Berk’le İsmail Abi’den en sevdiğimiz gazozdan almış, çocuk parkının karşısındaki deniz manzaralı banka oturmuş laflıyorduk. O bank ki herkesin boş bulmayı umut ettiği, boş göremeyince bir tur daha attığı, üzerine aşkını kazıdığı, herkes için önemli bir şeydi. Hele bir manzara ki şehre oradan bakanlar başka yerden bakmak istemezlerdi. Bizim için de mahallenin en sevdiğimiz nesnesiydi. Daha doğrusu herkesindi. Mülkiyet ihtiyacımızın olmadığı zamanların hatırası…
Ne zaman konuşmaya başlasak muhabbet bir yerde tıkanırdı. Bu manzarada en iyi şey susmak ve gazozunu yudumlamaktı aslında ama o bankın bize yüklediği bir anlam bir ruh hali vardı. Bir şeyler söylemek mecburiyetinde hissederdik. Bir süre kafamızda düşünceleri dişsiz bir ağızda gevelenen leblebi gibi evirir çevirir, yiyip yutamayacağımızı anladığımızda da tükürür, leblebinin ağızda bıraktığı o susuz tatla konuşmaya başlardık. Konuşmanın tıkandığı noktalar Berk’in uzmanlık alanıydı. Müthiş sol ayaklı bir on numara gibi bütün savunmayı geçip golü yapıştırır, tribünleri selamlamak istercesine dönüp bir de arkasında kimse var mı diye bakardı.
Yine öyle bir vakit, rüzgar saçlarımızı uçuruyor, gözlerimiz iyice kısılmış. Berk birden bana döndü:
“İnanamadım. Annemler geçenlerde konuşurken duydum. Babam anneme gündüz evlenme teklif etmiş,” gibi hakkındaki bütün yargılarımı olumlayacak saçma ama bir o kadar da düşündürücü bir cümle sarfetti.
Bir süre boş gözlerle yüzüne baktım. O güne kadar gördüğüm, öğrendiğim şeylerden duruma uygun birkaç kelime seçip söylemek istiyordum ama bunu pek beceremedim. Kelimeler biraz hafifleyince birden dönüp “Hâlâ ona saygı duyuyor musun?” dedim.
“Bilmiyorum, kafam karışık,” dedi.
Sonra evlere dağıldık.
edebiyathaber.net (16 Nisan 2018)