Umudumu kaybettiğim o gündü. Mahşer günü olacakları düşünüyor, kıyamet senaryoları üretiyordum. Geçmiş günahlarımı hatırlıyordum. Attığım her adımda daha da dibe batıyordum. Geride kalan her gün günahlarımı arttırıyordu. “Yeter!” diye bağırdım. Bilgisayarımın güç tuşuna bastım ve beklemeye koyuldum. Artık sipariş verecektim.
Onu ilk defa yazlık sahil evleri tadilatı yapan insanları anlatan bir televizyon belgeselinin reklam kuşağında görmüştüm. Aklıma yatmıştı. Çünkü tam bana göreydi. Kimsem yoktu. Annem babam öleli yirmi yıldan fazla olmuştu. Evli değildim. Duvarlara insan resimleri çizip onlarla arkadaşlık ediyordum. Kimsesizler mezarlığına kadar nasıl götürüleceğimi düşünüyordum. Kurda kuşa yem olarak bu dünyadan göçüp gitmeyi, kendimi yakmayı, denize yüksek bir yerden atlayıp sular içinde kaybolmayı da düşünmüştüm. Ama bunları cesaretim olmadığından yapamadım. Daha fazla günah işlemek istemediğim için onun siparişini verdim. Geride kalan her gün benim hesabımı arttırıyor, amel defterimi ağırlaştırıyor, ahirette mühürlenecek dudaklarımın yanında dile gelecek azalarımın işini zorlaştırıyordu.
“Dur,” dedim kendi kendime. “Daha ne kadar buna devam edeceksin? İşte Allah sana geçmişte işlediğin günahlar sebebiyle çocuklar nasip etmiyor. Bu affedilmeyeceğinin delilidir. Mezarının başında kim iki çift dua edecek? Kim, senin affolunman için başında Kuran okuyacak? Kim, seninle geçirdiği geçmiş günlerin hatırına elini semaya açıp bir çift gözyaşı dökecek? Kimse yok. Kimse olmayacak. Seni defnedecek insanları belki tanımayacaksın bile. Ailenin, akrabalarının, çocuklarının, eşinin, dostunun, torunlarının, yakınlarının, hısımlarının, seven kimselerin, seni tanıyanların, seni bilenlerin, iş arkadaşlarının, komşularının olmadığı bir törende göstermelik iki dua arasında üzerini ince bir toprak battaniyeyle örtüp arkalarına bile bakmadan terk edecekler seni. Sonra kaderinle ve hesabınla başbaşa kalacaksın.”
Bir hafta on gün içinde siparişim anlaşmalı kargoyla kapıma kadar getirildi. Kargo şirketi çalışanı tuğla kalınlığındaki evrakların her bir sayfasına bir imza atmamı söyledi. Yoksa siparişi teslim edemezmiş. Bu, siparişi üreten firmanın hukuki sorumluluk almak istememesinin bir sonucuymuş. Bana öyle söylendi. İmzaya falan gerek yoktu aslında. Zaten yakın bir zamanda yazılar, sözler, imzalar, yeminler, görüntüler, sesler, varlıklar aleminin her işareti bir hayalden ibaret olacaktı benim için. Beni gömecek, mezarımın başında dua edecek bir çocuğum yoktu. Kimsesizler mezarlığında tanımadığım insanlar tarafından da gömülmek istemiyordum.
Kutuyu açtım. Kullanım kılavuzunu okumadan düğmelere basmaya, kolları kurmaya, anahtarları çevirmeye başladım. Güç ünitesinin tam şarjı için yirmi dört saatin geçmesi gerektiğinden başka, kılavuzdaki hiçbir şeye dikkat etmedim. Yapmam gereken basitti. Şarj lambası yeşile döndüğünde start düğmesine basacak ve yolunu sadece kendimin bildiği bir şekilde kendimi öldürecektim.
Makineyi arka bahçeye çıkarttım. Tam şarj için bir günden fazla bekledim. Ve düğmesine bastım. İniltiler, tıngırtılar, yay gıcırtıları yükseldi derinlerden. Düğmeye bastıktan sonraki yarım saat içinde ben yaşamıyordum. Makine çalışmaya başlamış olacaktı. Benim için bir mezar kazdı. İçine beni yerleştirdi. Üzerimi güzelce bürledi. Mezar taşımı dikti. Duamı okudu. Bunları yaptığından elbette emin değildim. Ama makineyi bunun için satın almıştım. Kendi kendini gömemeyeceğini bilen her insanın satın aldığı bir aletti o. İnsan çoğu işi kendi kendine yapabilirdi. Kendi kendini besler, yıkar, korur, geliştirirdi. Ama öldükten sonra onu gömecek, yıkayacak, kefenleyecek, ona dua edecek kimse olmazsa bunun gibi bir makinenin sipariş verilmesi kaçınılmaz olurdu. Patenti Japon bir mühendise aitti. İntihar ormanından beş defa sağ çıkmayı başaran bir insandı kendisi. Her defasında başaramamıştı. Bense ilk denememde muradıma ermiştim.
Affedilmeyeceğimi biliyordum. Çocuğum yoktu. Hep dua ediyordum. Çocuğumun olması Allah’ın beni affettiğinin bir işareti olacaktı benim için. İstedim, vermedi. Daha fazla günaha girmek istemedim. Aldığım her nefes beni dibe çekiyordu. Makine benim çocuğum oldu. Makine beni gömdü, bana dua etti, mezarımı suladı. İnsan bir çocuk sahibi olmayı niye ister ki başka? Öldüğünde mezarı başında bir Fatiha suresi okunsun, kuru susam yapraklarını kenara itelesin, elini göğe açıp babası için yakarsın, bir bidon suyu kuru topraktan esirgemesin diye istemez mi insan bir evladı? Bu benden esirgendi. Ve bu benim için Allah tarafından affedilmediğimin kanıtıydı.
O artık benim çocuğum. Mezarımın başında kıyamet gününe dek bekleyecek. Şarjı sona ereli uzun zaman oluyor. Metal uzantılarının ikisi de kavisli kısımları yukarı gelecek şekilde bulutlara doğru uzanmış, öylece kalakaldı. Oğlum benim. Bana dua ediyor. Babasını gömdü. Onu yıkadı. Onu kefenledi. Onun için elini açtı. Onun için dua etti. O benim oğlum. Oğlum benim.
edebiyathaber.net (23 Ocak 2022)