Öykü: No.45 | Selvi Danacı

Kasım 24, 2020

Öykü: No.45 | Selvi Danacı

Sevgili Pervin,

Bu satırları yazıp yazmamakta o kadar tereddüt ettim ki, hala doğru şeyi mi yapıyorum emin değilim. Daha geçenlerde takvimi karıştırıp üzerinden ne kadar zaman geçmiş onu hesapladım, biliyor musun? Kırk altı yıl. İnanabiliyor musun buna? Koskoca kırk altı yıl. Bazı insanlar ellisini bile göremiyor. Biz ise doğduk, büyüdük, o geceyi atlattık ve üzerine kırk altı yıl daha geçirdik. Bazen düşünüyorum da acaba başka insanlara haksızlık değil mi bu yaptığımız? Yaşamak yani. Bu kadar uzun süre. Bu yılları daha iyi değerlendirebilecek ama bir sebepten ötürü piyango başına patlamış bir sürü insan varken neden biz? Hayatıma şöyle bir bakıyorum da artık bu dünya üzerinde yapacak hiçbir şeyim kalmamış gibi görünüyor, lakin yine de nefes almaya devam ediyorum. Sabahları hep aynı saatte kalkıyorum ama bunu neden yaptığımı bilmiyorum bile. Saat altıda kalkmak yerine on bire kadar yatmaya devam etsem ne değişecek? Eskiden eylemlerimizin bir etkisi vardı, tüm dünyaya olmasa bile bize ve çevremize. Şimdi benim sabahın altısında ayaklanıp güne başlamamın kime ne yararı var? Bunları düşünüyorum işte son zamanlarda. Yanlış anlama, ölüyor değilim. Heyhat, nezle bile değilim. Bedenim günden güne tükeniyor, evet, ama bir süre daha buralarda olacakmışım gibi hissediyorum. Geçen hafta yetmiş beşime bastım. Sanıyorum tüm bunları ve o geceyi düşünmeme yol açan şey de bu. Yetmiş beş yaşında bir ihtiyar olmak. Sonra seni düşündüm. Takvime baktım. Sen de geçen ay bugün yetmiş iki yaşına girmişsin. Ne garip değil mi? Bazı sabahlar çoraplarımı karıştırıyorum, kemanı elime aldığımda notaları unutuyorum (öyle aman aman çaldığımdan da değil ya, ellerim titriyor artık, iki üç dakikadan sonra da kollarım yoruluyor zaten), bazen de telefonumu kaybediyorum evin içinde, en son nereye koyduğum aklıma gelmiyor bir türlü. Ama senin doğum gününü unutmuyorum. Kırk altı yıl önce geçen ay bugün ne yaptığımızı unutmadığım gibi. Sen unuttun mu bilmiyorum. Ama benim hafızamda o gece olanlar daha dün yaşanmış gibi canlı. Yaşlılık böyle bir şey olsa gerek. Kırk altı yıl, bir ay önceki dolunayın parlaklığını hatırlayıp telefonunu nereye koyduğunu unutmak. Peki neden yaşlanmış hissetmiyorum? Tabi, artık eskisi gibi güçlü değilim, ellerimin üzerinde benek benek lekeler oluştu, kısık sesle müzik dinlesem bir şey duymuyorum, sesini biraz açtığımda da kulaklarım çınlıyor, ama demek istediğim, tüm bunlara rağmen içten içe kendimi canlı hissediyorum. Yaşlanmamın önüne geçen, beni hayatta tutan bir şey varmış gibi. Bu mektubu bu yüzden yazıyorum. Senin nasıl olduğunu bilmek istiyorum. Çünkü eğer sen de benim gibi hissediyorsan taşlar yerine oturacak. O geceyi hatırlıyorum ve senin de hatırladığından emin olmak istiyorum. Yaşlandığım ve ölüm döşeğinde son kez günah çıkarmak istediğim için değil. Aksine, hala nefes alıyor olmama bir açıklama getirmek istediğim için.

