Ben yanlışın yanlış olduğunu bilirim. Doğruyu bulmakta zorlanırım ama yanlışı ayırmakta maharetliyim. Akademisyenliğin getirdiği bir şey olabilir. Sınav kağıtlarını okurken bile küt diye ayıklarım yanlış cevabı ama doğru cevabın ne kadar doğru olduğu genellikle duraksatır beni. Bazen sanki herkes her zaman bilir yanlışın yanlış olduğunu diye düşünürüm. Bazen düşünmem…
Bu mektupla teklif edilenin de yanlış olduğunu en başından beri biliyordum ama bir yandan da bir imkan olduğunu düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. “Yanlış ama imkan” olması olasılığıyla, “yanlışa imkan” olması tehlikesi arasında bir yerlerde sarkaç misali gidip geliyordum. Başka zaman olsa o mektubu, belki ilk okuduğum anda, yırtıp atardım. Başka zaman olsa… İçinde olduğumuz maddi sıkıntının ailevi sıkıntıya dönüştüğü böyle bir dönemde bu ışığa ulaşma olasılığını yok sayamazdım. Yok sayarsam bu da yanlış olurdu, onu da diğer yanlışları bildiğim gibi biliyordum.
O akşam çocukların yatmasını bekledim. Normal davranmaya çalışıyordum ama içimde içime sığmayan bir şeyler kıpırdanıyordu. Yemekte büyük kızım farklı bir durum olduğunu anlamıştı, çok düşkündür bana, “Baba biraz canın mı sıkkın?” diye yokladı. Yok bir şeyim dedim, söylediğimden kendim de ikna olmadım, “Biraz başım ağrıyor, yemekten sonra bir ilaç içeyim…” diye geçiştirmeye çalıştım. Küçük kızım “Baba senin hep başın ağrıyor zaten” dedi, makarnasını yemeye devam ediyordu. Annesinin söyleyemediğini söylüyordu sanki. “Sen hep…” diye beni anlatan cümlelerden nefret ediyorum.
Bu gibi durumlarda evde üçüncü bir odamızın olmaması içimde buruntulu bir eksiklik duygusu yaratıyor. Bana sorarsanız hayattaki en büyük eksiğim bu. Gerçi herhalde üçüncü bir oda olsa Nevin önce çocukların odalarını ayırmak ister ama bence o odayı çocukların da, benim de çalışabileceğim bir kütüphane odası yapmak kesinlikle daha iyi bir fikir. Üçüncü odamız olmadan kafamın içinde bu konuda Nevin’le girişeceğimiz mücadelenin başlamış olması ne fena… Daha kötüsü üç odalı evimiz olamadan dört odalı eve ihtiyacımızın ufukta gözükmesi… Beş odalı… Altı odalı… Odasız… En güzeli odasız evler.
Yemekten sonra biraz televizyon izledim. Hiçbir şey yapasım olmayınca televizyon izliyorum. Nevin ufaklıkla biraz ders çalıştı. Büyük telefonuyla uğraşıyordu. Saat ona doğru çocuklar odalarına uyumaya gittiler, Nevin mutfakta bulaşık makinesini boşaltmaya başladı. Mektubu çantamdan çıkardım, götürdüm mutfak tezgahının üzerine koydum.
“Bugün böyle bir mektup aldım. Birisi makaraya alıyor olabilir mi diye aradım üzerindeki numarayı, beni ilgili kişiye bağladılar. R’leri söyleyemeyen bir adamdı, bunun ilkini geçen sene düzenledikleri bir etkinlik olduğunu, kendi aralarında talih kuşu çekilişi dediklerini, çok şanslı olduğumu söyledi. Mektupta yazanları bir bir anlattı. Benden cep telefonumu istedi ama vermedim, programıma bakıp kendilerini arayacağımı söyledim.”
Nevin bana bakmıyor, mektubu okuyordu:
“Sayın Fazlı Bilir,
Mephistopheles Hotel ve Casino olarak her yıl düzenlediğimiz “Sen Kasa Ol” etkinliğimizin bu yılki talihlisi olduğunuzu bildirmek isteriz.
