenin ne olduğuna dair bir fikir birliğine varmak olanaksız ne yazık ki. Yine de iyi bir öyküyü/hikâyeyi (ister okuyalım isterse dinleyelim) hemen tanırız. Yalnız gerçekten iyi öykü okuyorsak, dinliyorsak tabii… Çünkü öyküyü sezgi yoluyla da olsa anlamlandırabilmek için okurun ona dâhil olması, onu kendi bilgi birikimi, deneyimi ve edebiyat zevkiyle değerlendirmesi gerekir. Bu dediğim iyi bir okurdan da beklenir üstelik.
Günümüz öykülerinin ayırt edici özelliklerinden biri de açık uçlu düşünceleri içinde, sonunda ya da başında barındırmasıdır. Bunlar bir tür boşluklar ve metne serpiştirilmiş satır arası güzelliklerdir. Satır arası güzelliklere ulaşmak okuru metindeki boşlukları bulup doldurmasına yarar. Bir tür bulmacanın okur tarafından tamamlanması gibi de düşünebiliriz bunu.
Bir metnin canlılık ve sahicilik duygusu (ki unutmayalım kısa ya da uzun aslında her öykü bir metindir.) yani okuru saran şey, dilin kurguyla iç içe olmasıdır. Çünkü bu ikisi bir öykünün en olmazsa olmazıdır. İlki bize dil şöleni/lezzeti sunar, öteki de metni sonuna kadar ilgiyle elden bırakmamamızı sağlar. Bilinmelidir ki öykü/hikâye yazan hiçbir kimse, iyi ve gerekli bir amaç olan hikâye anlatma uğruna dil bayrağını asla yere düşürmez; düşüremez de. Düşüren ya da iyi bir hikâye bile olsa kötü bir dile (anlatım/üslup) heba eden her kişi, iyi bir öykücü/hikâyeci değildir. Aslında her öykünün dili kendisiyle birlikte kurgusunu da oluşturur demek abartı olmasa gerek… Her ne kadar yazı dili kimi zaman öykü/hikâye ya da kurgudan da önemli görülse de… Çünkü birçok öykücüden/hikâyeciden duymuşuzdur, bazen de yazdıklarından okumuşuzdur kurgu ideal olarak tam da cümleleri kurarken yapılır ya da ortaya çıkar, dediklerini.
Demek ki iyi bir öykünün/hikâyenin yolunu bulması, karakterlerini oluşturması ve meselesini ortaya koyması için her şeyden önce anlatım dilinin netleşmesi gerekiyor. Kurmaca mı kabuk, dil mi yemiş yoksa dil mi kabuk, kurmaca mı yemiş, bir bakıma kestirmek ve ayırmak güç olmalı ince elenip sık dokunmuş olan iyi bir metinde.
Anlatageldiğim şey için diyeceğim ezcümle:
Kurmaca ve dil öykünün/hikâyenin öteki unsurlarını (yani olmazsa olmazlarını) dışarıda bırakmayan bir dengedir. Yani öyküyü/ hikâyeyi tartabilecek özgün bir terazisi varsa eğer; bir kefesinde dil/kurmaca, ötekinde de başkaca olmazsa olmazlar bulunmalıdır. (Bu konuda ikinci yazıyı okuyanlar anımsayacaktır bir öykünün/hikâyenin diğer olmazsa olmazlarının neler olduğunu) John Berger’in gerçekten de zihin açan kitabı Görme Biçimleri’nden ödünç alacak olursam; aslında öykü özgün ve de keskin bir görme biçimidir diyebilirim. Çünkü etrafımıza bakışımızın çok çeşitli kanalları, yolları vardır. Belki de ‘söz’den çok önce insanda var olan görme yeteneğidir. Yani görme yetisidir. Ayrıca görme biçimleri önümüzde duran gerçeği nasıl yorumlayabileceğimize dair çok çeşitli ve çok geniş bir perspektif de sunar. Bizdeki ‘görmekle bakmak arasındaki fark’ anlayışı, yaklaşımı gibi…
Öykü, etki yaratma açısından belki de romanın sahip olmadığı bir güce sahiptir. Bu da öykünün doğasındaki dil ve kurgu birlikteliğinin sonucudur diyebilirim. dil ve kurgu öyküde bütünlük oluşturan bir özelliktir. Romanlarda kaçınılmaz olan okuma molaları romanların bütünlüğünü etkilemese de gücünü azalttığı bir gerecektir.
