İkizimle ikimiz yatağı yorganı toplarken babaannem sabah namazını kazaya duruyor. Bağ bahçeye giden eşeklerin nal sesleri koşuşan insanların gürültüsüne karışıyor, açık camdan içeri giriyor. Güneş bir mızrak boyu yükselmiş; sedirdeki Yahyalı Halısı’nın göbeğindeki kırmızı güle vurmuş. Başımı hafifçe eğdiğimde ırgatları görüyorum; ayaklarında basma şalvarları, ellerinde azık bohçalarıyla çapaya giden kadınları… Gülüşleriyle günü uyandırıyorlar sabahın altısında, zamanın gözünü açıyorlar. Boynunda düdüğü, elinde değneğiyle kadın çavuş, herkesi traktör kasasına bindirdikten sonra kendi de atlıyor şoför mahalline yaşından beklenmeyen bir çeviklikle. Gözlerinde çift yevmiye alacak olmanın sevinci var.
Babaannemin babası büyükbabam, başköşede oturuyor, gözü dışarıda; karısı Cıncık Nine ölünce dedemin başına kaldı. Zili duyar duymaz sandığın üstüne minderi koyup ahizeyi kaldırdım ama ses gelmedi. Tavana yakın yerdeki rafa konmuştu siyah, çevirmeli telefon, televizyonun altına. Babaannem bana bakınca gözüne far tutulmuş tavşan gibi kalakaldım. Rükûya da secdeye de varmadan dizlerinin üstüne oturdu, Allahümme Salli şöyle dursun Ettehiyyatü’yü de yarım yamalak okuyup sesini yükselterek sağı solu selamladı: “Esselamu aleyküm ve rahmetullah, esselamu aleyküm ve rahmetullah.” Seccadeyi katladı, telefonun dantelini düzeltti; dokuz ve sıfır açıkta kalmıştı. Bir “Alo” desek yeterdi ama yasaktı bize. Büyükbabam kaş göz etti, evde kimse olmadığı zaman telefon ettirecekti; anlamıştım.
Babaannem sobada fokurdayan güğümü alıp “Bi numara çevirmeyin sakın” diyerek odadan çıkınca iki rakamının olduğu yerdeki yuvarlak halkayı çevirip bıraktım; öyle güzel ses çıkıyordu ki… İçeri girdiğinde, her iki kenarından iple başının arkasına bağladığı kalın camlı beş numara gözlüğünün üstünden baktığı ilk yer raf oldu, dokuz ve sıfırın açıkta olduğunu görünce rahatladı. Bildiği halde, “Arayan oldu mu” diye sorarken çaldı telefon. Elindekileri olduğu yere bırakıp koşar adım gitti, sol ayağını sandığa atıp yeni müdür olmuş memur edasıyla üçüncü zil sesinde ahizeyi kaldırdı: “Alo.” Şehirliler gibi ekeleşti de ekeleşti, nasıl olsa bize yazmıyor düşüncesiyle de lafı sündürdü de sündürdü. “Teşekur ederim” diyerek kapattı. Bu kelimeyle “lütfen”i telefon yazdırırken postane memuresinden kapmıştı, “nütfen” diyebiliyordu. Keşke ben de bir gün böyle “Alo, buyurun, ben Pembe, kiminle görüşüyorum acaba? diyebilsem, o güzel sesli ablayla birazcık konuşabilsem” dedim içimden. Sık dişli tarağını sakalında gezdiren büyükbabam bakışlarıyla, “Onlar bağa gidince halledeceğiz, canını sıkma sen” diyordu. Güveniyordum, yarın konuşturacaktı beni.
Babaannem ayağını sandıktan indirip dedeme yöneldi:
– Şükrü, Gamsızlar’ın Asiye’nin oğlu evleniyormuş, devrisi gün düğünleri var, ne götürülecek? Ekmek yaparken, elma indirirken, ölümüzde dirimizde her işimize koşturur adamlar. Bir gün evvel de okuyucu şerbetlerini dağıttıydı da unuttum sana söylemeyi telaşemden.
