“İnananların, inançlı olanların işi daha kolay esasında. Ölümle imtihanlarında bu gerçeklikle baş edebilmeleri, ölüm korkusunun üstünden gelebilmeleri. İnanmıyorsan şayet, o an, her şeyin bittiği an çünkü. Yok sonrası. Organikse her şey, o an her şeyin derin bir karanlığa büründüğü an. Üstelik bunu bilemeyeceğin, bir daha bilme, hissetme, düşünme, hayal etme imkanının bile olmayacağı. Saliseler içinde senin artık sen olamayacağı o sonsuz bucaksız karanlık.”
Gözlerimi çevirdiğimde bana bakıyordu. Bir yandan yardım isteyen, bir şeyler yap diyen bir bakıştı sanki, bir yandan da böyle bir anda bile niye bu kadar sessiz, nasıl bu kadar sakin bu kadın diyen bir bakış, sadece gözlerini değil tüm yüzünü adeta sarmıştı. Hızla soluyan nefesi, boynundan artık yırtıp geçecek kadar gerginleşen damarları. Hepsi sessiz bir çığlıkla bunu haykırır gibiydi yüzüme.
“Ne tuhaf. Ölüme her an teğet geçen bir hayat yaşarken, hayatlarımızı bazen birisinin eline, hiç tanımadığımız, belki ilk kez o gün gördüğümüz, bir daha hiç göremeyeceğiz birisinin eline, onun kararlarına rahatça bırakabiliyoruz. Taksim’den Bostancı’ya E-5’te 180 km ile giden dolmuşçuya mesela. Bizi yerin, denizin altına sokup çıkaran trenin makinistine. Ya da bir turist otobüsünün belki de ilk kez bir virajlı ve uçurumlu yola inip çıkan acemi şoförüne. Bir anlık hatası, herhangi birinin. Ve hop, bir anda her şeyin bitebileceği o an.”
“İşte şu an, tam da öyle bir an” dedim.
“Nee, efendimm” dedi.
“İşte” dedim. “İşte tam da o an”.
“Hangi an yahu” dedi. Endişeler içinde devam etti: “Bir şey yap lütfen. Ya da bir şey yapalım, ne olur”.
“Hareket edersek biteriz, biri hareket ederse biteriz”.
Gerçekten de öyleydi. Yamaç paraşütü yapmak için çıktığımız zirveye doğru, her geçen dakika daha da sarp hale gelen uçurumlu yolun sonlarına doğru gelmiştik artık. Tüm yolcular neşeli görünmeye çalışıyor, stresimizi kendimizce yansıtmıyorduk birbirimize. Ama herkesin içten içe, bir şeyler ters gidiyor sanki diye düşündüğü o kadar belliydi ki. Her viraj ucundan dönülüyor, yoldaki her çukuru adeta iç organlarımızda bir çekiç vuruşu gibi hissediyorduk.
“Ben demiştim ama demiştim. Bu yol çok kötü, izlemiştim videolarını gelmeden önce, çıkmayalım bu dağa demiştim” dedi.
“Evet izlemiştin, göstermiştin bana da” dedim.
“Ne lüzumu vardı, otursaydık işte sahilde. Yok yok, ne kadar yukarıda o kadar kötü bu dünyada”.
“Evet ne kadar yukarıda, o kadar tanrıya da yakın” dedim.
Kızdığını o an bana, yüzünden anladım. “Hem sakin, hem dalga geçiyor. Anlamıyorum, gerçekten anlamıyorum”.
Benim de kendimi anlamadığım dakikalardı. Böylesine burun burunayken ölümle, hiç düşünemezdim böylesine olabileceğimi.
“İnsan, öleceğinin farkında olan tek canlıdır. Nasıl yani, diğer canlılarda ölüm korkusu yok mu. O zaman korktuklarında niye can havliyle kaçıyorlar ki. Ucunda ne olabileceğini bilmese niye kaçsın peki o zaman öyle. O an bekler, olacak olanı itidalle. Nasıl olsa tünelin ucunda karanlık yok der. Gözleri faltaşı gibi açılmaz hiçbir canlının o zaman”.