10. Etkinlik kapsamında 28 Ağustos …. tarihinde saat 20:00-24:00 arasında 1 numaralı rulet masamızda kasa siz olacaksınız. Başlangıç kasası olarak tarafınıza 10.000 Türk lirası tutarında kasa fişi tahsis edilecek. Gece saat 24:00’e kadar masanın elde edeceği hasılatın tamamı, gecenin sonunda, 10.000 Türk Liralık başlangıç tutarı düşülerek tarafınıza nakit olarak elden teslim edilecek ya da banka havalesi yoluyla aktarılacak. Dilediğiniz taktirde, nakit tutarı almaktan feragat edip, gecenin sonunda, hasılat tutarının iki misli oranında oyun fişini, tüm masa ve makinelerimizde kullanılabilir olarak, almayı tercih edebilirsiniz. Bu durumda, mihmandar eşliğinde kullanılabilecek bu fişlerin tutarı kadar oyun oynamak zorunluluğunuz olduğunu hatırlatmak isteriz. Bu tutarda oynayacağınız oyundan elde edeceğiniz tüm kazanç yine tarafınıza nakit olarak elden ya da banka havalesi yoluyla teslim edilecek. Önemle hatırlatmak isteriz ki, masanın olası zarar etmesi durumunda başlangıç kasası olan 10.000 Türk Lirasının tarafınızdan karşılanması gerekecek olup bakiye zarar işletmemiz tarafından karşılanacaktır. Unutulmaması gereken iki temel prensipten birincisi “Kasanın her zaman kazandığı” ise ikincisi de “kaybetme ihtimali olmadan kazanma ihtimalinin varolamayacağı” dır. Her durumda otelimizde bir gece iki kişilik konaklama, sabah ve akşam açık büfe yemekleriniz ve ikinci gece onurunuza düzenlenecek geniş katılımlı akşam yemeği kazandığınız ödüle dahildir. Bu ödül satılamaz, devredilemez, ertelenemez niteliktedir. Ulaşım giderleri tarafınıza aittir. Havaalanı-otel, otel-havaalanı transferleriniz otelimiz tarafından tahsis edilecek limuzin servisle sağlanacaktır. Kurulduğu günden bu yana şans dağıtmayı misyon edinen işletmemizin en şanslı müşterilerinden olma imkanını elde ettiğiniz için sizi bir kez daha kutlarız. Katılım ve işlemleriniz için lütfen aşağıdaki telefonlardan bizimle temasa geçiniz.
Saygılarımız ve özel tebriklerimizle…”
Nevin mektubu sanırım birden fazla kez okudu. Bekledim. “Özel tebriklerimizle…” dedi ve tezgahın üzerine, aldığı yere bıraktı, bulaşıkları yerleştirmeye devam etti.
“Ne diyorsun, sence de bir bit yeniği var gibi durmuyor mu?”
“Ben senin bitlerini anlayamıyorum artık Fazlı…”
“Bugün bizim Serdar’a gösterdim, o bilir bu Kıbrıs casinolarını, okudu, ‘ya birisi seni makaraya alıyor, ya da masada bir üç kağıt kuruyorlar, hiçbir kumarhane rulet masasının hasılatını müşteri bile olmayan birisine yedirmez’ dedi. ‘O masanın gecelik kazancı en az yüz bin liradır, hele böyle bir etkinlik varsa ilgi o masada olur, beş yüz bin lira toplanır. Kim kime verir hocam, çekiliş mekiliş, bana inandırıcı gelmedi’ diyor.”
“E anlatmış işte sana, bana ne soruyorsun?”
“Düşünsene burdan bir beş yüz bin liranın geldiğini. Vazgeçtim, ikiyüz bin lira gelsin…”
“İki yüz bin lira gelse ne olacak Fazlı, sen onu da üç beş seyahatle yersin, gider… Lütfen bana bunları anlatma… Hafta başında servis paralarını ödeyeceğiz, benim maaşım yatmadı daha, sende para var mı? Bunları konuşalım lütfen…”
“Ben hallederim servis paralarını.” dedim, mektubu aldım, salona doğru yollandım. Gözümün önüne bizim kızlar geldi, apartmanın kapısının önünde sırtlarında çantalarıyla servisin arkasından bakarken gördüm onları. Burnuma servisin egzoz kokusu geldi.
Mektup iki gün çantamda gün yüzü görmeden dolaştı. Mümkün olduğunca aklıma da getirmemeye çalışıyordum. Ama aklımdaydı. Cuma günü bütün öğleden sonra fakültedeki odamda mektubu ve oradan alabileceğim bir kaç yüz bin lira ile neler yapabileceğimi düşündüm. İlk yüz bin lirasını hiç el sürmeden Nevin’in hesabına yatıracaktım. Aramızdaki paraya bağlı sorunlar ortadan kalkarsa ilişkimizin nasıl bir şekil alacağını merak ediyordum. Tek sorunun para olmadığını biliyordum ama paramız olsaydı… Neyse, ikinci yüz bin lirayı Nevin’in tahmin ettiği gibi (beni benden iyi tanıdığını düşünüyorum çok zaman) kitabım için harcayacaktım. Altı yıldır, Anadolu’da Selçuklulardan önce konuşulan bir dil konusunda bir araştırma yürütüyordum. Gramer yapısı olarak bugünün Türkçe’sine çok benzeyen, bazı sözcüklerin etimolojik köken itibariyle neredeyse aynı olduğu Olemgu dili ile ilgili bir kitap hazırlıyordum. Hatırı sayılır bir kaç fon da kullanmıştım ama bu dili konuşanların torunlarının torunları artık Anadolu’da olmadıkları için Kuzey Asya’dan Balkanlar’a, Rusya’dan Endülüs’e onlarca yolculuk yapmam gerekiyordu ve maaşımın da çoğunu bu konuda kullandığım için hayatımızda sıkıntılar oluşuyordu. Yayınladığım iki makale büyük beğeni toplamıştı, üç ayrı konferansta bu dille ilgili bulgularımı anlatmıştım. Kendime iki sene içerisinde bu çalışmayı tamamlamak ve yayınlanır hale getirmek için söz vermiştim. Bence bu Kıbrıs’tan gelen talih kuşunun, eğer bir talih kuşuysa, başıma konmasının sebebi bu çalışmayı tamamlamam için göklerden gelen destekti. İkinci yüzbin lira çalışmama ayrılacaktı.
