Niyazi bütün gün gözükmedi. Sabahtan öğlene öğlenden akşama ha geldi ha gelecek. Gelmedi. Ertesi gün ve bir sonraki gün de…Her köşe başı, her taşın altı ıssızlaştı. En kötüsü de çocuklar huysuzlaştı, analar çocuklarını nasıl oyalayacaklarını bilemediler. Saç baş yoldular, kocalarına ver yansın ettiler, kocaların başları öne kolları iki yana düştü. O soğuk, yağmurlu pazar öğleden sonrası yokuşun hemen başındaki bakkalla mahalle kahvesinin arasındaki meydanda kahvenin önündeki yüksek kaldırımı gövdesine siper etmiş kırmızı Anadol’dan arta kalan boşlukta toplandık. Niyazi’nin nerede olacağına dair fikri olan çoktu da nihayetinde dönüp dolaşıp şu üç kilometre karelik alana takılıp kalıyorduk. Sonunda her yeri aradık. Apartman boşlukları, bodrumlar, boş arsalar, top sahası, parktaki ağaçların ardı, rıhtımdaki takalara bile baktık. Yok! Yer yarıldı yerin dibine girdi sanki Niyazi. Mahallenin tekmil çocukları peşine takılıp ardı sıra sokakları arşınlarken alaycılıkta sınır tanımayan esnaf takımı; bıyık altından gülen berber, uzattığı bir somun ekmeği bin bir terane ile veren fırıncı, pis bakkal bile mahzunlaştı. Nereye gider bu yaşlı oğlan? Telaş, usulca dilden dile dolaştı. Mahalleye doğdu, başkaca bildiği ettiği yerde yok. Aramalar sonuç vermeyince bekledik. Tam yokluğuna alışıyorduk ki bir sabah parkın önünde bitiverdi. Üzerinde kahverengi paltosu elinde sopasıyla hiç gitmemiş gibi ve o eski terane hiç bitmemiş gibi kaldığı yerden tekrar başladı.
Niyazi bul bul
Niyazi bul bul
Niyazi dönünce üzerimizden büyük bir yük kalktı. Yılların emanetini kaybetmiş olmanın huzursuzluğu ile sarmalanan yüreklerimiz ferahladı. Oh sonunda geldin, nasıl bakardık babalarımızın mezarlarının kara yüzüne. Yıllardır ardı sıra dolaşan, oynaşan çocuklar sahipsiz, analarının elleri bağırlarında kalmıştı. Kırmızı Anadolu’nu nicedir yerinden kıpırdatmayan huysuz Necmi Bey amcanın bile yüzüne renk yürüyüşüne canlılık geldi. Hele sessizliğiyle ıssızlığa gömülen öksüz kalan sokakların garip hali, geldin de kulaklarımızın pası gitti şarkımız kaldığı yerden devam etti.
Niyazi bul bul
Niyazi bul bul
Hava güzel ise sabahladığı parktan, kötü ise kahveci Rasim’in dükkânının önünden başlar terane. Önce Niyazi peydahlanır, elinde uzun bir sopa, üzerinden yaz kış çıkarmadığı kahverengi paltosu, boynunda incelmiş, ilmekleri yol yol kaçmış el örmesi kırmızı bir kaşkol, saçı sakalına karışmış, bıyıklarının ucu sümüklü, sarı…Arkasında birer ikişer çocuklar. Niyazi, garip hikayesi ve ardına takılan bir grup şamatacı çocukla gün boyu mahalleyi dolaşır, kâh sinirlenir kâh güler ama genellikle susar. Çocuklar değişir; kimi zil çalar okula gider kimi anası çağırır eve, boş arsada top koşturmaya gidenlerde az değil hani ama illaki arkasına takılan birileri olur. El değiştiren bayrak yarışı misali. Değişmeyen bir tek Niyazi bir de çocukların dillerine pelesenk ettikleri nakarat.
Niyazi bul bul
Niyazi bul bul
Üç paralel sokak, sokakları ortadan kesen iki büyük cadde ve rıhtım. Rıhtım, balıkçı tekneleri üzerlerine kurulan balık ızgaralarından taşan mis gibi kokularla Niyazi’yi durduran tek yer. Burada eski barakanın mavi sundurmasının altında karşılıklı balık yemişliğimiz bile vardır. Niyazi’nin günlük kısmetini bilir ona göre davranır balıkçı tayfası. En kesat günlerde bile kendi aşını paylaşır boynu bükük bırakmazlar. Rıhtıma varınca arkasındaki veletler çil yavrusu gibi dağılırlar. Herkes bilir ki Niyazi karnını doyurmadan ayrılmaz buradan. Uzun sopasını eline almaya görsün nereden haber alırlarsa yine doluşurlar arkasına…
Niyazi bul bul
Niyazi bul bul
Niyazi çocuktu büyüdü, büyüdü yaşlandı, yıllardır onu takip eden yüzler hiç değişmedi. Hep aynı esmer, hep aynı sarışın. Anasının tombul yanaklı, kırmızı suratlı oğlu, süpürge saçlı kızı. En çok da oğlanlar peşinde. Şamatanın şarkısı aynı tınısı değişik. Eskiden evlerden aşırılan tencere tava çalınırdı ardından şimdilerde peynirci Nuri’nin tenekeleri. Son zamanlarda bir de bet sesli patlak darbuka karışmıştı işin içine, Çingene çalar Kürt oynar, misali.
