Sıradan bir gündü. Hava ılık ılık insanın yüzüne vuruyor, güneş insanın içini ısıtmak için gayret sarf ediyor, baharla gelip çatı kenarlarına yuva yapan sığırcıklar neşeli neşeli ötüşüyorlardı. Keyif içinde kaldırımda yürüyüp vitrinlere göz ucuyla bakarken rastladım O’na. Yolun kenarındaki at kestanesi ağacının gölgesine oturmuş, önüne serdiği mendildeki birkaç tane bir liraya bakıyordu. Bakıyordu denir mi, bilmiyorum çünkü gözlerini kara gözlüklerle kapatmıştı ve yanında duran beyaz bastondan görme yetisini kaybetmiş olduğu anlaşılıyordu. Elleri, tırnakları, buruşuk yüzü is karası bulaşmışçasına kirliydi. Üstü başı sokaklarda yatıp kalktığını gösteriyordu. Etrafında kötü bir koku bulutu dolaşıyordu. Bana Baba Vanga’yı çağrıştırdı. Cat Stevans’ın bir şarkısını mırıldanıyor şarkının ritmiyle öne arkaya yavaş yavaş sallanıyordu. Oh baby baby its a wild world…
Kulaklarım bana ihanet mi ediyordu. Onu seyretme arzuma engel olamıyordum. Aurası beni kendine çekiyordu. Kısa bir süre geçmişti ki başını hiç çevirmeden, “Neden bakıp duruyorsun, yoksa polis misin?” diyen sesiyle irkildim.
“Sen görüyor musun?” diye sordum. “Görmem benim aklım görür. Hadi orada duracağına git de (mendilden eline bir lira alıp bana uzattı) şu parayla marketten bana muzlu süt al. Her markette olmaz Peynirci Market’e bak orada var,” dedi. Afallayarak otomatik hareketlerle parayı aldım. Büyülenmiş gibi köşeyi döndüm ve Peynirci Market’i gördüm, içeri girdim. Muzlu süt alıp çıktım. Sabırsızlıkla yanına döndüm ve O’na uzattım. “Sağol,” diyerek görüyormuş gibi doğrudan süte uzanıp aldı. Hareket edince, vücudundan yayılan kokudan bayılacağımı sandım. Kutudaki deliği ıskalamadan pipeti sokup keyifle içmeye başladı. Ben hala bakıyordum. Ne dönüp gidebiliyor ne de konuşabiliyordum. “İkizim füzeyle uzaya gönderilmeseydi ben böyle olmazdım,” dedi. Hayda bu ne diyordu şimdi. Sanki beni hayretler içinde bırakmak için özellikle yol kenarına bırakılmıştı. “İkizim diyorum, uzaya gönderildiği günden sonra ben öbür yarımı kaybettim. Eksik kaldım. O deneyi yapmayacaktık. Yaptık. Kura çektik ben dünyada kaldım. Ayrıca ellerim iş görmüyor, ayaklarım zor yürüyor gözlerim görmüyor. Ama aklım görüyor. Sana bir şey anlatacağım,” dedi. Sütü bitmişti. Karton kutuyu özenle düzleştirip yanında duran çuvala, diğer kağıtların yanına yerleştirdi. Derin bir nefes aldı.
“Işık hızına yakın hızlarda yolculuk yaptığında zaman senin için yavaşlayacağından, yolculuğun, olduğu yerde duran birine göre çok daha kısa sürer. Örneğin sen ışık hızıyla elli ışık yıllık bir mesafeye gidip döndüğünde dünyada yüz yıl geçmiş olduğunu, tüm hayatının ve tanıdıklarının yok olduğunu görürsün. Tabii ışık hızına ulaşmak veya aşmak biz kütleli varlıklar için mümkün değil. Işık hızının yüzde doksan beşi kadar bir hıza ulaşabilirsen çok benzer durumlar yaşanır. Biz bunu denemek istedik. Bu hızda, bir yıldıza doğru yola çıkıp oraya vardığında dünyadaki biri için dört yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen giden için sadece birkaç hafta veya ay geçmiş olur diye hesap yapıp kardeşimi gönderdik. Teoriye göre o geri döndüğünde ben dört yaş büyük olacaktım. Olmadı olamadı. İkizim gelmedi. Aramızda güçlü bir bağ vardı. O gidince bazı melekelerimi kaybettim. Yaşıyor biliyorum. Bir yerlerde benim durumumda eminim. Dönse tamamlanacağız.“ Sustu ve daldı gitti.
Böyle pespaye bir görüntüden çıkan aşırı bilimsellik bana fazla gelmişti. Ben de sustum. Bir daha konuşmadı. Ne soru soracağımı bile bilemiyordum. Sessizce paraların bulunduğu mendilini toplayıp cebine sokuşturdu. Kalkmak için yardım istemedi. Ben de destek olmayı akıl edemedim. Toparlanıp gidişini izledim. Vedalaşmadık bile. Belli ki vedalardan hoşlanmıyordu. Sol ayağını sürükleyip kağıt dolu çuvalı peşi sıra çekiştirirken diğer eliyle de beyaz bastonunu yere vurarak kalabalığa karışıp gözden kayboldu.
Tuğba Aksu kimdir:
Fizik Mühendisi ve bir kamu kuruluşunda görev yapıyor. Evli. “Anne Kokan Ekmekler” adlı bir romanı var. Dergilerde öyküleri yayımlanıyor. Halen çeşitli öykü gruplarıyla çalışıyor. Milliyet Blog’da denemeler yazıyor. Yağlıboya ve karakalem resim çalışmaları var.
edebiyathaber.net (27 Eylül 2018)