“Tüm bir hayatı tek bir bedende, tek bir zihinde yaşamak bir de. İnsandan başka bir canlı acaba bunu hiç sorgulamış mıdır? Yaşamın ve ölümün değiştirilemez bir gerçekliği daha işte. Bir bedendesin hep, bir zihinde, ne yapsan çıkamazsın. Birisi seni alsa, başka yere koysa bile dünyanın öbür ucuna, yok, beden aynı ruh aynıyken. “
Etrafımızda dönen kuşlar artık iyice yakınlaşmıştı camlarımıza. Ben de o da onları izlemeye başlamıştık, tuhaf bir gülümsemeyle yüzlerimizde. Biriyle göz göze geldik kuşların. Havada sabit bir süzülüş yaparken yan gözle bizi izliyor, niye burada durduğumuzu anlamaya çalışıyordu sanki.
“Şimdi mesela bedenen ve ruhen şu etrafımızda kanat sallayan kuşlardan biri olsaydım. Ona geçseydi bedenim her şeyiyle, beynim, kalbim. Kollarım onun kanatları olsaydı. Keskin gözlerimle baksaydım yarısı uçurumdan aşağıya düşmeye teğet otobüse. Belki kurtarırdım, otobüsün aksi yönüne ağırlık yapıp, diğer kuşlara ve diğer tüm canlıları da yardıma çağırıp. Doğanın insana sunacağı topyekün karşılıksız bir iyiliğin daha altına atardım imzamı. Peki ben bir kuş olsam, gerçekten bir gün ölebileceğimin farkındalığında olur muydum?”
Evet düşünmezdim hiç böyle bir anda böyle bir beni. Ölüme ve yaşama dair felsefik sayıklamalara girecek bir beni. Ve her şeyin ötesinde, bundan tuhaf bir haz alabilecek bir beni. Şaşarken ben kendime, “Kimse hareket etmesin, kimse hatta konuşmasın bile” dedi yanımda, tüm otobüste yankılanan sesiyle bir adam. Ön koltuktan artık kim olduğunu bile gözlerimizin seçmeye yeltenemediği biri “Konuşma o zaman, sus sen de be adam” diye bağırıverdi geri. Evet o müthiş dengeyi bizi uçurumun kenarında yarım yamalak bile olsa tutan, bizi düşürmeyen dengeyi küçük bir titreşim bile bozuverebilirdi. Artık bir ihtimal daha var ki o da, hayatımızın son içsel konuşmalarının arifesindeydik belki.
“Belki de yaşam bir sesti. O içimizdeki doğumdan ölüme kadar hiç susmayan sesti. Yaşayan, nefes alan, seven, sevilen, sevişen, nefret eden, susan, haykıran, kusan, hep o sesti kim bilir. Bizler o sestik, o sesten yapılma. Bir titreşimdi belki hayat. Bir yayı gerdikleri ve sonuna kadar bıraktıkları en başta, o yayın baştan sona kadar yol boyu elde ettiği. Tüm titreşimleriydi. O titreşimlerin bazen bir melodiye, bazen gürültünün estetiğine, bazen de bir kuyunun en dibinden gelen o korkutucu uğultuya dönüşmesiydi. Bazen hepsinin birbirine karışmasıydı belki de, bir kakofoniye.”
