Öykü: Nehirlerin Ağzı | Pelin Ergül

Temmuz 13, 2024

Öykü: Nehirlerin Ağzı | Pelin Ergül

                 

Haymatloslara

Ayın, karanlığı bölen ışığı zeytin ağacının altında oturanların yüzlerinde geziniyordu. Kadın, karşıda belli belirsiz ışıklarıyla görünen adaya baktı. Adayla koy arasında kalan denizi uzunca süzdü. Geçilemeyecek gibi değil, dedi kalabalığa. Koydan adaya iki saate varırsınız demişti bizi buraya getiren adam da. Ilık rüzgâr zeytin ağaçlarının somaklarını dökerken, hava da güzel oldu mu, dedi bir diğeri. Ama deniz bu, belli olmaz, dedi en yaşlı olanı. Kadın, içinde gezinen endişeyi bastırarak; Bunu da geçeriz elbet, dedi.

Oldukları yere varana kadar bir sınırı geride bırakmışlardı. Günlerce yürümüş, saklanmış, aç susuz kalmışlardı. İçlerinden biri; vazgeçelim, burada kalalım, dedi. Kadın sesini yükseltti, başka çaremiz mi var, geçeceğiz. Ya bot devrilirse diye cılız bir ses karıştı konuşmaya. Herkes sustu, çocuğa baktı. Akıllarından geçeni, düşünmek dahi istemediklerini bir çırpıda söyleyivermişti Galip.  Oğlunun cılız sesi kadının içindeki endişeyi deşti.  Ağustos böceklerinin şen sesi, insanların nefes alışverişlerine karıştı. Kelimeler tükendi. Kadın usuldan, iki çocuğunu alarak sıyrıldı kalabalıktan. Kumsala vardı. Küçük oğlan annesinin kucağına yerleşti. Ne vakit huysuzlansa annesinin kucağına bırakırdı kendini. Kadın memesini çıkarıp çocuğu emzirmeye başladı.  Galip de hemen yanına oturdu.

Onları karşıya geçirecek bot hâlâ gelmemişti. Gece vakti kamyonla kumsala geldiklerinde, çok beklemezsiniz, sizi bırakacak kişi bir saate kadar gelir, demişti adam. Karanlık şafağa dayanmıştı neredeyse. Zeytin ağacının altında, can yeleklerini üstüne geçirmiş sessizce bekleyen kalabalığa baktı kadın, adamın dediklerini düşündü: “Oldu da düşerseniz denize, bu sizi kurtarır, suyun üstünde kalırsınız. Yüzerek de geçersiniz.”

Çoğunun denizi ilk görüşüydü. Kadın ve çocuklarının da.

Gergindi kadın. Galip, annesinin yumuk, çatlamış elini tuttu.

Nehirlerin bir sürü kolu olur, geçtiği yerleri hep yeşil eder demişti coğrafya öğretmenimiz.

Tuttuğu eli açtı çocuk. Parmak uçlarına kadar yayılan çatlaklar el açıldıkça sızlıyordu. Ay ışığı avuçlarına düştü kadının.

Nehirlerin kolları nerede birleşir biliyor musun anne?

Kadın, ellerine düşen ışığı fark etti.  İki elini açtı, ayalarını ışığın kaynağına tuttu. Gözlerini kapadı. Mırıldandı. Ardından ışıkla yıkadığı ellerini yüzüne sürdü. Yorgun gözleriyle çocuğa baktı.

Nerede birleşir, dedi fısıldar gibi.

Nehrin ağzına varıp denizde birleşir anne. Öğretmen, fiziki haritada göstermişti bize.

Yersizlik, yurtsuzluk da dedi kadın içinden, fiziki haritalarda gösterilir mi? Bilmediğim bir coğrafyanın denizine aksam nasıl olur ki? İçimde gezinen o ses, sürekli çağırıyor beni geri dön diye. Dönemem ama. Dönecek bir yer kaldı mı ki bize? Çocuğun dik bakışları annesinin yüzünde gezindi. Derin bir nefes aldı kadın. Hastanede yoğun bakımda çalıştığı günlerde insanlar ona bakar, bir şeyler yapmasını beklerlerdi ondan. Ölürken yaşadıklarını kendilerine hissettirecek bir şey. O da gülümserdi onlara, kiminin saçını okşar kiminin de elini tutardı. 

