Annemin, “boyu posu devrilsin, yaşı yerde sayılsın.” diye bindirmelere doymadığı dayıma huyum benzemese de tipim acayip benziyor. Dolayısıyla herkes yapıyor o yakıştırmayı:
Tıpkı dayısı.
Aslında şöyle bir bakan asla anlamazdı. Yüzünde hep mahzun bir ifade, ufak tefek, sessiz bir adamdır dayım.
Kibarcık anneannemse en çok o cümleyi kurardı, “Hiç sana yakışıyor mu a oğulcum?” Cevabı asla değişmezdi dayımın. “Anacım bakma alemin lafına. Sen hep dua etmez misin hem evlatlarım hep kıskanılacak durumda olsun diye? Kötü ev falan değil orası. Müzikli gazino.” Evlat tabii, anneannemin aklına gelse de diline yürümezdi söylenmesi gereken?
Dedem derdi ama. “Ulan senin neyini kıskanacaklar keraneci pezevenk?” Ağzının kenarları köpürürdü adamcağızın hiddetinden. Yüzünün sağ yanı felç ha uğradı ha uğrayacak gibi seyirirdi. “Ayıp olmuyor mu baba? ” falan boğardı lafı dayım. Gerçi dedemin dudak kenarlarındaki köpürmenin şekerden olduğu ortaya çıkmıştı, felci de o yüzden geçirmişti zaten.
Kavgalaşma başladığı gibi anneannem gerdanını kıra kıra, “Ben mi yolladım çocuğu karateye Hulusi Bey, ben mi ısrar ettim o ka ku ki şeyleri öğrensin diye? ‘Mızmızlığını yensin, oğlan çocuk bu.’ diyen kimdi ha, kimdi?” deyip ağlamaya başlardı. Annem de dışarı çıkayım diye bana kaş göz yapmaya…
Neyse, çok dağılmadan geri döneyim ben konumuza… Epey bir zaman almıştı ezberimde kalması. Neyin mi, dediniz? Dedemin dayıma salladığı küfürün.
Gazoz kapaklarını yarıştırmayı öğretmişti dayım. Elimizden Nintendo’ yu bırakıp gazoz kapağı yarıştırmaya başladık arkadaşlarımla. Acayip eğleniyoruz Ufuk, Tan, Doğan, Güneş ve ben. Aralarında iki sene bile olmayan adları gibi sakil duble ikizler bunlar. Kafamı kızdırdılar bir gün. Gazoz kapaklarımı hileyle ütmüş, zararımı karşılayacak fırsatı vermemek için anında bir sonraki azgınlığa geçmişlerdi. Korkulukta yürümece oynuyorduk. İtiverdim Doğan’ı aşağı. Öbür üçü sarıverdi etrafımı. Baktım kaçış yok, bari tam hakkedeyim, dedim, yiyeceğim dayağı. “Keraneci pezevenkler.” diye salladım. Kavgayı görüp bizi ayırmaya gelen babaları küplere bindi. “O dediğin senin dayındır, bir daha da bu dayısı kılıklı ile oynamak yok.” diye yürüdü üstüme. Ailecek yasaklı olduk. Bir afra pür tafra kafalarını çevirdiler bizi her gördüklerinde. Annem, anneanneme yürüdü.
“Çocukken arkadaşlarımı döverdi, şimdi de çocuğumu zehirliyor; her hâlükârda etrafımda insan barınmıyor senin oğlun…” diye. O küfürü dedemden öğrenmiştim oysa. Anneannemse her zamanki taktiğine sığındı. Ürküttü yâni. Suratında, dayımın suratındaki mahzun duruşu andırır bir ifade,
“Sen de oğlan çocuğu büyütüyorsun kızım, oğlan dayıya derler,” dedi. “Nedir bu çalımın senin bana, kardeşine…” Odadaki en kıymetli koltuğa, televizyonun karşısındaki ikili kanepeye köşe yastığı gibi kurulmuştu dayım. İş uzarsa ihalenin üstüne iyice sıvaşıp kalacağını bildiğinden lafı pat diye Gülden’e getirdi.
“Hani şu kız vardı ya… Gülden mi ne? Bir görelim diyordum abla.”
“Ne yapsın seni be Gülden,” dedi, annem. “Utanmaz!”
