Gül suyunun kokusu geliyor burnuma oysa koku almamam lazım… üşüyorum da… soğuk sudan olsa gerek… keşke sıcak su olsaydı, üşümezdim… ama yok yok… üşümemem lazım… hiç öyle şey olur mu…
Dişinden şikâyetçiydi sürekli. Dişlerini yaptırmak istiyordu. Yaşlandıkça kemikleri küçülüyor ağzındaki takma dişi bol geliyordu. Yemek yerken sesini duyarlardı diş tıkırtısının. Ağzını çok oynatmadan, yavaş yavaş yerdi. Sonra yavaşça masadan kalkar, lavaboda dişlerini yıkardı. Kendini bildi bileli babasının dişleri sorunluydu. Dişleri varken de gıcırdatıyordu. Sinirinden yapardı galiba. Annesi asker kısmı sinirli olur, derdi. Televizyon izlerlerken gıcırt gıcırt ses, sıkı sıkı yumruk yapılmış ellerin arasından kayan tespih tanelerinin şıkırtısı… Korkardı bu seslerden. Babası uyurken de tespih çekerdi. Siyah oltu taşından ışıl ışıl, küçük, kibar, çok güzel bir tespih. Tespihin güzeli olur mu, olur tabii, hele de taşı kıymetliyse… Dediğine göre babaya Erzurum’dan hediye gelmiş. Bazen uyanır küçük bir çocuğun emziğini aradığı gibi elleriyle yatağında yoklaya yoklaya bulur, bileğine takar kaybolmasın diye. Sonra da mutlu mutlu uyumaya devam eder. Gece sessizliğinde tıpkı saatin tik takları gibi ara ara şıkırtılar duyulur.
Burnumun ucu da kaşınıyor… kımıldayamam şimdi… toprakta yatarken kemiklerim batıyor, en çok da popomun kemikleri. Zayıf olduğum için. Kilolulara rahat olur, diye düşünüyorum. Bütün kemiklerimi hissediyorum. Zayıf olunca böyle… bütün kemiklerinize dokunabilirsiniz, kaburgalarınıza, kalça kemiklerinize, bacak ve kol kemiklerinize tek tek elinizle dokunup hissedebilirsiniz. Hissetmek ne güzel. Geriye nelerin kaldığını, nasıl göründüğünüzü biliyorsunuz. Yıllar geçse de kalıyor onlar. Dişler de…
Uğurlarken son yıkanıp hazırlandığında kardeşi, hazırladım gelin, dedi aileye. Tıraş etmiş, saçlarını taramış, kulağına su kaçmasından baba huylandığı için kulağına dikkat etmiş. Ağzı tuhaf görünüyordu. Sanki yanakları içine kaçmış da elleriyle yanaklarını çekip dışarı doğru çıkarmak gerekiyordu. Ne oldu, diye sorduklarında, dişlerini çıkardım, dedi kardeşi. Babalarını hiç dişsiz görmemişlerdi. Dişsiz gitti diye üzüldüler…
Ölüyken her şey rüya gibi. Geçmişim… yaşarken çok gerçeklerdi. Ağladım, güldüm, korktum, geleceğe dair planlar yaptım… Doğum yapışım… Doğum odasında kendi kendine sancı çeken, nasıl da tatlı, nasıl da gayretli küçük kız. Beni affet. Üzdüm seni. Ne saçma şeyler için üstelik. Ölümü yaşamanın en güzel yanı bu, her şeyi herkesi affediyorsun. Hepsi anlamını yitiriyor. Kötülük de… Yaşarken yapamadığımız şey… affetmek… en çok da sevdiğini…
Ne mutlu günlermiş anlayamamışım kızım, diyen babasının sesini duydu hüzünle. O gittiğinde yeşil bir yusufçuk gelip konmuştu önündeki dala… Elini uzattı, eline kondu yusufçuk. Minik ayaklarıyla parmağını tuttu. Gözleri ve kanatları sürekli hareket halindeydi. Bir şeyler anlatıyordu. Gözleri… Bu bakışı tanıyordu…
Yıllar önce, yusufçuklu bir film izlediğinde, bunun bir işaret olduğunu bilmiyordu. Ya da biliyordu da onun için o filmi yıllarca unutamamıştı. Hayatın işaretleri… O filmi izlediği yılları… Tıpkı babasının kendisine dediği gibi aslında en mutlu zamanlarıymış. Özlemi içini yakıyordu. “Anamın adısın ağzımın tadısın,” dediğini duyar gibiydi. Oysa o hayattayken öyle sevmesini hiç istemedi. Hatta annesinin adını verdiği için, içten içe kızardı.