Senin ellerindeki çatlaklar da nehrin kolları gibi denize vardı anne.

Kadın gülümsedi oğluna; geçtikleri sınırları düşündü, evini, alışkanlıklarını, tan söktüğünde evin damından ovanın dinginliğine kendini bıraktığı günleri, uykunun dünyanın döşünde debelendiği, her kötülüğün kendini uykunun saflığı içinde yitirdiği anları.  Savaş olmasaydı, dedi. Her şey farklı olur muydu? En azından hayatın sıradanlığı sürer giderdi. Başka telaşlarım olurdu. Bu yaşıma kadar hafızamda biriktirdiklerim yitip gitmezdi. Hastanelere, şehirlere, köylere düşen bombaların sesi kulaklarında yankılandı kadının. Hafızasında yer etmiş olanların artık olmadığını bilmek boğazında düğüm oldu.

Küçük oğlu memenin ucunu ısırınca irkildi, can havliyle çocuğu kucağından indirdi, kumun üzerine bıraktı kadın. Yüzündeki şaşkın gülümsemeyle bakıyordu annesine çocuk. Kadın çocuğun kırmızı tişörtünü düzeltti. Siyah saçlarını öptü. Denize çok yanaşma dedi, yutar seni. Çocuk denize neden yanaşmaması gerektiğini bilmeyecek kadar küçüktü. Denizi evin avlusundan bilirdi. Yaz günleri avluya açılan çukurun içine serilen naylondan: Kenarlarına taşlar dizilen, içine su doldurulan. Kumsalda koşmaya başladı çocuk. Dalgalar köpürerek kıyıya vuruyordu. Çocuk, denizin böyle beyaz köpükleri nasıl çıkardığını anlamaya çalışır muziplikle bakıyordu dalgaya.

Geride zeytin ağacının altına çökmüş kalabalık tedirgindi. İçlerinden biri, bizi karşıya geçirecek adamı arayın, diye bağırdı. Adam, yüzme bileniniz var mı diye sormuştu onlara. Herkes bakakalmıştı. Merak etmeyin tam zamanı botla geçmenin. Hem can yelekleriniz de var. Kış olsaydı zor olurdu haliniz. Allah yardımcınız oldu da buraya kadar vardınız.

Bot dayanır mı bu kadar insanı karşıya geçirmeye, dedi en yaşlı olanı.

Her hafta bir posta insan taşıyoruz karşıya dayı. Dayanır elbet, dedi adam.

Kadın denizin dalgasına baktı. Sakindi; tam olmasını istediği gibi. Küçük çocuk elindeki plastik şişeyle kadının yanına vardı. Üzerinde elli faktör yazan turuncu şişeyi annesinin eteğine bıraktı sevinçle. Yalpalayarak onu bulduğu yere geri koştu. Şişenin turuncusu, portakal bahçelerindeki gün batımlarının dinginliğini, sohbetleri, demlenmiş çayın kokusunu ansıttı kadına. Geride kalanlar gitme demişti ona. Bize neyse sana da o. Her gün ölümü mü bekleyeyim? Ölüm hiç de dedi kadın, ya bu çocuklar. Kimsenin bu sabileri düşündüğü yok. Yakın köydeki kadınları nasıl aldıklarını, erkekleri nasıl öldürdüklerini, çocuklara neler yaptıklarını bilerek mi kalayım? Kalmadım, dedi. İyi ettim de kalmadım.

Nehir suyu tatlı değil mi anne, dedi Galip.

Öyle, dedi kadın.

Nehirde yaşayanlar istemeden denize kadar sürüklenir mi?

Kadın boğulacak gibi oldu. Bitsin istiyordu: Bir an önce karşıya varmayı, bu kadar zor durumdayken geçmek zorunda bırakıldıkları bu sınırlardan kurtulmayı…

Öğretmenine sorsaydın ya, dedi hışımla.

Çocuğun sesi sıcaklığını yitirdi:

Öldürdüler, biliyorsun.

