Dans edenlere alkış tutarken serçe parmaklarıma çengel atanlarla halaya sürükleniyorum. İsteksizliğimi umursayan yok. Ayak hareketlerimi sayıyorum içimden. Bir ara sağımı solumu karıştırıyorum. Her zıplayışımda bedenimin üstünden sarkan şeyler de hopluyor peşim sıra. Üçüncü turu tamamlayamadan inci kolyem kopuyor. Ayaklar altına dağılan inciler halayın ahengini bozup halay çekenleri yalpalatıyor. Son anda göğsümde yakalıyorum birkaçını. Tepede asılı renkli disko topunun ışıkları, halaya devam etmek isteyenlerle duraksayanlar arasındaki spastik geriliminin üstünde dönerken eltimin tombul yanaklı küçük kızı yerden aldığı birkaç inci tanesini bırakıyor şaşkın avucumun içine. Yukarı diktiği gözleriyle beklediği aferini alamayınca uzaklaşıyor yanımdan.
Halay çekenler beni bırakıp kaldıkları yerden devam ediyorlar. Bir ümitle incilerimin peşine düşüyorum ama çoğu ayaklar altında savrulup gitmiş. Pist kalabalıklaşıyor. Düğünde eğlencenin en hararetli yeri ve zamanı. Şemmame oynamaya başlıyorlar. Alkışlarla enerjileri yükseliyor, coşkuları dalga dalga salona yayılıyor. Ter kokusu, parfüm kokusuyla sarmaş dolaş. Etrafımda dönenlerin ortasında rehin kalmış gibiyim. Işıklar yüzümde oynaşırken hangi tarafa gideceğimi şaşırıyorum. Düğünü kayda alan kamera benim üzerimde. Yüksek topuklarla eğilip doğrulmaktan kasılan baldırlarım yanıcı bir ağrıyla zonkluyor. Bir hamlede kırıyorum insan zincirini, hâlâ çekim yapan iri kıyım adamın ayağına basıp “Pardon,” diyorum.
Az sonra, arkamda bıraktığım pist göbek havasıyla kendinden geçiyor; müziğin sesinden çok nefes ve nida seslerini duyuyorum. Gelinle damat oturdukları masadan alkışlayarak oynayanları seyrediyor. Özenli giysiler, kravatlar, ceketler, tuvaletler, dekolteler, yapılı saçlar, makyajlar sağımda solumda uçuşuyor. Çatal, bıçak, bardak şıkırtıları eşliğinde, eğlenceye ortak olanların, etrafına merakla bakanların, sesini duyurmaya çalışanların, cep telefonlarıyla oynayanların, çocuğuna bir şeyler yedirmeye uğraşanların oturduğu misafir masalarının yanından, servis yapan garsonların, ortalıkta dolaşanların arasından, bazen yol vererek, bazen de ayağımı burkmadan küçük adımlarla süzülüp gelin tarafının beş numaralı akraba masasına ulaşıyorum. Pasta servis ediliyor.
“Ne oldu, incilerin mi döküldü?” diye soruyor eltim. Masada tombul yanaklı küçük kızıyla kayınvalidem de var. Topuz saçımdan alnıma düşen perçemi güçlü bir üfürükle kaldırıyorum. “Öyle oldu,” diyorum. Elimde kalan incileri çantama koyarken alaycı gülüşlerini saklamaya çalışarak bakıştıklarından eminim. Düğünümde de bakışıp durmuşlardı. Yengemin bana inci kolye takışına, oyun bilmeyen babamın zeybek oynayışına, oğlan kardeşimin spor ayakkabısına, annemin yorgunluktan titreyen bacaklarına… Musa’yı arıyor gözlerim. Salonun bir köşesinde tanımadığım bir kadınla konuşuyor. Elimi, kolumu sallıyorum, görmüyor beni. Yerime oturuyorum. Kayınvalidem dudağının kenarına yapışmış beyaz bir pasta kırıntısıyla “Pek iyi bir doktormuş, Musa konuşmaya gitti,” diyor. “Ne doktoru?” “Kızım işte deneyip duruyorsunuz ya, tüp bebek merkezi varmış.” “Bana bir şey söylemedi.” Eltim lafa atlıyor: “Beş yıl oldu, gittiğiniz doktordan bir sonuç alamadınız. Biz de destek oluruz, merak etme,” diyor. Ses çıkarmayınca yüzü düşüyor.