Günümüz öyküsünün mimarı Edgar Allan Poe’dur. Dünya edebiyatına Amerika’nın en özgün katkısının öykü olduğunu düşünürsek Poe’nun rolü daha iyi anlaşılır.
Doğaüstü öğeler taşıyan korku öyküleri yazdı. Ama en çok eleştirmenlikle maddi karşılık gördü. Modern bir edebiyat kuramı geliştirdi ve bunu kendi öykülerinde kullandı. Ona göre; öykü, bütünlüğü olan bir metindir. Olaylar aynı yer ve zamanda geçmelidir. İyi işlenmiş bir öykü okurda atmosfer geliştirmelidir. Doğasına uygun ama asla kaba olmayan benzetmelerle de süslenmelidir. Gözlem gücü, dil ve kurgu; korku ve uğursuz düşünceler denildiğinde ilk akla gelen Poe’nun özgün öykülerinin odağıdır, olmazsa olmazıdır.
Bazı öykücüler okuru insanın duygu dünyasının içinde adeta bir gezintiye çıkarır. Kimi öykücüler de mekânları, olayları ve kişileri adeta resmederek betimler. Oysa asıl olması gereken hem betimleme hem de duyguları ustalıkla aktarabilmektir. Bu ikilemi birleştirip denge kuran iyi öykücüler çok az demek büyük bir haksızlık olur kanısındayım.
Günümüzde iyi bir öykünün/hikâyenin sayfa sayısıyla sınırlandırılamayacağını biliyoruz artık. Ve kanıksadığımız klasik öykü/hikâye bölümlerinin (giriş, gelişme ve sonuç) de pek etkili olmadığını… Çünkü günümüz öykücüleri/hikâyecileri artık başı, ortası ve sonu olan bir öykü / hikâye/den yana değiller. Klasik öykü(ler)den yana olanların ve çok da iyi metinler yazdıklarını inkâr etmeden onlara haklarını da teslim etmek isterim tabii.
Okuduğumuz ve okuyacağımız durum/kesit öykü/hikâye/lerin çoğunda kanıksadığımız bir son olmadığını da söylemeliyim. Günümüz öykücü/hikâyeci/lerinin bu türden kapanışa pek sıcak bakmadıklarını biliyoruz. Çünkü kapanışların gerçek hayatta istenen bir şey olmadığını (en azından) çeşitli okumalarımızdan anımsamalıyız. Hayatta olanın kurmacada olması gerektiğini savunan kimi öykücü/hikâyeci Çehov ve Wolf; bizde de Metin İlkin ve benzeri hikâyeci/öykücü gibi klasik son(lar)a gereksinim duymuyorlar.
Yazınsal lezzeti ve düşünsel zenginliği hikâyelerde bulduğunu söyleyen bir öğretmen arkadaşımı yıllar önce ziyarete gitmiş ve mütevazı kitaplığındaki yüzlerce hikâye kitabını görünce çok şaşırmıştım. Kitaplığında, birkaç biyografi ve yirmi kadar da şiir kitabı vardı. Diğerleri de yerli-yabancı onlarca hikâyecinin/öykücünün imzasını taşıyan öykü/hikâye kitaplarıydı.
Onlara gözü gibi baktığını, birçoğunu da defalarca okuduğunu ve halen de okumakta olduğunu söylemişti. Şaşkınlığım daha da artmıştı. Ona, ‘peki, neden sadece hikâye okuyorsun?’ diye sorduğumda, tereddüt etmeden demişti ki: romanlar ayrıntı bırakmıyor okura. Oysa öyküler, öykücüler öyle mi? Bir öykü kitabındaki her hikâyeyi okuduğumda; birer roman yazdırıyorlar bana aklımda…
Dostumun sözünü ettiği dil lezzeti ve düş zenginliği sunan öykücü/hikâyeci/ler var gerçekten de ülkemizde. Bize düşen onları alıp okumak ve o birbirinden ilginç mi ilginç, güzel mi güzel zengin dünyalarından kendi dünyamıza güzellikler aktarmaktır.
Nasıl ki hiç kimsenin bir başkası gibi olması, düşünmesi şart, doğru ve hatta mümkün değilse; bir öykücünün de başka öykücü/ler gibi olması ve yazması şart değildir. Doğru da olmaz zaten. (Öykücü/romancı/şair olarak) kendimiz olmak yönündeki çabamız sonuçta bizi bağlar yalnızca. Bu yüzden bizi biz yapan şey biraz da doğru bildiğimizden şaşmamamızdır. Sınırlarımızı bilerek kendimizi yetkin olmak istediğimiz alanda elimizden geldiğince yetiştirmektir.