Kadın ne söyleyeceğini bilemedi. Öldürmüşlerdi geçen yaz çarşının ortasında.

Çocuğa sarıldı, saçlarını okşadı, öptü. Geçti, dedi. Geçmediğini bildiği halde bunu sürdürdü:

İstemeden gelseler bile tuzlu suda nasıl yaşarlar, onu bilmiyorum. Belki yaşayamazlar ya da belki de biliyorlardır nasıl yaşayacaklarını.

Kadın sustu.

Kalabalıktan biri, hazırlananın geliyor, dedi.

Yüzleri günler sonra ilk kez aydınlanmıştı. Kadın, küçük oğlunu çağırdı. Çocuk bulduğu pembe tokayı sevinçle şortunun cebine koydu. Tepelerinde çığlık çığlığa öten martıya aldırmadan bota bindiler.

Martı

Gözlerim on dört yıldır bu koyun denizine bakıyor. Kanatlarım bir denizin sakinliğini de bilir, fırtınasını da. Lodosa gebe bu dalgalar: Botu alabora edecek. Biliyorum. O kadar çok botun batışını gördüm ki!

Deniz, kaynamaya başlayan su gibi sallıyor botu. Normal diyor adam, dalganın botu böyle sallıyor oluşu. Otuz çift göz sıyrılıp endişeden, varılacak adaya bakıyorlar. Gözlerinin içinde bir kıvılcım. Yanıp sönüyor. Denizin kuzey kıyısına sıralanmış evlerin baktığı sokaklar sarı sıcak. Onca ışığın içinde bir tek ışığımız bile yok diyor, en yaşlı olanı. Kimse duymuyor.

Kırmızı tişörtlü küçük çocuk, işaret parmağıyla gösteriyor beni. Gülümsüyor.

Denizin ortasına kadar varıyor bot. İlk dalga büyüyor. Karanlık.

Eğer insan kelimelerim olsaydı, çığlıklarımın bir karşılığı olurdu belki. Duyuyorlar ama anlamıyorlar. Kanatlarımın gölgesi küçük çocuğun yüzünde geziniyor.

Durmadan bana bakıyor çocuk.

Gitmeyin.

Çığlığım denizin ortasından evlere varıyor. Derin uykuda olanları yataklarında döndürüyor.

Gidiyorlar.

Son yaz akşamlarına açan akşamsefalarının, ıtırların kokuları doluyor odalara. Perdeler, pencerelerin boşluğunda sallanıyor. Lavanta kokan pikelere sarınan bedenler tan vaktinin serinliğiyle ürperiyor.

Gitmeyin.

İlk dalga vuruyor bota. Çığlıkları, benim çığlıklarıma karışıyor. Sıkı sıkıya tutunuyorlar bota.

Gidiyorlar.

Penceresini kapıyor biri: Bu martılardan da huzur yok!

Çatılardan çatılara atlıyor kediler, huzursuz. Odalarda güneş yağı kokusu. Balkon demirlerine asılmış kurutmalık patlıcanlar, biberler salınıyor gelecek kışa.

Arnavut kaldırımlı sokakların kuytularında sızanlar mahmur gözlerini, uyuşmuş dimağlarını sesimle açıyorlar.

Neler oluyor?

Gidiyorlar.

İkinci dalga daha da büyüyor. Kapkaranlık.

Yutuyor botu. İçine çekiyor.

Yaşamak, diyor biri.

Ama nasıl, diyor öteki, melisa yaprakları hışırdarken, hafif çakır keyif.

Denizin ortasına savruluyorlar, turuncu yelekleriyle.

Sesim yeni doğmuş günün ilk ışıklarının düştüğü odalara varıyor. Kızarmış ekmek kokusu, kekikli domates, demlenmiş çay, biraz yeşil zeytin.  Yalnız evlere ses olsun diye açık bırakılan televizyonlara çarpıyor çığlığım.

Bir spiker konuşuyor, sabah haberlerinde.

…..

Ekranda kıyıya savrulmuş bir çocuk: Kırmızı tişörtü, ıslak saçlarıyla.

edebiyathaber.net (13 Temmuz 2024)

Yorum yapın