Niyazi bul bul
Niyazi bul bul
Arayıp da bulamadığı olmamıştır, derdi, babam sigarasından derin derin nefeslenirken. Altını, parası, kocası kaybolan, kızı kaçan soluğu kapılarında alırdı.
Onun sayesinde mahalleye hırsız dadanmaz, kocalar kaçamaz, kızlar mürüvvetlerine eremez olmuşlardı. Bir iki ben de şahit oldum. O çivit yeşili gözlerini mağdurun yüzüne diker dinler dinlerken hafif öne arkaya sallanır sonunda bakışlarını evlerinin mavi badanalı duvarlarına dikerdi. O vakit anacığı odada kim varsa dışarı kış kışlar, Gidin hele haydi sabah ola hayrola, derdi. Sarsak sarsak terk ederdik odayı. Niyazi de gece rüyaya yatar sabahına eliyle koymuş gibi bulurdu. Böyle böyle ünü yayılmaya karınları doymaya başladı. Kaybını bulan; minnetini bir somun ekmek, kümesinden üç beş yumurta biraz varlıklıysa tavukla gösterir pek azı da biraz para bırakırdı. O zamanlar rıhtıma yakın son yıkıntıda otururlardı. Bir anacığı bir de o. Babası o doğmadan sırra kadem basmış. Babanı niye aramıyon lan, der takılırdık ara sıra. Gözleri uzaklara dalar omuz silkerdi. Az konuşurdu. Biz de gençtik tabi bıyıkları yeni terlemiş, ele avuca sığmayan delikanlılardık, öyle halden pek anlamazdık. Üzer miydik? Üzülürdü her halde üzülmez mi insan. Babam burayı hep kısık sesle söylerdi. Suçlanmış gibi gözlerini kaçırır bazen de konuşmayı yarım bırakır giderdi. Anlatmadığı, anlatamadıkları boğazına takılırdı.
Derken bir sabah yarım akıllı anası da çekip gitmiş. O bayram sabahının çocuk sevinçleri kursağında kalmış, Niyazi’nin. Öyle kimsesiz bir başına kalmış ortalarda eli ayağı kesilmiş oğlanın, mahalleli sahiplenmese… O gün yemin etmiş bir daha kimsenin kaybının yüzüne bakmamış ne anasını ne de başkaca bir şeyi aramamış.
- Eeee ne yapmış?
- Çalışkan çocuktu, çok becerikliydi tamir edemediği motor, makine yoktu kim ah dese yanında biter eli ayağı olurdu, demişti babam gözlerinden geçen belli belirsiz bir gururla. Bizden önce büyüdü ekmeğini taştan çıkaran akıllı uslu genç bir adam oldu oldu da kader onu deli divane etti.
- Peki ne oldu da bu hale geldi?
- Fakiri, çamuru bol mahallelerin birinde jandarmanın, polisin bulamadığı o yavrucağın cansız bedenini eliyle koymuş gibi bulunca tekmili birden dert oldu garibanın başına. Oğlum sana ne? Etme eyleme, polisin bulamadığını sen mi bulacaksın, hani yeminliydin kimseyi aramayacaktın, dediysek de laf dinletemedik. Çocuğun gözü yaşlı anasının getirdiği elbiseyi aldı koynuna yattı, sabahına buldu bebeciği başına da derdi.
Gerçek katil bulununcaya kadar çok hırpalamışlar. Mahalleye geldiğinde bildiğin yarı deliymiş. Günlerce ateşler içinde yatmış. Kendine gelir düzelir diye beklemişler ama yitip gitmiş o güzelim oğlan. O gündür başlamış sokak sokak dolaşmaya. Ne kadar dil döktülerse kar etmemiş. Elinde bir uzun sopa arkasında çocuklar.
Niyazi bul bul
Niyazi bul bul
Önceleri peşine takılan veletlerden pek bunalmış. Dil dökmüş, nasihat etmiş, bağırmış, küfür etmiş, tekme tokat girişmiş ama nafile. Bir türlü kurtulamamış şu şamatacı veletlerden. Mahalleli de ayrı uğraşmış sonra hepsi birden kabullenmiş durumu. O gündür; üç sokak, iki cadde günde beş posta elinde asası, peşinde çocuklarla dolaşıp durur Niyazi. O güneşli kış sabahına kadar.