Babası gittiğinde bahçede onun için diktiği mürdüm eriğinden dalda kalan son dört taneyi aldı. Eve götürdü, buzdolabına koydu. Babası mutlaka her sene yemesi için dalda bir kaç taneyi ona bırakır, kimseye elletmezdi. Bunlar, anamın adı ağzımın tadının, derdi. Herkes de bilir, dokunmazdı. Buzdolabında kaldı erikler günlerce… Önce mor renkleri matlaştı, sonra kabukları hafif buruştu. Buruşmaya devam etti… Haftalar sonra artık çürümüş, buruş buruş olmuş, renkleri siyaha yakın koyulaşmıştı. Yalnızca çekirdeklerinin şekli görünüyordu. Her gün onları takip etti. Babasının da toprağın altında öyle olduğunu düşündü. Kemikleri… Bu eriklerin çekirdeği gibiydi. Etleri, derisi… Dişleri yok… Saçı var…
Önce güzel bir duş alıyorum, tabii soğuk suyla. Suyun tenime her değişine şükrediyorum, dua ediyorum. Kurulandıktan sonra gül suyu sürüyorum her yerime. Çok hoş kokusu. Kıbleye doğru yere uzanıyorum. Üzerimi, kafamı da örtecek şekilde beyaz bir örtüyle örtüyorum. Gözlerimi kapatıyorum. Ölüyüm artık. İç seslerime susun, ben ölüyüm diyorum. Şaşırıyorlar tabii. Panikle hızla bir şeyler söylüyorlar. Çocuklarım… sevdiklerim… Bilmeyecekler öldüğüm an aklıma gelenlerin arasında olduklarını. Sus, diyorum iç seslerime… sus… Susmuyor… Çok da saçma şeyler söylüyor, alakasız. İçerideki ışığı kapattım mı, yemeği dolaba koydum mu, yarınki işler… ölüyüm ben. Gözlerimi kırpmadan kapalı tutmalıyım. Burnumun ucu kaşınıyor her zamanki gibi. Ama elleyemiyorum… ölüyüm… üşüyorum… Ne güzel, her şey bitti… huzur hali… gül suyunun kokusu… kalbimin sesi… nefes alışım… Bir arkadaşım kulağıma, bu kadar işte, diyor; hayatta yalnızca iki şey var, biri nefes almak diğeri vermek… Nefes bile misafir. Alıyoruz.. veriyoruz… ölüyüm ben…
Çok ağlarsa babası duyacak üzülecek. O yüzden içine sessiz sessiz ağlıyor. Son görüntüsü… Uyur gibi hali… Önce bakmak istememişti. Son haliyle aklında kalsın istedi. Ama annesi babasının başucunda, elleriyle yüzünü okşuyor, saçlarını seviyor alnından öpüyor onla sohbet ediyordu. Alnında büyük bir yara izi vardı, gençken araba kazasında cama kafası geçmiş. Sağ kulağının da yarısı kopmuş, kurtarabildiklerini dikmişler. Yara izine üzüldü yıllarca. Kulağına da…
Uyuyor gel bak, çok huzurlu, dedi annesi. Gerçekten de huzurla uyuyordu. Sanki birazdan kalkacak da her zaman olduğu gibi tıraş olup gömleğini, takım elbisesini giyecek özenle kravatını takacaktı.
Yıllarca tıraşını herkese inat alıştığı fırçayla ve jiletle yaptı. Açık sarı renkli, tahta saplı, yuvarlak kıllı tıraş fırçasını suda hafifçe ıslatır; yuvarlak, beyaz, taş gibi sert; üzerinde, kırmızı parlak kâğıtta yüzünü tıraş eden, güler yüzlü, yakışıklı adamın resminin olduğu sabunda köpürtürdü. Az köpürürse tekrar hafifçe ıslatır devam ederdi köpürtmeye. Ama hiçbir zaman o yakışıklı adamınki gibi bol köpüklü olmazdı. Büyük bir sabırla yanaklarına, dudağının üzerine, boynuna sürerdi. Asker olduğu için bıyık bırakamadı. Tıraş bıçağıyla önce yanağından başlar, çenesinden boynuna inerek o köpükleri yok ederdi sakallarıyla birlikte. Bıyığını en sona bırakır kendini seyrederdi bir kaç dakika sonra dilini dudağının altına koyup devam ederdi. Tıraş bıçağını, çeşmeden akan su ziyan olmasın diye sürekli kullandığı küçük, yuvarlak, beyaz su tasına arada daldırır, temizlerdi. Sudan çıkardığında hafifçe tık tık tasın kenarına vurur, bıçaktaki kalıntıları suya dökerdi. Yüzünü yanlışlıkla kestiğinde sigara kâğıdının bir parçasından kopartır koyardı kanayan yere. Bazen yanlışlıkla işe beyaz beneklerle gittiği de olurdu. Resmi kıyafetin tüm ciddiyetinde o beyazlarla komik görünürdü. Emekli olunca bıyıkla birlikte köpük ve kullan at tıraş bıçağı dönemi de başladı ve yüzünü hiç yanlışlıkla kesmedi.