Eğer iki yüz bin liranın üzerine çıkabilirse kazanç, ilk yirmi bin lirasını kendim için bir kenara ayırıp geri kalanını kızların eğitimi ve bir ev alma hayalinin temelleri olarak bankaya yatıracaktım.
Ofisteki masamda oturmuş olmayan parayı pay ederken havanın kararmak üzere olduğunu farketmedim. Geç kalmamalıydım çünkü niyetim Lütfi dükkanı kapatmadan yetişmekti. Çocukluk arkadaşımdı Lütfi, eczanesi vardı, hem mektubu göstermek, fikrini almak, hem de servis parası için borçlanmak için uğrayacaktım.
Dolmuştan indiğimde Lütfi dükkanın önünde çapraz metal ayaklı küçük mavi masanın iki çapraz ayaklı mavi sandalyesinden birisinde oturmuş çay sigara keyfindeydi. Beni görünce sevindi, “Vayyy, biraderim hoşgeldin…” diye iki yana kocaman açtı kollarını. Sarılmayı seven adamları seviyorum.
“Yine dükkanda sallama çay yapmadın inşallah” diye takıldım, “şurdan taze bir çay söyle bana da…”
“Boşver çayı, hava kararıyor, sana takviyeli bir neskafe yapayım” dedi.
“Takviyeli nasıl oluyor oğlum ?” diye baktım.
“Sen karışma…” dedi, göz kırptı. İçeri girerken “Otur..” diye sırtıma vurdu. İçerden su ısıtıcısının sesini duydum. Yolun karşısındaki Köfteci Kadir’le el salladık birbirimize. Bu mahalleyi seviyorum, Lütfi’nin annesi de bu mahallede oturur hâlâ… Lütfi on dakika mesafede bir siteye taşındı yıllar önce. Hiç evlenmedi. O bu mahalleyle, bu dükkanla evli. Bu mahalle ile bizim köy arasında ortak bir şeyler olduğunu düşünürken Lütfi elinde iki kahve kupasıyla geldi. Kahvemi önüme koydu, kendisi oturmadan ayakta bir sigara yaktı. Sigara yakarken kafasını bir tarafa eğip bir gözünü kapatan adamlar bence sigarayla başka türlü bir ilişki kuruyorlar. Kahvemden bir yudum aldım, çok kötüydü, yüzümü ekşittim.
“Ne bu, votka mı koydun kahveye?”
Hızla oturdu yerine, bana doğru eğilip fısıltıyla, “Oğlum sus, yakacak mısın beni, çıkarma sesini…” dedi telaşla, etrafa bakındı duyan var mı diye? “Rom oğlum, her akşam bir ölçek, şifadır…” dedi, bastı yüksek sesle kahkahayı… Yüksek sesle kahkaha atabilen adamları seviyorum.
Sigarasından bir tane aldım, hiç alışamadım bu merete, sevmem de ama birisi karşımda içince bazen istiyor canım. Benden hızlı adamdır Lütfi, ben sigarayı alana kadar o uzanıp çakmağı aldı yaktı, sigaramı yakmak için kafamı ördek gibi uzatmak zorunda kaldım.
“Naber, nasıl gidiyor Urduca? Bitirdin mi kitabı?” diye sordu.
“Ulan Lütfi, Urduca nereden çıktı? Hâlâ öğrenemedin şunun doğrusunu. Öğretmeyeceğim bundan sonra. Oğlum insan önce hal hatır sorar, çoluk çocuğu sorar… Bilhassa yaramı kurcalıyorsun önce di mi?”
“Ne kurcalayacağım oğlum, suratına bakınca anlıyorum ben senin yaranı, ondan soruyorum.”
Anlattım, kitapla ilgili bitirdiğim iki bölümden, planladığım on iki günlük Aral gölü ve Hazar Denizi civarına yolculuktan bahsettim. Beni dinlerken sağa sola bakınıyor, arada, “Aral gölü mü? O kurumamış mıydı ?” gibi sorular soruyordu. Kahvemden olabildiğince büyük yudumlar alıyordum. Uzattığımı farkettim, kitapla ilgili konuyu geçtim, sen nasılsın kısmını hallettim, bütün günleri aynı geçen bir adama sorulacak fazla da bir şey yoktu, anne de iyiyse konuya girebilirim diye düşündüm.
