Deli gibi oradan oraya koşturuyordu, nerden geliyordu bu ses? O muydu gerçekten? Ezgisi öyle benziyordu ki ağlayabilirdi bunun için. Keşke biraz daha yakın olsa kolaylıkla bulabilirdim, diye düşündü. Küçük kız da onunla birlikte koşuyordu. Nefes nefese kaldı. Bütün sokaklara girdi çıktı, yoktu. Bu yabancı ülkeye yeni taşınmıştı: Bu sesi burada duymam imkânsız, hayal olmalı…
Yakında büyük bir kilise var ama çan sesi de duymadım hiç. Hemen yanındaki ilkokuldan çıkan çocuklar, bakımlı ve onlara göre çok büyük olan bu kilisenin bahçesine üşüşüyor. Oradan oraya koşturuyorlar. Kimi ağaçlara çıkıp kuş gibi tünüyor, kimi de bahçeyi çevreleyen duvar gibi yeşil çitin dallarını ufak ufak kırarak saklanacak yer yapıp içine giriyor. Görünmez olduklarını sanıyorlar! Bazıları da bahçede, sağ elinde yukarı doğru kaldırdığı haçı, diğerinde de İncil’i tutan rahip heykelinin altında toplanmış, rahibin havada duran koluna asılıp sallanıyor. Rahipse heykelce gülümsüyor. Doğayla ne kadar uyumlular. Çocuk her yerde çocuk, dedi onları seyrederken. Kendi de… Ve o görüntü… Üzerindeki ağırlık… Ağırlıktan nefes alamaması…
Dışarısı kadar içerisi de ihtişamlı olan kiliseye girdi: Gösterişli, yüksek tavanlı kilisede kendimi çok küçük hissediyorum, camilerde öyle. Evdeki hayatın telaşı, son zamanlarda peşimi bırakmayan o görüntü Allah’la konuşmama engel oluyor. Öyle huzurlu ki burası, kapıdan girdiğim an sanki her şey hallolacak.
Kendi gibi yaşlı olanları seyredip arka sıralarda bir yere oturdu. Bütün şıklıklarıyla, rengârenk şapka ve eldivenleriyle ön sıralarda oturanlara baktı: Maddi durumu daha düşük olanlar sanki biraz daha arka sıralara geçiyor. Ya da bana öyle geldi. Camilerde görmediğim bir şey bu; kim necidir bakmazlar, hamalla işadamı yan yana saf durabilir.
Bu kadar yaşlıyı bir arada görmek hoşuna gidiyordu, onları seyrederken: Yaşlandıkça huylarıyla birlikte yaş alıyorlar ve bu yüzlerine, vücutlarına, bakışlarına yerleşiyor. Mimikleriyle, derinleşen çizgileriyle de daha görünür oluyor, saklayamıyorlar; asık suratlıysa aksi surat, güler yüzlüyse şirin surat oluyor, diye düşündü. Sonra kendine baktı. Çocuk, çocuk kalmıştı. Büyümek istemeyen, yıllar geçtikçe de yüzünde kırışıkları artan küçük kız çocuğu. O görüntü onu büyütmüyordu. Büyüme… Ses çıkarma… Sakla kendini… Sakladı o da.
***
Üst kattaki çift ise hiçbir şeyi saklamıyordu! Özellikle genç kadın. Bağıra çağıra yaşıyordu. Erkeğin sesini duymuyordu. Bazen kavga ettiklerini sanıyor ama bir bakıyor sesler isterik çığlıklara dönüşüyor. Bağırıyorlar mı sevişiyorlar mı anlamıyor! Birkaç kez kadının çığlığından ona bir şey olacak korkusuyla yukarı çıkmamak için kendini zor tuttu. Genç kadın çok sakin mizaçlı, çekingen tavırlıydı. Merdivende karşılaştıklarında o seslerin ondan çıktığına inanamıyor. Kulak hizasında kesilmiş, kıvırcık kumral saçlarını yandan tek gözüne doğru düşürüyor, utanınca hafif bir baş hareketiyle yüzünü kapatıyor o saçlarla. Gülen kahverengi gözleri, minik ve şirin burnu sevimli güler yüzünü tamamlıyor. Kendi genç kızlığına benzetiyor. O kadar hanım hanımcık ve mütevazı tavırlı ki kadın, onun sevişirkenki halini düşünemiyorum, diye içinden geçirdi. İyi ki de öyle, diyerek onun adına sevindi, kendi suskun gençliğini düşünürken. Erkek her şeyi sessiz yapıyor. Merdivenlerden de sessiz sessiz iniyor. Sanki yok, kadına o sesleri çıkarttıran da o değil gibi.