“Abla bilirsin kafama takarım, dokuz takla atar yaparım.” dedi dayım. Küçük Emrah’ın küçüklüğünü aratmayacak bir zavallılık giyinmişti yüzüne.
“Önce o pavyoncuya kulluk yapmayı bırak. Sen kim Gülden kim? Pu…” dedi, annem. “Pavyon maskarası.”
Bana da annemin büyük yanıldığının hikayesini etmek kaldı.
* * *
Etli, butlu ve ziyadesiyle mutlu Gülden yengem işte o yıllarda girdi hayatımıza. Ergenlik sivilcelerim başkaldırmadan hemen önceydi. “Kocaya yanmış geçkin kızlar gibi atıyor bu Gülden de kendini ortalara.” diye konuşurdu annem arkasından. Allı güllü şallardan başına türban yapardı Gülden. Dayımla sözü kesildiğinde, “Kaynanası kırk günü görmez…” diye çekiştirmeye başladı konu komşu. Lafı kendi üstüne alınan anneannem, “Halt etmişler, ne hainliğini görmüşler Gülden’imin?” diyordu. Annemse “Buna koşa koşa gelenden bir hayır beklemem ben. Çok sokulmayalım da kokuşmayalım.” diye tembih üstüne tembih etti annesine.
Gülden yengem mahalle bakkalımız Kazım efendinin kızıydı. Tek çocuk. Babasının, babadan kalan Ödemiş’teki patates tarlası imara açılınca halli vakitli Bakkal Kazım Bey’ in kızı oldu.
Çocukken geçirdiği saçkıran yüzünden kel kalan kafasını, “Murat’ dan sonra bıraktı tutunmaya hayata saçlarım.” diye açıklardı Gülden yengem. Murat, on yedisindeyken kaçtığı minibüsçü yavuklusuydu. Şayia bu ya, Gülden’in kaçarken annesinden hacıladığı altınları da alıp ortadan yok olduğu konuşulurdu Murat’ın. Gülden’e göre görev şehidiydi. “İstihbarata çalışan gizli polisti benim ilk eşim” derdi. Kimse yüzlemez ama herkes ortada bir evlilik falan olmadığını bilirdi.
Kıçı aynı Jenifer Lopez’in kıçıydı zaten, öyle derdi… Anneme göre değirmen taşı.
Benim gözlerimi alamadığım yeri ise boynunun hemen altından başlayan çataldı. Kafamı, o çatalın iki yanındaki kocaman memelere gömdüğüm edepsiz hayaller kurardım.
Annem sözü sık sık Boşnak köklerimize getirir, “Bizim ailede çirkin kadın yoktur. Varsa da gelin gelmiştir.” derdi. Anneannemin, “Kaşlı gözlü, güzel sözlü gelinim…” diye yaptığı algı operasyonlarının annemin üstündeki etkisi pek de kalıcı olmamıştı anlayacağınız.
“İspanyol kırmızısı rengini şaraptan mı alıyor kandan mı Asım?” diye sormuştu bir gün dayıma Gülden yengem. Bayramdı. Yedi sülale, yetmedi mahallenin küs olmadığımız yarısı -dayımın pavyonda fedailik yaptığını iğneleyenlerle görüşmezdik- anneannemin elini öpmeye doldurmuş bizim salonu. Dedemin olmadığı ilk bayram.
“Gülden.” dedi dayım, en ufak bir es vermeden.
“Canım,” dedi, yengem. “Bu adam beni nasıl da güzel taşıyor ya.” Etrafı bir azamet süzerek ve iri yapısından beklenmeyecek incelikteki sesiyle.
“İğne sesli Gülden.” diye fısıldadı annem kulağıma. Duyulduysa diye telaşımdan ağzımdaki lokum boğazıma yapıştı.
“Abla, yassı kadayıfın da pek güzelmiş. Nereden?” diye sordu yengem. Annemin en ifrit olduğu şeydi ima edilen.
“Kızarttım Güldencim, canım.” dedi. “Hazır değil.”
“Kadayıfı güzelmiş abla…” diye ısrarcı olmaya devam ediyordu Gülden yengem.