“Sana şimdi inanamayacağın bir şey göstereceğim.” dedim, elimi sandalyenin sırtına asılı çantama attım.
“Korkutma beni…” diye alaylı gülümsedi. “Yoksa bana hediye mi aldın?”
“Sana değil ama bana bir hediye geldi. Bakalım sen ne diyeceksin? “
Mektubu zarfıyla uzattım. Zarfa baktı, “Oğlum, kumarhane bu…” diye ciddiyetle suratıma baktı. “Aç…” dedim. Mektubu çıkarıp okumaya başladı. Yüzünde ince bir gülümseme oldu. Biraz daha ilerleyince “Uu, huuuu…” diye bir ses çıkardı. Bitirince arkasında başka bir şey yazıyor mu diye şöylece hızlıca tersini çevirdi. “Ulan sen çocukken de şanslıydın, okuldaki çekilişte de bir şey kazanmıştın sen…” Tamamen aklımdan çıkmış, doğru söylüyordu, okulda çekilişten bir fotoğraf makinesi kazanmıştım, hâlâ evde bir kutuda durur.
“Ne diyorsun?” dedim,
“Neye ne diyorum?” diye sordu. Mektup onda soru işareti yaratmamıştı. Hoşuma gitti. Belki de gerçekten sorgulayacak bir şey yoktu.
“Bana işin içinde bir iş var gibi geliyor?”
“İçinde iş var gibi mi geliyor? Oğlum seni silkeleyecekler, farkında değil misin? Buradan sana bir onbin yazar, haberin olsun. Gitti geldisiyle onbeş bin. Onbeş bin liralık milli piyango bileti alsan şansın bundan yüksek…”
Şaşırmıştım. “Niye öyle düşündün, rulette masanın kazanma şansı çok yüksek…” dedim.
“Tamam normalde öyle ama masayı ayarlarlar, etrafta üç beş gerçek oyuncunun yanına iki tane kendi adamlarını koyarlarsa sen bir lira bir lira kazanır, otuzbeş lira otuzbeş lira ödersin. Sen kendini kasa zannedersin ama kasa yine karşında oturmaktadır. Çaktın köfteyi… Bu masalar ayarlanıyor oğlum…”
“Gitme diyorsun yani…”
“Allah Allah… N’oldu sana be kardeşim. Hadi tezgaha uyanmadın, kumar ulan bu… Kumardan kazanıp kitaba mı yatıracaksın ? İçimizde cuma namazına giden bir sen vardın, sende de günah sevap kalmadıysa yakında kopar kıyamet…”
“Kumar günah diye mi gitme diyorsun ?”
“Şunu anlamaya çalışıyorum. Ben sana git desem ya da benimle konuşmasan gidecek miydin ?”
“Bilmiyorum, onun için sana soruyorum ?”
“Gitme sakın… Tezgah değilse bile eksik olsun batakhanelerinin parası…”
Çakmağa uzandım aldım önce, sonra bir sigara daha aldım, yaktım. Sessizlik oldu.
“Paraya çok sıkışıksan bende var biraz, takviye yapabilirim.”
Takviyeli kahveden bir yudum aldım. Çocukların servis parasını da aldım. Mektubu da aldım. O gece hiç uyumadım.
Cumartesi günlerini sevmem pek. Boşlukta hissederim kendimi. Ertesi gün ne yapacağını bilememenin boşluğu sanırım. Pazarlar araftadır asıl. Pazar biten haftaya mı aittir, yeni haftaya mı bilmiyorum. Çocukken pazarları yeni haftaya yıkar paklarlardı bizi. Belki o yüzden bana pazar yeni haftanınmış gibi geliyor. Ama cumartesiler boşluktadır, onu biliyorum. Öğlene doğru kalktım. Çocuklar ödevlerini yapıyorlardı, kahvaltı faslı bitmişti. İkisini de kocaman öptüm, sırnaştılar, küçük kız karnıma minik bir yumruk attı, çekip karnıma bastırdım başını, belime sarıldı. “Nasıl gidiyor ödevler, yardım lazım mı ?” dedim, büyük kız “Güzellll…” dedi. Ufaklık defterinde bir şeyler gösterdi, sonra durup dururken “Annem markete gitti.” dedi.
Traşımı oldum, Nevin geldi, üstünü değiştiriyordu, Çatalca’ya Rasim Amcama gideceğimi söyledim, hiçbir şey söylemedi, içeriye gitti. Mutfakta kendime ekmek arası bir şeyler hazırlamaya niyetlendim, vazgeçtim, üstümü değiştirdim, kızları öptüm, Nevin’e “çıkıyorum” dedim, çıktım.