Bir benzetme yapacak olursam bu konuda, aklıma bildiğiniz ve kanıksadığınız çimçekten albatrosa kadar kanatlılarla ilgili bir örnek geliyor… Yüzlerce, binlerce kanatlının uçma sınırı ve özgürlüğü kanatlarının kendilerini götürebildiği yerdir gökyüzünde. Yani hiçbir kuş albatros değildir. Çimçekten albatrosa kadar tüm kuşların sınırı ve özgürlüğü farklıdır. Doğaldır ve kabullenilmiş bir durumdur bu. Hiçbiri öteki olma iddiasında değildir. Ve de birbirlerinin, varlığının kaçınılmazlarıdır.
İşte şair ve yazarlar ve hatta başka başka sanatçılar da benzer biçimde bir yazma ve düşünme özgürlüğüne sahiptir. Dağarcıkları, genel kültürleri ve yaptıkları güzelliklerdeki ustalıkları tıpkı çimçekten albatrosa kadar kuşlar gibi bir yelpazede yer alırlar, bu da bana göre doğal ve kaçınılmazdır. Yeter ki haddimizi, sınırımızı bilelim ve birbirimizi olduğu gibi kabul edelim.
İşte kimileri çimçekten albatrosa kadar geniş bir uçma coğrafyasına sahip kuşlara benzetebilir, doğrudur ve olağandır da, ama bu açıklamada olduğu gibi hepsi kendi rengiyle ve ortaya koydukları ile uyumlu bir denge oluşturmuşlardır. Bana göre aslolan da budur zaten. Öykücü, yaşanmışlıkları ya da kurguladıklarını salt öykünen ve yansıtan biri değildir.
Öykücü, disiplini, dilseverliği, içselleştirmeyi, anlatı özgünlüğünü, farklılığı içselleştirmediği ve kendine ait bir üslup geliştirmediği zaman en çarpıcı bir konuyu bile aktaramaz. Çünkü anlatmak başka şey, öyküleştirmek, eskilerin söylemiyle hikâyeleştirmek bambaşka bir şey…
Öykücünün şiirsel dili kurgusal öykü dünyasının kapılarını okura kolayca açtıran bir anahtardır. Kurgusal öykü dünyasına değişik zamanlarda yolculuğa çıkan her okuyucu, her seferinde başka tatlar alabilmelidir. Okur bu öykü dünyasından zengin anlamlar, dil lezzeti edinebilmelidir.
Öykücü aklında yazdığı bir öyküyü okurla bir biçimde paylaştığı zaman; imgeleminin ilgi odağının dil ve ardından da bundan ayrı düşünülemeyecek olan şeyin kurgu olduğunu bilmelidir. Çünkü öykü söz konusu olduğunda dikkat çeken özelliklerinin en başında dil hassasiyeti ve kullanımı gelir. Tür itibariyle öykü, başlı başına dili tutumlu kullanmayı, kısıtlı sözcükle hikâyesini/derdini anlatabilmeyi, üsluptaki derinliği dildeki disiplinle yaratmayı öğretir öykücülere. Dar zamanların içine dünyaları sığdırabilme yetisini de öykücülere kazandırdıkları arasında düşünmeliyiz. Bu aynı zamanda varılması oldukça zorlu mu zorlu duraklardan da biri çünkü bunu yapabilmek demek; hem öykü dilinin yetkinleşmesi, hem de yaratılan evreni, öykücünün iyi kavrayıp kâğıda geçirmek istediklerini, istediği biçim ve biçemde dillendirmesi anlamına geliyor.
Kimi öykücü gerçekten de öykünür.
Okuduğu, dinlediği ve izlediği gerçeklikleri kendince, yeniden yazmaya çalışır. Dili kekremsi, tekniği bozuk v kurgusu ç/alıntı olduğundan iyi öyküler yaratamaz.
Kimi öykücü kurgucudur. Belleğinde dönüştürdüğü gerçeklikleri, yaşadıklarını ya da duyduklarını öyküleştirir.