***
Her gittiğinde küçük kız da yanında oluyor. Diğer yerlere değil de Allah’la konuştuğu yerlere geliyor. Kaç yaşında olduğunu biliyor… Kumral saçları lüle lüle omuzlarına dökülüyor, kırmızı, saten fiyonklu tokayla, alnına düşenler yana doğru toplanmış. Elma yanaklı. Yanağının tombulluğunda minik burnu kaybolmuş. Biraz tombik bir kız. Genelde fazla konuşmuyor, sakin uslu bir çocuk. Ellerini her zaman önünde, birbirine kenetli tutuyor. Aynı elbiseyle geliyor her seferinde. Annesinin diktiği beyaz fistolu, bebe yakalı, kısa kollu, diz üstü, kısa elbise. Ayağında parlak kırmızı rugan ayakkabı ve bileğinde kıvrılmış beyaz soket çorap, çorabın uçları da dantelli. Annesi çocuklarının giyimine çok özen gösteriyor. Pırıl pırıl giyiniyorlar, tertemiz. Kumaş mendilleri oluyor ceplerinde her zaman. Kolalı, temiz, ütülü, beyaz, üçgen şeklinde katlanmış mendiller; kızların pembe çiçekli, erkeklerin mavi çizgili. Babanınsa bembeyaz, sade, daha büyük, dikdörtgen şeklinde katlanmış. Annenin mendili de beyaz ama kenarları iğne oyalı dantelle süslü. Çok zarif çok güzel ve çok çalışkan annesi. Hep çalışıyor. Her şey temiz, ütülü, düzenli olmalı. Annesinin kuşları var yaramazlıkları haber veren. O yüzden hep uslular. Anne – baba evde yokken de. Gerçekten de anne, bardak ya da tabak kırdıklarında anlıyor. Kırıkları sakladıkları halde! Kuşlar söyledi, diyor, ama kızmıyor hiç, hep gülümsüyor.
Önce bir tane mum aldı, elli centi attı kumbara gibi olan kutuya. Boş kilisede metal paranın tıngırtısı yankılandı. Çok gürültü çıkardım, diyerek utandı. Her seferinde üçüncü sıra üçüncü mumluğa koymak istiyordu. Kendi kendine yaptığı O’nla arasında olan bir şey. Sır. Ama doluydu bu sefer! Dördüncüye koymak istemedi. Üçler olsundu, olmuyorsa beş olsundu. Beşinci sıranın beşinci yeri boştu. Sevindi beşlere. Yanan bir mumu alıp kendi mumunu ışıldattı. Elini kalbinin üstüne koydu, gözlerini kapatıp niyetini tuttu ve kendi sesini duyacak kadar hafif bir mırıltıyla duasını etti:
“Allah, göklerin ve yerin aydınlığıdır. O’nun aydınlığı, içinde kandil bulunan bir oyuktan yayılan ışığa benzer…”*
Küçük kız da birlikte dua ediyor. Elleri önünde, aynı. O farklı şeyler istiyor. Adam eve geldiğinde kardeşleriyle salondayken, onu odaya alıp kapıyı kilitlediğinde annesi babası kurtarsın istiyor. Annesinin kuşları görsün. Camdan dışarı bakıyor sürekli, hiç kuş gelmiyor!
İçini çekti, devam etti:
“…Allah, layık gördüğünü kendi aydınlığında yürütür. Allah insanlara böyle örnekler veriyor. Allah her şeyi biliyor.”*
“O aydınlık, Allah’ın yüceltmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerden yayılır. Oralarda sabah ve akşam O’nun yüceliğini anarlar.” **
Her ışıttığı mum geçmişine ateş olup aydınlatıyordu. Bu nuru hissederek, O’nunla konuştu: Bu huzurda kalmak, duyduğuna inanmak ne güzel. Gözüm kapalı burada saatlerce kalabilirim.
Sen mi yoksa ailem mi beni koruyamadı?
Çok kötü, acılar içinde, aylarca çekerek ölmüş… Akraba olduğumuz için Adam’ın ölüm haberini, büyük abisi verdi. Ben çıkmıştım telefona, tesadüf. Allah’ım, biliyorum benim duymamı istedin…
“Ölemedi,” dedi, “aylarca ölemedi”. Karnı suyla dolmuş, karnından su çekmişler kilolarca, kaç kez. Sırt üstü yattığında karnında kocaman su dolu balon var gibi yatıyormuş. Balon öyle ağırmış ki ağırlıktan nefes alamıyormuş, beni yan çevirin diyormuş. Yan çeviriyorlarmış, bu sefer de su torbası hop diye o tarafa yayıldığı için daha kötü oluyor, yine nefes alamıyormuş. Tekrar çevirin, diyormuş. Üzülüyor, ağlıyor, vah kardeşim, diye dövünüyordu. Ben de seviniyordum. Ne güzel, Allah’ım demek ki sen böyle ceza veriyorsun, zamanını bekliyorsun! Vardır bir bildiğin, hikmetinden sual olunmaz.
Yıllarca onun o pis karnını üzerinde hissetmişti! Açılan kemerin demir tokasının ağırlığıyla canını yakmasını, pis pis nefes alışını, vücudunun ağırlığından nefes alamamasını… Evde anne babanın olmadığı zamanları bilip eve gelmesi… Korku… Hırıltılı o pis ses… Sakın kimseye söyleme… Kimseye söylemedi. Sustu… Kimse bilmedi. Kuşlar da gelmedi… Adam karnı ile öldü.