Rasim Amcam babamın bir büyüğüdür, altı kardeşin abisidir, bizim köyden zengin olmayı başarmış tek adamdır. Zamanında Bayrampaşa’daki kuru bakliyat halinde tanımayan yoktu onu. Bir sürü iş yaptı, müteahhitlikten sinemacılığa kadar farklı farklı işleri vardı. Oğlu yok, kızlar işlerin başına gitmedi, damatlar Bayrampaşa’daki ilk dükkanı devam ettiriyorlar ama dükkanın da eski akarı yok diye biliyorum. Bizim oralarda köylü sevmez amcamı, bizim malımızı marketlere satıp zengin oldu derler. Rasim Amca da bu borcu yıllar önce köye yaptırdığı camiyle ödemeye çalıştı ama köylü cebine girmeyeni kendisine verildi saymaz. Rasim amcanın Büyükçekmece’de Neriman yengemle kendi adını vererek yaptırdığı ilkokul da kızdırmıştı köydekileri, babam da dahil. “Uygun düşmedi, okulsa önce buradaki çocuklara okul…” der babam hâlâ.
Bende de emeği çoktur amcamın, sever beni, o olmasa İstanbul’da bir üniversiteye babam beni yollar mıydı bilmem. Öğrenciliğimde maddi desteği de oldu ama onun varlığı bile babam için bir güvenceydi, biliyorum. Mezun olduktan sonra hiç para almadım amcamdan. Öğrenciyken arada bir cebime para koyar, “Amca var param” desem de, “İtiraz istemem, sen de mezun olunca talebelere destek olacaksın” derdi. Bana para verdiği için değil, ben kimseye destek olamadığımdan olacak, hep borçlu hissediyorum ona karşı. Parasızlıktan ölsem, amcamdan isteyemem artık. Ama faydalı adam hep faydalı adamdır, iki üç ayda bir uğrarım Çatalca’ya çiftliğe, her seferinde çıkar beraber toplarız bahçeden taşıyabileceğim kadar sebzeyi, meyveyi, mis gibi, dalından, toprağından. Koli yapar, katar yanıma dönerken. “Torunlarım yesin” der…
Niyetim sebze, meyve toplamak değil, mektupla ilgili son kez aklı selim, en sayı saymayı bilen adamla, beni yanlış anlamayacağını bildiğim birisiyle konuşmaktı. İki yönde tereddüt etmiştim ona gidip gitmemek konusunda. Birincisi bu konuyu babamın hiçbir şekilde bilmemesi gerekiyordu. Bilirse ne diyeceğini biliyordum. Amcama bu konuda güvenebileceğimi de biliyordum. İkincisi, hacıdır Rasim Amcam, kumar masasını bir hacıya sormak doğru değildi ama ben buna kumar gözüyle bakmıyordum, kumarın keyfine gitmediğimi biliyordum, herkes de bilirdi. Hiç öyle bir merakım olmadı.
Çatalca’ya varmam öğleden sonra saat dördü buldu. Çiftliğin girişinde amcamlara ev işlerinde yardım eden ailenin küçük oğlu Serdar’la karşılaştık. Ortaokula gidiyordu Serdar, beni görünce sevindi, eve kadar yolu beraber yürüdük, dersleri iyiymiş, amcam söz vermiş, karnede takdir olursa onu yazın iki hafta Almanya’ya büyük halamların yanına dil okuluna yollayacakmış. Hafif peltektir Serdar zaten ama Almanya derken ağzı daha da dolu dolu oluyordu.
Amcam üst katta uyuyormuş, yengem beni mutfağın önündeki verandaya aldı, uzun uzun Nevin’i, çocukları sordu. Sever Nevin’i… Aslında pek de benzemezler, konuşkandır yengem, hep iyi gözükmeye çalışır, bazen inandırıcı olmanın ötesine geçer iyiliği. Amcama itiraz ettiğini bilmem, muhalif bir şey söylüyorsa da o anda anlarsın amcamın iyiliğini amcamdan fazla düşündüğünden söylediğini. Serdar’ın annesi çayla bisküvi getirdi, yengem açıklamak zorunda hissetti, “Amcanın boğazı durmuyor, laf da dinlemez bilirsin, onun için börek poğaça yapmıyoruz evde artık. Arada sırada unsuz kek ama bugün onu da yapmamışız. Geleceğini bilseydik…” Ahh be yengem, kek yemeğe mi geldim ben ? Yengem kendi sağlık sorunlarını, son doktor kontrolleri ile ilgili detayları uzun uzun anlatırken arkadan amcam gözüktü.