“Kızartan benim Gülden.” dedi annem. Sesinin tonu acılaşmıştı… Başlar, tavanı okşayan kauçuk ağacıyla devetabanının deve kadar yaprakları arasında oturan annemle yengem arasında gidip geliyordu. Demiştim ya, ergenlik sivilcelerim henüz başkaldırmamış, sakilliklerin hoş görüldüğü yaşlar yâni. Çıkarıverdim bir pırt… Muhabbetin boka sarmaya hazır konusu da değişti, odanın kokusu da.
“Mercimekli köfteyi çok kaçırdın kerata.” dedi dayım.
* * *
Yıllar geçer mevsimler değişir, ben hâlâ ergen; babam ölür…
Dünya değişir.
Bizim mahalle de öyle…
Bir avuç boncuk tanesi gibi dört bir yana dağılan aileler, suskun kadınlar, çocuklar; mahallemize taşınan Boşnakların anlatamadıklarına ağzımız açık kalır.
Anneannem, neredeyse unuttuğu Boşnakçasını parlatmaya başlar. Adının Fikret değil de Fikrata olduğunu öğrenirim. “Fikrata” nın fikir, “Moj dragi” nin canım demek olduğunu.
Dayım, bir akşam “dükkân” a götürür beni. Devralmıştır müzikholü. Patrondur artık. Gülden yengem, başparmağım kalınlığındaki altın bir halat zincirin ucunda kocaman bir altın yonca ile dolaşır boynunda. “Dükkanmış, kimi kandırıyor bunlar. ‘Altın Yonca Pavyon’ diye zaten yazmışlar kapısına da. Bal gibi pavyon işte… Babası yoksa anası var bu çocuğun. Benden izin almadan ne hakla ha ne hakla götürürsün oğlumu batakhanene.” diye ufak yollu bir sinir krizi geçirir annem.
Bense o akşam pavyonda tanıdığım koca memeli Gürcü kadının içinde olduğu düşlerle baş başayımdır…
Adapazarı, Karaosman’ da hayat işte böyle bir sıradanlıkta devam ederken bir gece yerle bir olduk.
Babam yoktu.
Dedem çoktandır yoktu.
Evimiz de yoktu artık.
Dünya alabora.
Sırf aksiyon olsun diye gözlerimi kapayıp basamakları sayarak inip çıktığım merdivenleri bir elimde annem ve sallanmaya devam ederken indim zifiri karanlıkta. Anneannemi, sıcaktan uyuyamadığı için oturduğu balkondan itfaiye aldı.
Bizim ev ağır hasarlı…
Yan blok yerde.
Asker geldi. Japonlar, Nasuh abi geldi, Kızılay… Koca koca iş makinaları…
İçindeki altı ölüyle birlikte yıktılar yandaki apartmanı.
İkizlerin cenazelerini dayıları teslim aldı.
O gün bugündür kimseyle küs durmadım ben. Kapıdan kovsalar bacadan girdim. Mutlaka bir yolunu buldum, barıştım, konuştum, gizli de olsa buluştum.
Dayım önce pavyonu, sonra yengemi, en son bizi taşıdı Ankara’ya. Ben Mimar Kemal Lisesi’nde okuyorum. Bülbül Deresi’nde oturuyoruz. Gıcır gıcır bir dairede. Dayımlar Çankaya’da yeni yapılan bir apartmanda. “Bir şey lazım mı abla?” diye arıyor her gün, geliyorlar da sık sık. Gülden yengem kadınını yolluyor haftada bir anneme. Şoförü gönderip aldırıyor bizimkileri arada, gezmelere gidiyorlar falan…
“Asımcım, bu dizüstü mü ne bir şey istiyor.” dedi annem bir gün. “Çay katayım mı? İster misin bir bardak daha?”
“Yok istemem, kalkacağım.” dedi dayım da. “Alırız ablacım istediğini aslan parçasının. Hadi şimdilik bana eyvallah.” Cama çıkıp geçirdi kardeşini annem.
“Selametle…” diye de seslendi arkasından.
“E kızım,” dedi anneannem, “gün geldi, hesap döndü. Beğenmediğin kardeşin…”
Camın önünde bize arkası dönük duran annemin düşen omuzları… Bana da en çok koyan bu oldu.
edebiyathaber.net (8 Ağustos 2023)