– Onlar bizim uzunun düğününe ne getirdiydi?
“Defterde yazılı” deyip bana döndü:
– Kız, git bak bakalım. Köftür koyduğumuz Avanos küpünün yanındaki haralın içinde paketler var, üstünde kocaman harflerle Asiye yazıyor, al gel onu. Sandığın dibindeki dedeyin defterini de getir.
Ambara indim. Tavandaki Güp Düşen Armutu hevenkleri mis gibi kokutmuştu ortalığı. Defteri buldum; sayfaları kıvrışmış, nemden kabarmış; isimler öyle canlı ki dedem tükenmez kalemi bastıra bastıra en güzel yazısıyla yazmış. Haralın küt düğümünü çözdüm, içindekileri tek tek çıkardım. Kutulardan birinde, “Gam……” hecesini görür görmez kenara ayırdım. Alt tarafına sıkı sıkıya bağlanmış, dört yanı çengelli iğnelerle tutturulu, yavruağzı gül işli bir bohça da vardı.
Hepsini bulmanın sevinciyle bir armut kopardım; en irisini, en sarısını. Anlaşılmasın diye boş kalan yere diğer armutları çektim. Yiyerek çıktım yukarı. Telefon çalıyordu. Babaannem açtı ama bir erkek derin derin nefes alıp veriyor, hiç konuşmuyordu. Tekrar çalınca bu kez dedem, “Kerhane telefonunu da geçti bu” diyerek yerinden fırlarken pijamasının paçasına dolandı ayağı, yüzüstü gidiyordu az kalsın. Ses gelmeyince verdi veriştirdi: “Aluuuv, aluuuuuvvvv, konuşsana pezevenk.” “Belediye hamamı mı orası?” diyordu bir ses. “Cehennemin dibi, he he, gel de keseleyim seni” deyince hıp diye kapandı hat. Tak diye taktı yerine ahizeyi dedem verip veriştirerek: “Hamam mı orası, diyor bana dili lâl olasıca, az kalsın takım taklavat her şey meydana çıkıyordu dürzünün yüzünden.” Pijamasını karnına kadar çekerken sinirinden babaannem de nasibini aldı: “Şunun lastiğini değiştir diye bin kere söyledim, gevşemiş, ebemin şeyine dönmüş.”
Tam defteri açıyorduk ki dış kapının zembereği tıkırdadı; komşularımız Hacer ile Zekiye teyzelerdi gelenler. Babaannem dikiş makinesinin gözünde aranırken dedem hâlâ pijamasının lastiği ile imtihan oluyordu. Tam ağızlarını açacaklardı ki dedem, “Bozuk” deyince girmeleriyle çıkmaları bir oldu. Kapıdan savuşurken Hacer teyze fısırdadı: “Gördün mü, ne sen kızını arayabildin ne ben askerdeki oğlumu. Bozuk mozuk değil, bakma sen. Neydeceklerse, mezara götürecekler sanki.” Zekiye teyze de burnunu çekerek fışırdadı: “Neyse öbür sefere elimiz dolu gelelim bari, belki gönlü olur da aratır Şüklü dede.” “R”leri güzel söylüyordu ama nedense Şükrü’nün “r”sine dili dönmüyordu, “ş”sinde sıkıntı yoktu.
Çizgili sarı defteri açtık. Alfabetik yazılmadığı için sayfaları çevire çevire bulduk: “Gamsızlar’ın Asiye: “Bir kutu kuru pasta, … .”
– Ama babaanne bunlar götürülmez ki, 1975 yazıyor baksana, beş yıl olmuş neredeyse.
– Her boka biber olma sen, para verip yenisini mi alacaktık milletin yiyip de tuvalete bırakacağı şeyi? Ne getirdilerse o. Öndücümüzü götürdük mü götürdük. Size göre hava hoş, yırtılan Kürkçü Bekir’in yakası tabii. Altınlarını da küçük oğluna götürürük, şimdi durumumuz yok, o zamana Allah kerim. Gine karnı burnunda; yedinci mi olacak, sekizinci mi, senede bir kunnuyor zati sıraca getiresice. Hangi birine yetişeceğimizi şaşırdık vallaha.