“Yahu Fazlı gelmiş, niye kaldırmıyorsunuz ?” diye içerdeki hanıma çıkıştı. Yengem asıl fırçayı yiyenin kendisi olduğunu biliyordu, “Yeni geldi Fazlı da, şimdi koyduk çaylarımızı” diye gülen yüzüyle gerginliği söndürdü. Uzandım elini öptüm amcamın, sırtımı patpatladı, geçti kolçaklı plastik sandalyeye yerleşti. “Kızım bana da bir açık çay koy” dedikten sonra, “Ne haber evlat?”diye gözlerime baktı. Çok şükür, iyiyiz faslı, hanım çocuklar, sen iyi misin amca? Söylenmesi mecburi olanlar bitince:
“Gel seninle Çatalca’ya inelim,” dedi, “saatimi tamire bırakmıştım, hem onu almam lazım, hem de fideci aradı öğlen, yeni pembe domatesle kumato fideleri gelmiş, seçilmeden gel bak dedi, ona uğrayacağım. Belki kahvede oturur bir köpüklü kahve içeriz, makine işi olmayan…” Yengem yine mesajı almıştı:
“ Aşkolsun Rasim, vallahi makinenin kahvesinin diğerinden farkı yok. Köpüklü köpüklü… Ama sen iste biz yine cezvede yapalım.”
“ O da cezve kahvesi olmuyor, bak makinede yapmadım cezvede yaptım kahvesi oluyor. Kendime bir köz ocağı alacağım, şu kenarda kahvemi kendim yapacağım bundan sonra.”
“Aşkolsun Rasim…”
“Hadi evlat kalk gidelim…” dedi amcam.
İşime geldi, masada yengem varken konuya girmem imkansızdı. Yolda konuşmak daha iyi olacaktı. Amcam ayakkabılıktan arabanın anahtarını aldı, bana uzattı. Arabayı garajdan çıkardık, yola koyulduk.
“Nasıl Nevin’le aranız?” dedi amcam. Olduğu gibi anlattım, sadece parayla ilgili kısmı “çok şükür idare edecek kadar paramız var” diye makyajladım. Onun derdinin parasızlık değil, benim araştırma için ayırdığım bütçe olduğunu anlattım. “Haklı kız…” dedi, “ne de olsa evin rızkından ayırıyorsun.” Konuya girmek için ideal zamandı. Ceketimin cebinden mektubu çıkardım,
“Ben de aslında bununla ilgili bir şey danışmak istiyorum sana amca. Bu mektup hafta başında geldi. Kıbrıs’ta bir kumarhane bana…” diye başlayıp durumu izah etmeye çalıştım. O da gözlüğünü çıkarmış mektubu okuyordu. Çarşının içine girmiştik, mektuptan kafasını kaldırıp eliyle saatçinin yerini tarif etti. İnerken mektubu bana uzattı:
“ Bir üçkağıt olmasın?”
“ Bilmem ki?”
Saatçiden içeri girdik, amcam saati aldı, kontrol etti, parasını ödedi. “Araba kalsın böyle,” dedi, “fideci şurası…” Fideciden tek tek seçtiği fideleri bagaja attıktan sonra
“Piyango sana çıktığına göre bir kahve ısmarlasın herhalde?” dedi.
“Amca iste Yemen’i olduğu gibi getireyim…”
“Hadi ulan… Hele şurada bir köpüklü kahve ısmarla da Yemen yerinde kalsın.”
“Rasim amca hoşgeldin”ler arasında kahvenin terasında en arka masaya oturduk. Amcam iki orta şekerli istedi.
“Sen şimdi bana gideyim mi, gitmeyeyim mi diye soruyorsun. Öyle mi?”
“Sorayım mı?”
“Sor tabi… Ben de kendime sorayım ama hangi kendime? Bugünün Rasim’ine sorarsam gitme der, onu biliyorum. Ama senin yaşındaki Rasim’e sorarsam da bir dakka düşünmez, gider. Sence hangisine inanmak lazım?”
“Tecrübenin farkına güvenmek gerekir herhalde.”
“Emin değilim… Şundan emin değilim, bu Rasim genç Rasim’den daha fazla şey mi biliyor? Zannetmem. Ben bir yaşıma kadar, ama kaç yaşına kadar bilmiyorum, hislerime güvendim evlat. Ne yaptıysam hislerimle yaptım. İyi olacak dedim yaptım, kötü olacak dedim yapmadım. Ne yaptıysam o dönemde yaptım, İstanbul’a geldim, iş yaptım, para kazandım, evlendim, ev aldım, ev sattım, yeni iş kurdum, bir iş daha kurdum, birini kapattım, yenisini kurdum… Kurdum da kurdum bir yaşa kadar. İnsanlara işler yaptırdım, insanları hayatıma dahil ettim, insanları hayatımdan sildim. Geç hepsini, sana şöyle anlatayım, ben bir yaşa kadar üzerime kıyafetler aldım, renk renk, çeşit çeşit, jilet gibi… Sonra almamaya başladım. Çünkü, bir soru dolandı dilime… Ne zaman oldu bilmiyorum ama beynimin içine yer etti. Durmadan kafamın içinde aynı soruyu duymaya başladım. Her yapmaya niyetlendiğim şeyin öncesinde o geldi aklıma. Tahmin edebilir misin ne olduğunu?”