Gidenlerin son ruh halleri yüzlerine yansıyor, diye düşündü babasının yüzüne bakarken. Üzgünse ağlar gibi, öfkeliyse her an kızacak gibi, şoktaysa şaşırmış gibi, acı çektiyse canı yanmış gibi, huzurluysa melek gibi…
Ufak tefek, esmer, yakışıklı, geriye doğru taradığı saçları neredeyse hiç dökülmemiş, tek tük beyazı olan, uzaktan bakıldığında bıyıklı haliyle bile ben askerim dedirten biriydi. O boyuyla ordu takımında voleybol oynadığını hatta çok iyi bir pasör çaprazı olduğunu söylerdi. Öyle yükseğe hızla sıçrarmış ki sıçrayıp indiğini, smaç vurduğunu gözle takip edemezlermiş. Bir bakarlarmış top rakip takımın oyun alanında. Gerçekten de hareketleri çok seriydi, çok yerdi ama kilo almazdı. Son yılları onu yavaşlatmıştı. Yüzünde gülümsemeyle kendinden emin bir şekilde karşıdan karşıya hızla koşarak geçtiğini sanır ama olduğu yerde minik adımlarla sayar dururdu. Kızı, baba koşsana araba geliyor, dediğinde, koşuyorum ya kızım, derdi.
O da burada olacaktı şimdi, birlikte yemek yiyecekler, baba ekmeği az ye, diyecekti. Sonra gizli gizli sigara içecek ve utanacaktı kızından.
Bazen de toprağa yatıp, öldüm ben, diyorum. Gece gidiyorum genelde. Parklara tabii. Kimse yokken. Gece açık gökyüzünde ölmek de keyifli. Gözümü kapatmıyorum, yıldızlar görünüyorsa onları seyrediyorum gözümü kırpmamaya çalışarak. Gözü açık ölenler de var. Şehrin gürültüsü de geliyor. Bazen de sokak köpekleri eşlik ediyor bana. Ne yapıyorum, diye merak ediyorlar. Ölü olduğum için kımıldamıyorum. Koklayıp gidiyorlar. Bir keresinde büyük heybetli bir çam ağacının altını seçmiştim, kalktığımda her yerim yapış yapıştı, çamın reçinesi akmış toprağa. Çok da zor çıkıyor. Ama kokusu çok güzeldi. Onun kokusu da güzeldi, duru su gibi…
Saçlarıma bulaşan reçineyi çıkarmak günlerce sürdü. Kestim çoğu yerlerini zaten. Saç da gitmiyor, kemikler gibi kalıyor… Onun saçları yok… Ama dişleri vardı, çok güzel ve sağlıklı.