Niyazi bul bul
Niyazi bul bul
Ortadan kaybolup geri geleli yedi gün olmuştu. Yedi soğuk kış günü. Nereye gitti, ne yaptı, kimlerle görüştü hiç öğrenemedik. Hayat kaldığı yerden devam eder oldu. Yedinci günün sabahı güneşli bir pazar gününe uyandık. Kışın ortasında güneşin böyle ışıldaması görülmüş şey değil. Çocukları da evde tutmak mümkün değil. Yağlı ekmeğini kapan soluğu sokakta dahası Niyazi’nin yanında alıyor. Bir iki derken tam kırk bir çocuk. Niyazi o gün bir başkaymış. Palto aynı palto, kaşkol aynı kaşkol ama saçı sakalı arasından ışıldayan gözleri tülsü bulutlarla kaplı mavi gökyüzüne bir başka bakıyormuş. Yani görenler öyle söylüyor. Tuhaftır çocuklar tamam olunca kirden iyice kararmış tırnaklı elleri ile yüzlerini sıvazladığını görenler olmuş. Sonra bir şef edası ile kollarını kaldırıp, Hazır mıyız? diye ünlemiş. Çocuklar hep bir ağızdan, Hazırız, deyince şamata başlamış.
Niyazi bul bul
Niyazi bul bul
Mahalle uzun süre böyle şamata görmemişti. Kış güneşinin keyfi ile açtığımız pencerelerden evin içine çocuk sesleri doluyordu. Bizim çocuk şükür ki daha doğmamıştı. Bir şenlik havası kapladı ortalığı. Evlerinin pencerelerinde sarkan analar babalar neşeyle el ettiler arkalarından. Her sokak çocukları bir sonraki sokağa uğurlamanın verdiği huzurla günlük işlerine daldı. Herkes rahattı çocukların yeri belliydi. Pazar gününün rehaveti ıssızlaşan sokaklardaki zamanı unutturdu. Akşam olup da çocuklar evlerine dönmeyince ortalığı saran sessizliği ve sisi fark ettik. Epey zamandır Niyazi de çocukların yaratığı şamata da yoktu. Peki ya bu sis nereden çıktı? Önce fısıltılar başladı ardından yayılıp dalga boyu laflar oldu. En son akşam on olduğunda bakkalın önünde ana babalar toplanmaya başlamıştı. Herkes birbirine en son ne zaman görüldüklerini soruyor sormakla kalmıyor tekrar tekrar sokakları arıyorlardı. Saat on iki olduğunca üç sokak, iki cadde ve rıhtım defalarca aranmıştı. Apartman boşlukları, bodrumlar, boş arsalar, top sahası, parktaki ağaçların ardı, rıhtımdaki takalara bile baktık. Aynı Niyazi’nin o ilk kaybolduğu günlerdeki gibi. Sanki tarih tekrar ediyor geçmişin fısıltıları bize bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Niyazi’den dahası kırk bir çocuktan en ufak bir iz yoktu. Yer yarıldı da içine girdiler sanki. Sonrası tufan… Polis, jandarma kim varsa tüm şehir hatta ülke akın akın mahalleye gelmeye başladı. Kaybolan çocukların resimleri dağıtıldı. Bir tek Niyazi’nin resmi yoktu. En son nerede görüldüler, üzerlerinde ne vardı. Kaç çocuk? Kırk bir. Bakkal Recai, en son şu yokuşu inerken rıhtım yolunda gördüm, dedi. Tuhaftır balıkçı tayfasından onları gören bir Allah’ın kulu olmamış. Haydi görmediniz, dedi, komutan bahsettiğiniz şamatayı da mı duymadınız? Herkes şüpheyle baktı birbirine gözlerini değirmeden. Analar ağıt yakmaya babalar saçlarını yolmaya, nineler sessizce dua etmeye başladı. Akıllarda hep aynı soru?
– Niyazi nerede?
– Yok
– Çocuklar nerede?
– Yok
Komutan söylendi, Kardeşim yokuşun sonu rıhtım, rıhtımın sonu deniz. Buhar olup uçmadılar ya… Ya buhar oldular ya balık.
Niyazi ve kırk bir çocuk ortadan kaybolalı bu sokaklar, bu şehir ıssız kaldı. Sanki böyle biri hiç var olmamış, bu dünyada hiç nefes almamış gibiydi. Çocuk seslerinin süpürdüğü sokaklarda artık tekinsiz bir rüzgâr dolaşıyor. Derler ki rüzgâra iyice kulak verirseniz kırk bir çocuğun aynı anda ünlediği inceden bir şarkı gelir kulağınıza
Niyazi bul bul
Niyazi bul bul
edebiyathaber.net (3 Eylül 2020)