Geçen akşam Haydn’ın Veda’sını sahnelemişler. Davetiyesi gelmişti ama gitmek gelmedi içimden. Görüyorsun ya, her şey o geceyi hatırlamam için bir işaret gibi karşıma çıkıyor günlerdir, zihnimi kurcalıyor. Yıllardır huzurla uyuduğum uykular son birkaç gündür bu huzurun acısını çıkarırcasına tam bir işkenceye dönüştü. Hatırlıyorum Pervin, aklımın bir köşesinde hep duran o geceyi hatırlıyorum. Haydn’ın Veda’sını hatırlıyorum. Ne kadar da güzeldin o gece. Romani’nin kadınları gibi. Zarif ve bir o kadar da baştan çıkarıcı. Solgun tenin. Kemanını yasladığın uzun ince boynun. Haydn’ın Veda’sı. Ne kadar da heyecanlıydık. Heyecanlanmamak mümkün müydü? Sahneye çıkmaya on dakika kala herkes enstrümanını akort ederken ben perdenin arasından izleyicileri izliyordum. Kalbim küt küt atıyordu. Yanıma gelmiştin o sırada. Sen papyonumu bütün inceliğinle düzeltirken ben alnına düşen perçemi iki parmağımın arasına alıp kulağının arkasına atmıştım. Rujun bozulmasın diye öpmemiştin beni. Onun yerine etrafta biri var mı yok mu diye şöyle bir arkana bakıp küçük bir öpücük kondurduğun iki parmağını dudaklarıma bastırmıştın. Ben de iyi ki doğdun demiş, sessizce ayrılmıştım yanından. Son hazırlıklar da tamamlanıp perdeler açıldığında yerlerimizi çoktan almıştık. Hava bir Ekim akşamına göre ne kadar ılık ve şefkatliydi. Adeta bizim için bir istisna yapmıştı. Dolunay da ona eşlik ediyor, tüm görkemiyle sahnenin üstünden bize göz kırpıyor, nota kağıtlarını aydınlatıyordu. Ve başladık. Seyircilerden çıt çıkmıyordu, sadece müzik ve dolunay. Bizse birkaç saniyelik aralarda göz göze gelerek bu büyülü gecenin keyfini çıkarıyorduk. Heyecanımı ve mutluluğumu paylaştığını ışıl ışıl parlayan gözlerinden okuyabiliyordum. Finale yaklaşıyorduk. Presto! Ne kadar çabuk geçmişti zaman. Aylardır beklediğimiz o an gözümüzün önünde uçup gidiyordu. Adagio! Önündeki mumu söndürüp birer birer sahneden iniyordu herkes. Ayak sesleri neredeyse duyulmuyordu. Öyle ki, insan uçarak sahneden uzaklaşıyorlar sanabilirdi. Bir tanesi daha susturdu enstrümanını, söndürdü mumunu ve vakur bir edayla terk etti sahneyi. 10. 9. 8. 7. 6. 5. Sonra biz kaldık sadece. Sen, ben, şef ve o. Sıra sendeydi. Kemanını indirip, mumu söndürüp, uçarak sahneden inme sırası sana gelmişti. Ama sen bebeğini yavaşça sallayıp kucağında uyutan bir anne gibi kemanını çalmaya devam ediyordun, o kadar sakin, o kadar huzurlu. Ve bana bakıyordun. Gözlerini bir saniye bile ayırmadın benden. Aylin bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamıştı. Göz ucuyla sana bakıyor, şefe bakıyor, bana bakıyor ve gözlerini yine sana çeviriyordu. Şef ise bozuntuya vermiyordu ama sahneden inmen gerektiğinin işaretini vermek için seninle göz teması kurmaya çalışıyordu. Şef sonunda Aylin’e baktı. Aylin son bir kez bana çevirdi bakışlarını, sonra kendinden emin bir şekilde bana bakan sana baktı. Anladı. O an her şeyi anladı. Belki de uzun zamandır bildiği şey artık tüm çıplaklığıyla, tüm inkâr edilemezliğiyle gözlerinin önündeydi, bağırıyordu Aylin’e. Kemanını indirdi, mumu söndürdü ve bir hayalet gibi sahneden indi. Arkasından şef kollarını indirdi, aynı yavaş ve hayalet adımlarla sahneyi bize bırakıp gitti. Son birkaç saniyede yoğun bir sevişmenin ardından yorgun düşmüş kemanlarımızın sesi yavaş yavaş kısıldı ve sahne sonunda sessizliğe büründü. Mumlarımız söndü ve dolunaydan başka geceyi aydınlatan hiçbir şey kalmadı. Sonra gerçeklik, bir anda patlayan sahne ışıklarıyla bize kim olduğumuzu, nerede olduğumuzu ve ne yaptığımızı hatırlattı. Seyirciler tüm konser boyunca süren sessizliğin acısını çıkartırcasına ayağa kalkıp alkışlamaya başladılar. Birer birer tüm orkestra üyeleri yeniden sahneye çıktı. En son şef geldi. Alkışlar eşliğinde seyirciyi selamlarken Aylin dışında herkesin sahnede olduğunu fark ettim. Gecenin sarhoşluğu, Aylin’in aramızda olanları dolunayın altında tüm gerçekliğiyle görmesiyle alkışların arasından havaya karışıp yok oldu. Konser sonrası herkes şampanya içip performansın başarısını kutlarken, şef seni kenara çekip bir güzel azarladı. Ama seyircinin tepkisi o kadar coşkuluydu ve senle ben kapanışı o kadar güzel yapmıştık ki, şef bile bu azarın lüzumsuz olduğunun farkındaydı. Çok iyi iş çıkarmıştın. Bense o sırada kuliste oturmuş, Aylin’in yerde Ophelia gibi yatarken ne kadar hüzünlü ve bir o kadar güzel göründüğüne hayret ediyordum. Sana bunu hiç söylemedim ama karımı sevmiştim. Sabahları gözünü ilk açtığında dağınık saçları, yumuşacık teni ve kısık ela gözleriyle ne kadar güzeldiyse, o gece kestane rengi bukleleri ve bileklerinden akan kan birbirine karışıp siyah zeminin içinde kaybolurken de bir o kadar güzel görünüyordu. Evet, orada oturmuş, yanaklarından akan yaşlar neredeyse kurumuş, gözleri dehşet içinde tavana bakan karımı izlerken aklımdan geçen tek şey ne kadar güzel göründüğüydü.