“Demiştin sahiden de” dedim ona, artık sesimi iyiden iyiye kısarak, bir fısıltı tadında dibinde kulağının. “Bu eski köy yolları, böyle havalarda riskli olur, demiştin”. Ben ısrar etmiştim. Yukarıdan, en yukarıdan görmek istiyordum manzarayı. Dalgasını geçmiştim, sabahtan beri, “Ee Ölüm Beycim, hayatınızın son gününe hazır mısınız? Zirveye son uçuş başlıyor”. Önce yapmaya çalıştığım espriyi anlamamış, sonra çakıp kelime oyununu, “Kalım Hanım, siz geçin dalganızı hele” demişti. “Unutmayın, korkular da sevdaya dahildir”. Bunca yıl aramızda ölüme dair çokça da konuşmadığımızı fark etmiştim bu konuşmalarımız sırasında. Konuştuğumuz ise onun ölüme dair hissettiği kabullenememişliği oluyordu. Ben ise kendimce hayatta kalmayı konuşmaya çalışırdım, kalımı konuşmayı yani.
Yüzüme döndü, bir süre baktı. Bana değil de uzakta çok uzakta, ufukta adeta bir noktaya bakar gibi. “Peki” dedi “Ölmeden ölümü deneyimlemek mümkün mü ki. Şimdi yoksa o an mı”.
Dünyasal değerlerden arınmak. Kendini tüm maddi koşulların üstüne çıkarmak. Kendini arındırmak, kendi içindeki kendini bulmak. Sonra o kendine kendi dışına çıkıp bakmak. Kendini görmek. Seni görmek. Ulaşmak kendi dışına. Alemdeki kendi zıddını görebilmek. Ya da sadece bakabilmek, görememek.
“Bilmiyorum” dedim. Benden olumlu bir cevap bekler gibiydi. Bedenen evet bitse de ruh bitmez ki dememi bekliyordu belki de. “Bilmiyorum gerçekten” dedim. Elini tuttum sadece o an. “Yaşama inandım hep ben. Ölüme de inandım. Sonrasına ama inanamadım. Bu dünyada olana inandım. Şu dağa inandım, şu dağın eteğindeki ağaçlara. Havada uçan kuşun kanadına. Yerdeki yaprağa. Gökyüzündeki bulutların pamuk olma ihtimaline. Buluta inandım. Rüzgârın kokusuna inandım. Her şeyin bir kokusu olduğuna en çok da yaşamın bir kokusu olduğuna inandım”
“Sana inandım” dedim.
Omzuma yaslandı. Ben de onun saçlarına yanağımı yasladım. “Haydi birbirimize en sevdiğimiz üç kokuyu sayalım” dedim. Gülümsedi dakikalardır ilk kez gergin yüzü, “Haydi” dedi.
“Alnının kokusu” dedim. “Öperken her yerini, o hep uğradığım duraklardan biri o olan, alnının kokusu. Validelerimin evinde o yaşlılığın kendine özgü kokusuyla arap sabununun birbirine karıştığı nev-i şahsına münhasır kokuyu bir de. He bir de bizim tüylü Sarı Fırtına’nın tüy kokusunu. Evet sahiden tüy kokar mı, kokmaz esasında. Nasıl anlatılır ki tüyün kokusu. Tüy kokuyor işte sadece, saf tüy”
Güldük, Sarı Fırtına’mızı hatırladık, biz tatile gelirken validelere bıraktığımız bir haftalığına.
“E hadi sıra sende” dedim, “Say sen de”.
O an dağın eteğindeki ağaçların adeta bir fırtınaya tutulmuş gibi sallandığını fark ettik. Bir sesin her geçen saniye daha da yakınlaştığını hissediyorduk bize. Bir kuş, uçurumun dibinde artık sallanmaya başlayan otobüsümüzün üstüne konmuştu. Bir ağaç artık ağırlığa dayanamayıp çatırdıyordu, kırılmaya yüz tutuyordu. Bir bulut yağmurlarını üstümüze boşaltmak için siper almıştı adeta, bir diğer bulutun ardında.
Çat etti, camda küçük bir delik oluştu basınçtan o an. Rüzgârın sesini dinlemeye başladık. O sonsuzluk sesini.
edebiyathaber.net (4 Haziran 2024)