“Ölümle mi ilgili?”
“Yok, yok… Ölüm hiç gelmezdi aklıma, hâlâ da gelmez. Öyle sizin kitaplarda yazan sorulardan değil. Daha basit bir şey… Niye? Niye diye sormaya başladım. Ben bu işi niye yapayım, bu kıyafeti niye alayım, bu adamı niye ahbap edineyim, bu yemeği niye yiyeyim? Çok zor soru? Bana çok sorular sordular, önüme çok sorular çıktı, bunun kadar zorunu bilmem? Bazen niye diye sorduğum şeye cevap buldum, o zaman yaptım… Niye mi yiyeyim, acıktım ulan işte, yiyeceğim tabaktakini dedim yedim. Ama çoğuna cevap bulamadım evlat. Yapamaz oldum aklıma gelenleri. Cevabı bulamayınca kımıldayamadım yerimden, kaldım öyle… Öyle kalmak da iyi geldi herhalde. Çok zaman canımı da sıktı bu yapamamak durumu. Sormayayım dedim bazen, olmadı. Bazen de soruyu değiştirdim, o da işine gelir bazen. Mesela bu yemeği niye yiyeyim diye değil de, niye yemeyeyim diye sorunca onun da cevabını bulamazsan, ye gitsin… İşe yarar bazen. Fakat zaten kabak gibi biliyorsan ki o tabaktakini yememen gerekir, sana zararlıdır, yaşın elvermez, miden müsaade etmez… O zaman da yeme… Bir kere alıştın mı niye diye sormaya sormadan duramazsın. Bunu bana kim yaptı, ne zaman böyle oldum bilmiyorum ama alıştım buna. Anlıyor musun evlat? Niye?”
“Zor soruymuş… Şimdi nasıl sormam lazım o zaman? Niye gideyim diye mi, niye gitmeyeyim diye mi?”
“İkisini de sorma. Bulamazsın cevabı. Bulamamışsın zaten bana gelmişsin. Sen genç Rasim’in yaptığını yap, hislerine güven. İyi olacak diyorsan git, içindeki ses gitme diyorsa gitme. Derdin yanacak on bin liraysa hallederiz. Ama derdin başkaysa, hislerine güven.”
“Çok güzel bir şey söylüyorsun yine amca ama herkesin hislerinin kılavuzluğunda aldığı kararlar seninki kadar isabetli olmayabiliyor.”
“Eğer iyi dinleseler yanılmazlar evlat. Bir kitap okumuştum, Amerikalı bir yazar[1], adını unuttum. Adam diyordu ki ne zaman ormanda patikadan sapıp ağaçların arasında yönümü bilmeden bir yürüyüşe çıksam sürekli güneybatıya doğru yürüyorum. Farkında olmadan, pusula kullanmadan. İçgüdülerimle yürüyünce güneybatıya gidiyorum. Hiç şaşmaz diyordu. Şaşmaz. Eğer kendini tam olarak bırakırsan, hiçbir şeyin sana müdahale etmesine izin vermeden içinden geleni yaparsan hep aynı yönde olur, hep de doğru olur. Sorun bunu yapabilmek. Sen hiç ormanda patikadan sapıp bilmediğin bir yöne doğru yürüdün mü ?”
Kahveler gelmişti. Kahvecinin yüzüne baktım, o da tuhaf tuhaf bana baktı. “Rasim amca var mı başka isteğin” dedi, “Sağlığın”ı aldı, gitti.
“Ormanda yürümedim amca ama şu kitabımla ilgili araştırmaya, çalışmaya daldım mı aynen söylediğin gibi hissediyorum. Ne kadar iyi bir şey yapıyorum diye hissediyorum. Ne kadar isabetli diye hissediyorum.”
“Zaten onun için düşmedin mi bu işin peşine? O yüzden kızmıyor mu Nevin sana? Çünkü Nevin de soruyor, niye diye? Niye evin rızkından kesip bir kitaba harcayasın? Senin için cevabı vardır belki ama Nevin için yok. Senin cevabın da onu ikna etmez, gerçeği duymak istersen beni de ikna etmez. Ama ben biraz önce söylediğin isabetli bir şey yapıyorum hissini bilirim, gençliğimdeki Rasim’den bilirim. İçinde, ta en içinde, iyi diye hissediyorsan yapacaksın o işi. Yapmazsan geri çeker seni, ruhunu ezer o iş. Yapmak gerekir.”
“Ne güzel anlattın be amca… Bir gün Nevin’i de getireyim, ona da anlat.”
“Getir, getir… Akıllı kızdır Nevin, adam gibi anlatırsan anlar. Sen anlatmayı bilememişsin.”