Kötü insanlar mıyız biz Pervin? Bu yüzden mi hala hayattayız? Neden o gece yaşananlar bunca sene rahatsız etmedi beni geceleri? Neden başımı yastığa koyduğumda o gecenin hatırasıyla uykularımdan olmadım kırk altı yıl boyunca? Eskisi gibi keyif almıyorum artık keman çalmaktan. Parmaklarım kireçlendi, boynum hemen tutuluveriyor, kollarım yoruluyor. Peki ya sen, hiç eline alıyor musun kemanını? Bedenim sanki bana ihanet ediyor gibi hissediyorum. Hasta olmuyor, ölmüyor, ama gün geçtikçe çürüyor. Aylin’in genç ve yumuşak, ama ölü tenine inat, bedenim tüm solgunluğuyla, kırışıklığıyla, çürümüşlüğüyle beni ayakta tutmaya devam ediyor. Bazen birer vampir gibi o güzel kadının kanını son damlasına kadar emmişiz ve bu yüzden hala nefes alabiliyormuşuz gibi geliyor. Lanetlenmiş olabilir miyiz sence Pervin? Bu kadar genç ve masum bir şeyin canını aldığımız için bize verilmiş bir ceza olabilir mi hayatlarımız? Kırk altı yıldır uyuduğum huzurlu uykuların karşılığını şimdi çürüyen bedenimle ödeyecekmişim gibi hissediyorum. Birkaç gündür uyuyamıyorum. Araf sakinleri gibi kırk altı yıl uykusuz mu bekleyeceğim sonunda derin ve sonsuz bir uykuya yatmak için? Sence kefaretim bu olabilir mi?

In Carcere et Vinculis,

Cemal

edebiyathaber.net (24 Kasım 2020)

Yorum yapın