Zavallı yumurtalarımı bir rahat bıraksanız artık. Yeterince görev yüklendiler zaten. Olgunlaşmaya, döllenmeye zorlandılar, yıprandılar. Kimseye yaranamadılar. Utançlarından ezilip büzüldüler, verimsiz damgası yediler. Kendilerine azıcık güvenleri kalmadı. Ara sıra zihnimin saklı köşesinden çıkarıp beşiğini salladığım nur topu gibi bir bebeğe dönüşemeden yaşlanıp gidecekler. Kim bilir daha ne kadar “En üst katta oturan çocuksuz kadın,” diye anılacağım. Ellerim karnımda okuduğum dualar, bölük pörçük uykularım, test sonuçlarım kimin umurunda? Varsa yoksa inadına bir deneme daha. Her yeni tekrar, her yeni umut, savrulan incilerim gibi boşa gidecek yumurtalarımı uğurlamaktan başka ne işe yarayacak?
Halay dağılmış, pist sakinleşmiş. Misafirlerin çoğu yerlerine oturuyor, bazıları peçeteyle terlerini siliyor. Kocası hayatta olmayan kayınvalidem, gelinin en büyük teyzesi. Diğer iki teyzesi, kocaları ve çocuklarıyla da aynı masadayız. Pastalar yeniyor. Halaydan niye çıktığımı, kolyemin nasıl koptuğunu soranlara, “Aksilik oldu,” diyorum.
Çok geçmeden gelinle damat düğünden ayrılanları uğurluyor, giderayak resim çektirmek isteyenlerle poz veriyor. Musa nihayet gelip omzuma dokunuyor. Gözleri parlamış, “Bu sefer olacak galiba,” diyor. Soran gözlerle bakınca yanıma oturup neler yapmamız gerektiğini anlatıyor. Kayınvalidemle eltim kulaklarını dikmiş dinliyorlar. Benden bir tepki alamayınca “Sevinmedin mi? O ne biçim bakış,” diyor canı sıkkın. Usulca “Evde konuşuruz,” diyorum.
Musa’nın evlilik teklif ettiği o ışıltılı restoranda üstüne yapışmış çekingen hali geliyor gözümün önüne. Yutkundukça kesilen sözcükleri. Onun için çok özel olmam, hayatını sadece benimle geçirmek istemesi, bensiz bir güne bile tahammül edememesi… Sesinin titreyişi, nefesini tutuşu, çırpınışı… İçtenliğine inanmıştım. Benim de kalbim bir başka atıyordu. Onunla güvende ve mutlu olacağımdan kuşkum yoktu. Hatta ısrar etmediği halde, onu mutlu etmek için on yıllık mimarlık kariyerimden vazgeçip işten ayrılmaya bile karar vermiştim.
Düğünümüzde ilk dansımızı yaparken, tebrikleri kabul ederken, gelin çiçeğimi atarken kendimi ne kadar da biricik hissediyordum. Evlenir evlenmez “Hemen çocuk yapalım,” demişti. Heyecanı hoşuma gitmişti. Sevgisindeki coşku içimi ısıtıyordu. Aslında hızlandırılmış trene binmiş gibiydik. Konuş, paylaş, gez, eğlen, duraklarında durmadan çocuk yap, durağına gelmiştik. Evlendiği sadece ben değildim, yumurtalarıma da nikah kıymıştı. Birleşmemizin tek amacı, “Bu çiftin bebeği olacak,” bayrağını sallamak olmuştu. Eve getirdiği yiyecekler, sağdan soldan duyduğu reçeteler, adet günlerimi sıkı takibi, tatlı sözleri, üstüme titremesi benim için değildi sanki. Belki de kur yaptığı yumurtalarımdı.