Anlatımı ve kurgusu ne kadar başarılıysa yapıtı da o deni başarılıdır. Klasik ya da modern öykücüler, öykünün dilini ve kurgusunu önemsedikleri oranda iyi öyküler yaratırlar. Öyküleri, anlatı boyutunda yoğunlaştırırlar, ama asla anı aktarmakla, kurmacalarla yetinmez. Klasik öykülerden de tat alınabileceği gibi, tat alınamayabilir de. Tadı ve dilsel güzellikleri yaratan öykücünün kendisidir çünkü. Eğer öykücü, öykülerini iç hesaplaşması sonucunda oluşturmuşsa, bir ağacın olgunlaşmış meyvesi gibi benimsenir okurca. Eğer öyküler olgunlaştırılmamışsa önemsenmez.
Çünkü dillendirdiğim gerçeklikler doğrultusunda yetkin ve etkin öykücülerin yarattıkları öyküler tıpkı ayakkabılarımız içindeki taş gibi baştan sona huzursuz ederler bizi. Başınıza gelmiştir hepimizin; yola çıkmak için ayakkabılarımızı ayaklarımıza geçirdiğimizde bir tekindeki sıradan da olsa ikisindeki taş/çık ya ilk adımda ya da birkaç adımdan sonra yürüyemez hâle getirmesi… İşte benzer biçimde anlatısı, kurgusu ve dili(üslubu) açısından bizi huzursuz eden o taşlar gibi olan öyküler bir an önce sona ulaşmamızı (yani fabrika ayarlarımıza dönmek ve dönerken de dünyamıza ondan bir şeyler katmak için okuyup bitirmemizi) sağlarlar. Bu da gerçekten de ustalık isteyen bir şeydir. Bir başka deyişle mesele kaşık yapmak değil sapını doğru getirmektir. Yani belki herkes öykümsü şeyler yazabilir ama tat alacağımızı ve ayakkabılarımız içinde bizi huzursuz eden taşlar gibi huzursuz eden ve bizi içeriği, kurgusu ve anlatımı açısından peşinden sürükleyen öyküler yaratabilmek bir ustalık ve işçilik işidir.
Günümüzde öykücülerin, şairler kadar çok olmaması çok sevindiricidir. Ama bunun tersi olan bir gerçek de var: Öykülerinde ilk olmaları bir yana, kendilerinden önceki damarı sürdürebilen o kadar az öykücü var ki…
İşte burada kendini aşabilen, yarattıklarıyla sözünü ettiğim olgunun ırmağını derinleştirmek isteyenler de yok değil tabii.
Gerçekten de öykücünün atmosferine girebilmek, zengin dünyasından yararlanabilmek, solumak ve güzelliklerin içine girdiği anlatıları kavramak sanıldığı kadar kolay değil. Çünkü günümüz öykücülerinin büyük bir çoğunluğu kolay, hazırcı bir okurdan yana değil. Etkin ve birikimli bir okurdan yana. Oluşturdukları öykü atmosferindeki güzellikleri ancak böyle okurların soluyabileceğini biliyor ve öykülerini oluştururken de daha özgür davranıyorlar.
Gorki, İnsanlarımız adlı kitabının sonuna doğru der ki: yarım yüzyıl boyunca bu tür insanlar arasında yaşadım. Umarım bu kitap gerçeği yazmak istediğimde yazabildiğimi gösteren yeterli bir kanıt yerine geçer. Onun bu yargısının kesinleşip kesinleşmediğini kestirmek güç ama bizde kesinleşen bir gerçek var ki o da bazı öykücülerimizin, tembel, miskin, dilenci, memur ve müdüre kadar birçok insanımızı eksen olarak anlattığı, yazdığı öykülerinden söz etmek olası artık.
Genel anlamda sanatı yansıtma olarak ele aldığımız zaman öykülerin çevremize usta eller tarafından tutulmuş özgün bir ayna olduğunu söyleyebiliriz. İşte bu yüzden yalın olan öykülerin her birinde iyi bir gözlem sonucunda olayların işçilik kaygısıyla işlendiğini görmek olası… Bundan dolayıdır ki kimi öyküler yalnızca olayların aktarılması gibi görülür, bu bile yazarın, öykücünün zayıflığını değil aksine ele aldığı olayın gerçekliğini kurgusal bir gerçekliğe dönüştürmesinin ustalığını gösterir.
Çünkü eski öykücülerimize baktığımızda, çoğunda olayın sözcüklerle birebir anlatıldığını görürüz. Karşınızda olan biten bir şeye tanıklık yapıyoruz gibi…
Kuru ve edebiyat dilinden uzak diyaloglarla başlayıp bitirilmiş uzun ya da kısa olduğu hiç de önemli olmayan söz yığını metinler…
edebiyathaber.net (29 Mayıs 2023)