Karşılıklı çay içiyorduk. Her zamanki gibi çok güzeldi. Kömür siyahı saçlarının arasında nefessiz kalmak için can atıyordum. İnce belli bardağı kaldırdı, dudaklarına değdirmeden, yolda döküldü kelimeler halının üzerine. Önce üçe ayrıldılar, sonra dağıldılar civa gibi. Hangisini yakalasan nafile… “Cihan ben ölüyorum.” Dudaklarım aralandı ama sesim, yer yarılmış içine girmişti sanki. Çıkmıyordu.
“Tedavi olmak istemiyorum, hiç uğraşamam. Ha bir ay ha altı…” Elini saçlarına götürdü, “Aslında ben kendi belirlediğim zamanda ölmek istiyorum,”dedi. Uzunca bir süre sadece bakıştık. Az evvel hüzünle kaçırdığı gözlerine, şimdi huzursuz duygular hakim olmuştu.
“Şimdi lütfen git, ben seni ararım,” dedi. Yavaşlatılmış bir film sahnesindeymişiz gibi ayağa kalktı, elindeki çay bardağını sehpaya bıraktı ve kapıya yöneldi. O yürürken sanki salondaki tüm eşyalar sırasıyla havalanmaya başlamıştı. Ben de bir serçe misali havalandım, yanından süzülerek geçtim, o kapıdan çıktım, gittim. Lojmanın merdivenlerinden uçar adım inerken aklımda tek bir düşünce vardı: Bir daha buraya asla dönmeyeceğim.
Yüzüme önce sakin bir rüzgar çarptı, sonra kanadıma üç dört damla yağmur. Çalıştığımız fabrikanın üzerinde uçtum, uçtum; yorulunca bacasına kondum. Her yanımı saran siyah dumanlar uzaktaki mezarlığı görmeme engel olamıyordu. Birden içimde buruk bir his belirdi. Hurma zeytin ve sobanın üzerinde kızarmış ekmek kokusu özlemi. Annemin sobasında.
O’nun, Cihan ben ölüyorum, cümlesi yarım kaldı kulağımda, havalandım, yükseldim, durdum, altımdaki düzensiz çatılara baktım. Güneşin bile giremediği bir kasaba bu. Hayat yok. Sevimsiz evler, toprağa küsmüş ağaçlar, insanlar… Tenekeye sardunya diken bile yok. Son hız anneme doğru uçtum, mezarının başındaki servi ağacına çarpıp orada asılı kaldım. İnsan bir tek, babası ile dertleşemiyor şu hayatta. Sık dallardan kurtulup annemin toprağını öptüm.
Mezarlıktan çıktım, insanoğluna hiç yakışmayan bir yavaşlıkla yürümeye başladım.
Asla O’na dönmeyeceğim, diye içimden tekrarlarken kendimi boyaları dökülmüş duvarlarda gözlerimi, çatlaklarda elimi gezdirirken buldum. Kapının önünde öylece kaldım. O an sanki dünya dönmeyi bıraktı. Dökülmeye başladı boşluğa, evler, insanlar, dağlar, denizler, en hızla fabrikalar, en yavaş karıncalar.
Açtım kapıyı, O, salonda aynı yerde oturuyor, dışarıyı seyrediyordu. Çöktüm dibine, seni anlatmaya başladım: Aslında babam da bu dünyadan kendi belirlediği zamanda gitmiş.
edebiyathaber.net (20 Mart 2022)