Masalar boşalmaya başlayınca “Kalkalım mı?” diyorum Musa’ya. Annesinin gözüne bakıyor. “Birazdan kalkarız,” diyor. Düğünde çekim yapan iri kıyım adam masamıza fotoğraflar bırakıyor. Evirip çevirip katlamakla meşgul olduğum peçeteye indiriyorum gözlerimi. Ne de olsa adamın ayağına fena bastım. Fotoğraflardan birini ayırıp bana uzatıyor. “Bu sizin hanımefendi,” diyor. Beni tek başına çekmiş. İnci kolyem henüz boynumda. Teşekkür edip çantama uzanıyorum. Musa benden önce davranıp ücretini ödüyor. Gözü adamda. Suratı kararmış, burnundan nefes alıyor. Adamın arkasından kalkıp takip ediyor. Gidişine anlam veremiyorum. Salonun kapısından çıkarken bir arbede yaşanıyor. Musa’nın eli adamın yakasında, ayırmaya koşturan garsonlar, araya girenler zor sakinleştiriyor. Yerimden kalkıp yanına gitmek istiyorum. Masamızdaki erkek akrabalar beni durdurup olaya dahil oluyor. Eli kalbinde, telaşla “Ne oldu,” diye soruyor kayınvalidem. “Bilmiyorum, kıskandı herhalde,” diyorum. Yanaklarıma al basıyor. Eltimle ikisi bakışıyorlar. Musa dönüp geldiğinde yerine oturmadan “Hadi gidiyoruz,” diyor. Benimle göz göze gelmekten kaçınıyor. Sadece “İyi misin?” diyebiliyorum. Gözleri alevli bir “İyi,” çıkıyor ağzından. Akrabalarla hızlı bir vedalaşmadan sonra yorgunluktan yüzleri çökmüş gelinle damada uğrayıp mutluluklar diliyoruz. Kayınvalidemi evine biz bırakıyoruz.
Düğünümüzde nikah kıyılır kıyılmaz ince topuğumla kanırtarak basmıştım Musa’nın ayağına. Canı fena yanmış, bir anlık şiddetli acıyı yüzüne yayılmadan savuşturmuş, kızmadığını gösteren anlayışlı bir bakış atmıştı bana. Sevgi ve şefkat kredisi bol bir hayata başlıyordum. Evlilik cüzdanını elime aldığımda ikimizden de emindim. Ne istersem yaparım sarhoşluğuyla evcilik oynamaya hazırlanmıştım. Gel gelelim yumurtalarım oyunbozanlık etmişti. Üstüme çöken eksiklik duygusu yavaş yavaş içime nüfuz etmiş, kendimi bırakıp etrafımdakilerin mutluluğuna yönelmiştim.
Evimize döndüğümüzde topuklu ayakkabılarımdan kurtulup salondaki üçlü koltuğa uzun oturuyorum. Musa yanıma gelip ağrıdan kasılmış baldırlarıma masaj yapıyor kendiliğinden. “Susadım,” diyorum, su getiriyor. Dağılan topuz saçımı açmama yardım ediyor. Düğündeki adamla niye kavga ettiğini soruyorum, lafı değiştiriyor. Bu gece çok güzel olduğumu söylüyor. Saçlarımı okşuyor. Neyin peşinde, emin olamıyorum. Benim mi, yumurtalarımın mı? İkircikliğimi fark ediyor. “Ne oldu?” diyor. Kendime dönüyorum. İsteklerimi, beklentilerimi yeniden aklımdan geçiriyorum. Uzun zamandır kafamda dolandırıp durduğum şeyi söylüyorum Musa’ya. Şirketteki işime geri dönmeyi. Bir ay önce teklif geldiğinden ve düşünmek için zaman istediğimden bahsediyorum. Önce şaşırıyor, sonra nedenini soruyor. Kendim için yapmam gerekenler olduğunu anlatıyorum. Tüp bebek işine biraz ara vermeyi, işime konsantre olup hayatı olağan akışıyla yaşamak istediğimi. Uzun uzun düşünüyor. “Peki çocuk sahibi olmaktan vaz mı geçelim?” diyor. “Hayır,” diyorum “ama tek bir amaç haline getirmeyelim.”
Çantamdan kopmuş inci kolyemi çıkarıp olanları anlatıyorum. Beni halay çekerken düşünemediğini söyleyip gülüyor. Yenisini almayı teklif ediyor. “Olur,” diyorum. Düğünde kimlerle karşılaştığını, doktor hanıma nasıl ulaştığını anlatıyor. Teyze oğlunun kırdığı potları, damat hakkında duyduğu dedikoduları. Uzun zamandır olmadığı kadar çok konuşuyoruz. Eski günlerden bir bakışını yakalıyorum. Sözcüklerini incitmekten sakınarak, dikkatli seçiyor. Beni can kulağıyla dinliyor. Yumurtalarımın peşini bırakmış gibi. Ağzım ayrılacak kadar esneyince yatmaya gidiyoruz. Gece deliksiz bir uyku çekiyorum.
edebiyathaber.net (18 Mart 2023)