Gözü kapalı dua ederken, karnıyla ölen Adam’ın iki kızı olduğu da aklına geldi: Sarışın, açık renk gözlü, kırmızı yanaklı, tatlı kızlardı, annelerine benziyorlardı. Annelerini meme kanserinden kaybetmişlerdi. Çok küçüklerdi. Babaları bir kaç kez evlenme girişiminde bulunmuş ama kimseyi ikna edememiş. Kızlar da şimdi anne olmuştur. Kızlara o Adam nasıl davranıyordu, nasıl bir baba, nasıl bir eşti?
Kötü kendinin kötü olduğunu biliyor mu? Yoksa Sen mi biliyorsun sadece? Görünüşte efendi, saygılı, resmi kıyafetiyle çalışan, güvenilir, sessiz biri… Her şey göründüğü gibi değil, hiçbir şey de göründüğünden başka değil. Ama Sen biliyorsun Allah’ım, her şeyi biliyorsun.
Işığına baktı hâlâ aydınlatıyordu. Işık varsa görünür oluyordu her şey, yoksa karanlıkta kalıyordu. Hafif bir öksürük sesi duydu gözlerini açtığı esnada, o yöne baktı kilisenin yakışıklı rahibi, büyükçe bir anahtarı göstererek hafifçe gülümsüyordu. Ne kadar zamandır ordaydı ve sabırla bekliyordu merak etti. Onun tertemiz, tıraş olmuş, gülümseyen yüzüne baktı. Bizim hocaların tipi niye böyle değil, diye de kendi kendine aklına gelen şeye güldü. Sessizce kapıyı işaret etti rahip. Kapanma saatinin geldiğini ve orda ne kadar kaldığını anlamamıştı.
Kalbi huzurla dolu dışarı çıktı; çok hoş bir koku burnuna geldi. İçine çekti, tuttu orda. Üzeri pembe bahar çiçekleriyle dolu ağacın görüntüsü karşıladı onu. Yanına gitti, altındayken koku daha az duyuluyordu. Ağacın dışarda kalmış kalın köklerinin üzerine oturdu. Ayakkabılarını çıkardı, çıplak ayakla toprağı hissetti, köklerin nereye kadar gittiğini hayal etti. Sırtını gövdesine dayayıp başını yukarı kaldırdı; çiçek dolu dallar, mavi gökyüzünden ona doğru pembe pembe eğiliyorlardı. O pembelikte kayboldu. Sonra daldaki minik serçeleri gördü, gülümsedi. Sürekli hareket ediyor, çiçekleri kar gibi üzerine yağdırıyorlardı. Yere düşenlerden aldı, avucuna koydu, kokladı, yakından güzelliklerini hayran hayran seyretti. Tül kadar ince, narin, uçuk pembe yapraklara, onların görünen incecik damarlarına, ortasındaki uçları polen dolu incecik beyaz tohum dallarına baktı uzun uzun, iyi ki ışık var da görünür oluyor her şey. Ben varsam ışık var ben yoksam o da yok, dedi ve şükretti her şeye.
***
Yine o güzel ses… Uykudan uyandırdı. Saate baktı: Evet, sabah ezanı. Nerden geliyor? Yanık yanık okuyor, hissediyorum. Belki de duymak istiyorum. Çok özledim… Kendi dilimin konuşulmadığı bu ülkede iç seslerimle konuşmak, kendimle kalmak, huzuru bulmak…
Kuş seslerini duyuyorum, cıvıl cıvıl, sabahı müjdeliyorlar. Yatağında serçelerin birbiriyle kavga edişini dinledi. Minikler ama kavgaları büyük, diye düşündü. Bilmediğim bir kuş, çiftleşmek için kesik kesik ıslık sesi gibi ötüyor. Eş çağırıyor kendine. Birkaç dakika bekleyip tekrar ıslık çalıyor. Uzaktan aynı şekilde cevap geliyor. Ne tatlılar. Onları duymak, görmek ne güzel. Mutlulukla gülümsedi.
Birazdan üst kattakilerin uyandırma alarmı çalar, yatağında oturdu, kulak kabartıp beklemeye başladı. Genç kadının işe koşturma ayak seslerini, evi toplayışını, odadan odaya hızla hareket eden hamarat ayak seslerini, alelacele çalıştırılan elektrik süpürgesini, hayatın sesini dinledi. İyi ki varlar, diye mutlu oldu. Arada gülüyorlar, kahkaha sesleri geliyor. Genç adamın da sesini duymaya başladım. Mutluluğu duyabilmek görebilmek ne güzel. İnsan mutluysa mutluluğu duyabiliyor.
Küçük kız da gelmiyor artık.
Son geldiğinde elleri açıktı, parmaklarıyla tek tek saydı ona… Üç, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on, on bir, on iki… elli beş oldum. Büyüdüm. Sen?
* Nur Suresi 35. Ayet
** Nur Suresi 36. Ayet
edebiyathaber.net (20 Mayıs 2023)