Tek gözü kör halasının gidişi, o da geliyor aklına. Küçükken bir arkadaşı çöp sokmuş gözüne, o günden beri sağ gözü kapalı kalmış. İçinde gözü erimiş. Köy yerinde oldukları için doktora da götürmemişler. Son anlarıydı babasıyla ziyaretine gittiklerinde. Yan yatıyordu. Kardeşinin geldiğini söylediler. Başını kaldırıp gören gözü ile onlara baktı. Göremedi. Karşıma gel de yüzünü göreyim, dedi. Babasına mı dedi ona mı anlayamadılar. Halasının kafasını kaldırıp o tek gözüyle bakan bakışı… Sanki son halini iyice kaydediyordu gitmeden. Kafasını yastığa koydu; abam geliyor başucuma, onu görüyorum, dedi. Annesine abam dediğini baba yavaşça söyledi. Bu halinin aynı annesinin gitmeden önceki haline çok benzediğini de. Annemin yüzü yerleşmiş ablamın yüzüne, dedi. Yaşlı, kırışık, gitmeye hazır…
Babasının da bir gözü iyi görmezdi. Görünüşü sağlamdı ama gözünün. Hatta ehliyet muayenesinde görmeyen gözüne diğer gözü yardım etmiş. Eliyle kapattırmış doktor gözünü. O da parmağının arasından okumuş yazıları. Ehliyeti aldığı için o kadar mutlu olmuş ki neredeyse gözünün o halde olduğuna sevinmiş. O gözü görseymiş alamazmış ehliyeti. Babası da giderken son bakışını tek gözü ile yaptı. İki gözü ile bakıyordu ama gören gözü başkaydı. O gördüğüne bakıyordu. Bir şeyler anlatmaya çalışıyordu baktığına. Diğeri, sanki babasına ait değildi. Yeni fark etti. Ruh gözden bakıyor. Bir şeyler de mırıldandı ama anlayamadı. Ağzından boğazına doğru inen hortum engel oluyordu. Ne demek istedi acaba, diye hep merak etti. Elleri buz gibiydi, ısıtmaya çalıştı. Baba baba uyan, diye sürekli seslendi. Yoğun bakımdakiler aslında anlıyorlar gideceğini, onun çabasının boş olduğunu biliyorlar ses çıkarmıyorlar, boş boş bakıyorlar bu kadın ne yapıyor, diye. Zaten son anları dercesine içeri alıyorlar aile fertlerini. Tek tek girin, diyorlar. Karasinekler… Onlar da gelmeye başlıyor… Kapı önünde ise kaybedilen hasta yakınlarına yapılan soğuk konuşmalar, onların çığlıkları… Kabul edememe… Karasineklerin uçuşu…
Bir gün gündüz denedim, parkın en boş en kuytu yerini seçtim. Uzandım toprağa. Hiç kımıldamadım. Gözlerimi kapattım. Ama güneş öyle güzeldi ki ölmeyi anlamadım hiç. Ben ayı seviyorum o güneşi… Güneş ve ben… Öyle mutluydum ki… Sıcacıktı, sarı sıcak sarıp sarmaladı beni. Karınca yuvasına uzanmışım bilmeden. Üzerimde yüzlerce binlerce karınca ile yattım öylece. Ölüyüm ben, kımıldamayım, dedim ama kendim bile inanmadım. Sıcacık güneş, arada beni ısıran şirin karıncalar, sırtıma, bacaklarıma batan taşlar, kalbimin sızısı…
Buz gibiydi… Bedeni ısıtan ruh, demek ki ruh gidince beden soğuyor. İçi çok rahattı, babasını üzmediğini düşündü, o iç huzurunu hissetti. Giden birinin ardından bu huzuru hissetmek ne güzel. Özlem, yalnızca özlem olacaktı… Erikler dalda tekrar yeşil yeşil olacak, sonra güneşte yanarak rengini tadını alıp mürdüm eriği olacaktı… Gidenleri de rahat bırakmak gerekiyor, gitmek istiyorlarsa gidiyorlar… Babası da nefes alamıyorum, dedi… Gitti.
Sâlâ okunuyor.
Gökyüzünü seyrediyorum; bulutların beyazlığına, şekillerine, maviliğe, özgürlüğe bakıyorum…
Hoca kimin vefat ettiğini mahalle sakinlerine duyurdu. Ben duyamadım. Kimse de duymadı sanki. Şehir öyle gürültülü ki! Biri, “Hayırlı işler, kendine iyi bak abi,” diyor bağırarak. Onu duyuyorum. Korna seslerini, araba gürültülerini, şehrin uğultusunu… Arada minik serçelerin bıcır bıcır sesleri geliyor.
Ihlamurlar çiçek açtı, öyle güzel kokuyor ki, iğde kokusu zamanı geçti, kırlangıç mevsimi… Kırlangıçların kanat çırpışı bana kokuları taşıyor. İlk nergis kokusu olur, sonra leylak sonra iğde, iğde kokusu ile birlikte hanımeli, şimdi de ıhlamur çiçeği kokusu… Yakında akşamsefaları başlar. O kadar hoş ki…
Hoca, sustu. Şehir, susmadı… Mefta kim acaba? Kaç yaş yaşadı? Mefta ne demekse? Bana mefta densin istemezdim. Giden canımız dense. Baktım. Yanlışmış. Mevtaymış. İnsan ölüsü. Mevta olmayı denedim. Nasıl mı?
Tespihi nerede, diye sorduk giysilerini alırken… bilmiyorlardı… herkese sorduk… bulamadık…
edebiyathaber.net (20 Nisan 2023)