“Amca ben bu Kıbrıs meselesi iyi olacak gibi hissediyorum.”
“Attın yine işkembe-i kübradan…”
*********
Bugün amcamın cenaze töreninde Nevin’i gördüm. Kızları getirmemişti. O bana baktı mı bilmiyorum ama ben ona bakarken “niye” diye sordum kendime? Niye? Benim hislerim bana niye doğruyu söylemiyor? Doğruyu söylüyorlarsa ben niye duyamıyorum? O mektupla ne yapmam gerektiğini içimdeki ses bana doğru söyleyebilseydi böyle olur muydu? Kitabımı tamamlamam için değil, Nevin için bardağı taşıran damla olması için mi vardı o mektup ? Kasadan kazandığım seksen bini alıp dönseydim yine terkeder miydi beni ? Yüz altmış binlik oyun fişini tercih etmek lazım, bu para ne Nevin’e, ne sana yetmez diyen ses benim içimden gelen ses değil miydi ? O içimdeki ses ben miyim? Hep kendim edip kendim bulmaya devam mı edeceğim ?
Birazdan amcamı indireceğimiz toprak yuvanın başında bir hoca Kuran okuyor. Yengem durmamacasına ağlıyor. İki eliyle tuttuğu mendiliyle burnunun iki yanından akan yaşları siliyor. Arada bir yüksek sesle bir şeyler söyleyip amcamın tabutuna doğru uzanıyor, sonra sessizleşip yine gözyaşlarını siliyor. Ben öldüğümde Nevin’in böyle ağlamayacağını düşünüyorum.
Niye ben amcam gibi yaşayamadım diye düşünürken içimde birisi sanki soruyu tekrar etti: “Niye?” Kalbimin arkasından, en derinimden geliyordu ses. Sanki amcamın sesiydi. Tekrar duydum. “Niye?” Tabuta baktım. Sonra kapattım gözlerimi, kulak kesildim sese. Tekrar duymaya başladım: “Madem hislerini duymayı beceremiyorsun, neden doğru soruyu sormaya başlamıyorsun? İsteklerin, arzuların seslerinden kurtulup içindeki sesi duyamıyorsun madem neden amcanın sorusunu sormuyorsun? Soruyorsan niye ama amcan gibi soramıyorsun? Senin “niye zamanı”n ne zaman gelecek? Sen hislerini hiçbir zaman dinlemeyi öğrenemediğin için niye zamanın da gelmeyecek mi? Niye amcan sana tane tane anlattığı halde hislerini dinlemek konusunda doğru dürüst çaba gösteremedin? Senin niyelerin o yüzden mi yerini bulmadı? Niye amcana bir kere daha, bir kere daha anlattırmadın hislerini nasıl dinleyeceğini? Nasıl dinleniyor hisler? Niye şimdi bu kadar yalnızsın?”
Gözlerimi açtığımda tabut açılmış, beyazlar içindeki amcam toprağın içine doğru indiriliyordu. Koştum, çukurun içine indim, damatlar da çukurun içindeydi, ben de evladı sayılırım, niye inmeyeyim dedim. Son yatağına yatırdık amcamı. Tahtalarını koyduk, toprak örtüsünü serdik üzerine. Son dualarını ettik.
Etrafa bakındım. Kalabalık dağılıyordu. Nevin öndeki grupla beraber mezarlığın çıkışına doğru yürüyordu.
Döndüm amcamın mezarına baktım. Aynı sesi duydum içimde. Niye?
Şimdi mezarlıktan çıksam ve bilmediğim bir yöne doğru yürüsem… Acaba ben de güneybatıya doğru yürüyor olur muyum?
Özbek Ölek kimdir?
Bitlis nüfusuna kayıtlı, Balıkesir doğumlu, iki yaşından itibaren İzmir’de büyümüş, üniversiteyi Ankara’da okumuş ve yaklaşık 20 senedir İstanbul’da yaşayan ve çalışan bir okuma yazma heveslisi. Edebiyat, felsefe, psikanaliz ile ilgili okumayı, öykü, roman, deneme ve biyografi yazmayı seviyor.
Kökleri bu topraklarda olan William Saroyan’ı, bilincin ve bilinçaltının doğasını ilk kez insansoyuna anlatan Sigmund Freud’u ve “Değerleri yeniden değerleme” fikrinin ateşini yakan Friedrich Nietzsche’yi tekrar tekrar okumayı seviyor.
Daha önce öykü yarışmalarında bir kaç ödül aldı ve bazı dergilerde (Tefrika, Birikim) yazıları yayınlandı. Bir biyografi ve bir roman üzerinde çalışmaya devam ediyor.
[1] Henry David Thoreau / Yürümek / Can Yayınları / Çev.Selçuk IŞIK
edebiyathaber.net (12 Mayıs 2020)