Eşyaların yokluğunda biçim değiştirmiş gibi duran apartman dairesinin duvarlarını inceledi. Elenerek azalan, kutulara konan veya şuna buna verilerek elden çıkartılan eşyalardan geriye kalan hep bir tabure oluyordu. Bir tabure, sabun, temizlik malzemeleri. Bir plastik su şisesi ve bardak. Mutlaka bir-iki plastik çöp poşeti. İnsanın aklına normal günlerde hiç gelmeyen şeyler. Ama işte bomboş kalmış bir evin içinde aniden anlam kazanmışlar. Dört duvar arasında mutlak boşlukla, azıcık varoluş konforu arasındaki küçük farkı görünür kılıyorlar. Dört duvarla ev arasındaki fark. Taburede oturmuş etrafa bakıyor. Az sonra ev sahibi gelecek, elinde tutanaklarıyla, dairede ne değişmiş, herhangi bir şey zarar görmüş mü, ona bakacak. Depozitodan para kesmesine gerek olacak mı? Boyası eskimiş duvarlara bakıyor. Ara ara çizilmiş parkeyi inceliyor. Ama bunların hepsi zaten böyleydi. ‘Normal eskime’ diye birşey var sonuçta. Yaşanan mekanda yavaş yavaş çizikler birikiyor, içinde yer değiştirip duran, geceleri su içmeye kalkan, arkadaşlarını ağırlayan, yemekler hazırlayıp yiyen insanın, evin duvarlarında, parkelerinde, dolap kapaklarında bıraktığı yaşanmışlık izleri. Bunlara izin var. Taburede oturmuş düşünüyor ‘peki neden kimse içimizin halini sormuyor? Orada da var mı ‘normal eskime’ diye birşey? Tabii ki.’ Büyük hasarlar da oluyor insanın içinde. Parkenin üzerindeki koskocaman bir çizik gibi, bir kez görünce bir daha unutamadığınız yaralar. Bunların hesabını tutan yok.
Kaçıncı ev değiştirmesi olduğunu hesap etmeye çalışıyor. Saymaya ne zamandan başlamak gerekir? İnsanın ailesiyle, anne babasıyla değiştirdiği evler sayılır mı? Elbette. Ama o evlere karşı büyük bir bağlılık hissetmiyor. O zamanlardan, o yıllardan kalma bağlılıklar genelde anne babasına yönelik. Mekanlara değil. Kendi kendine oturduğu evler farklı. Öğrenciyken ve hayatta pek de hiç derdi yokken en yakın arkadaşıyla duvarları su tutan bir ev paylaşmıştı. Sonra iki kedisiyle arka bahçesi olan başka bir evde yaşadı. Orada iş çıkışlarında yalnız oturup gökyüzüne bakmayı alışkanlık haline getirdi. Başka bir ülkede, bambaşka mekanlarda oturdu. En uzun kaldığı evden, erkek arkadaşıyla beraber 5 yıl yaşadığı evden tek başına ayrılırken içinde aniden büyüyüveren hüzünlü paniği hatırlıyor. O soğuk Kasım akşamının üzerinden bile 5 yıl geçti. Üç beş parça eşyasını toplamış, eşyalı bir oda tuttuğu eve gitmişti. Sanki açık denizde tek başına kalıyormuş, derin denizlere gitmek için onu kıyıya bağlayan halatları elinden çıkarıyormuş gibi hissetmişti o Kasım günü. Şimdi taburede oturmuş etrafı inceliyor. Ne zaman biryerden taşınsa, içinden bir parça koptuğunu hissediyor. Biraz azaldığını. Belki de o evde yaşayan versiyonu ölüyor içinde. Hissettiği hüznün sebebi bu. Mekan insanın davranışlarını şekillendiriyorsa eğer, evet, işte bu evde olduğu gibi olmayacak asla başka bir yerde. Burası bir sürü paralel evrenden birisi gibi. Şimdi artık sona geliyor. Hüznünün kaynağı bu. Yıllar içinde taşınırken, geride bıraktığı eve elveda deme adeti geliştirdi. Bomboş kalmış eve bakıp, elveda diyor. Bu biraz ölmek gibi. Çünkü evlerin içi terkedilen şehirler gibi değil. Biliyor ki istese bile, bir daha asla, o evinde içinde bulunamayacak. Bu yüzden taburede oturup dışarı bakıyor.Dışarıda heyecanla kıpraşıp duran ağaçlar, yaşlanmış duvarlar ve çiziklerle dolu parke. Çiziklerle dolu içimiz.
Zilin çalmasıyla hayatın akışına geri dönüyor. Ev sahibi kafasını kapıdan uzatıyor. Merhaba! Diyor. ‘Pek de birşey değişmemiş’.
edebiyathaber.net (25 Şubat 2021)