Ertesi sabah erkenden uyandık, büyükbabam makamına kurulmuş, gözü kapalı, dua mı ediyor kestiriyor mu belli değil. Babaannem telefonu kilitlerken, “Hadi eşeği hazırlayalım, üzerlerine güneş düşmeden taze yonca biçip gelelim, inekler iki gündür saman yemekten usandı hayvancağızlar, sütleri de çıkmıyor. Pembe sen evde kal, yemek yap” deyip üçü de ahırın önüne indi.
Büyükbabamla ikimiz kalmıştık. Birden, “Gel bakalım, canım kaynadı” deyip kucaklayıverdi. Önce gözü değdi karnıma sonra elleri. Sırtüstü uzanıp ayaklarını karnıma koydu, beni yukarılara kaldırdı, “Hopbidi hopbidi hopbidi” diyerek. Yedi yaşında kocaman çocuktum ama zorlanmadı kaldırmakta beni. “Öyle yapma, tırnakların batıyor, gıdıklanıyorum” diyordum. Gıdıklandıkça gülesim geliyordu, ben güldükçe o iştahlanıyordu: “Hopbidi hopbidi hopbidi…” Bembeyaz sakallarının üstündeki yanakları pespembe olmuştu. Kendi kendine bir şeyler söylüyor, garipçe neşeleniyordu. Ellerini itip birden kalktım ayağa; gözüm, gömme dolabındaki parlak kâğıtlı bayram şekerlerine takıldı; yeşil, kırmızı, mavi… Sarıdan bir tane aldım. Kırmızıdan da alacakken elimi tuttu: “Yooo, o da sonra, hem birazdan telefonla konuşturacağım seni ama kimseye söylemek yok tamam mı?” “Dün de söz vermiştin ama…” deyince dayanamayıp cepkeninin iç cebindeki kilit ile küçük defteri çıkardı; ilk sayfaya kırmızı kalemle irice yazılmış dört haneli numarayı çevirdi. Heyecanlanmıştım. O abla çıktı karşıma, Nermin’miş adı. “Günaydın” dememle büyükbabamın, “Tamam, hadi bakalım, çok yazmasın, kapat” demesi bir oldu; dokuz ve sıfırı açıkta bırakarak dantelini örtüverdim.
Öğleüzeri bizimkilerin çağırışını duyar duymaz patates yemeğinin altını kapatıp indim aşağıya. Heybeyi boşaltıp yükü ambara attık. Eve girince dedem, hepimizin yanında iş pantolonunu çıkardı, tehlike yoktu çünkü altında çizgili pijaması vardı, onu da çıkardı yine tehlike yoktu çünkü onun altında da kuşağıyla beline sıkıca bağladığı el örgüsü yün alt donu vardı. Bir “Of” çekip oturdu sedire büyükbabama ters ters bakarak. Sofranıp durdu: “Keşke Allah beni şunun gibi kasavetsiz yaratsaydı. Biz çalışalım bu yesin. Kalıbı dinlendirse de kurtulsak…” Büyükbabam da söylenerek öte tarafa gitti; orta odaya: “Çenesinin yayı kopasıca, arıza çıkaracak şimdi, bana sarmadan çıkayım da gözüm görmesin.”
Yer sofrasını kurarken Zekiye ve Hacer teyzeler geldi; başları önde, dedemden uyvatlanarak girdiler büyük odaya. Bir cingil kaymaklı manda yoğurdu getirmişlerdi bir umut… “Hoş geldin beş gittin”den sonra dedem horgörüyle, “Bozuk dedik ya geçen gün, gidin postaneden yazdırın, iki adımlık yer, bana mı güvendiniz, üç kuruş kazanacağız diye götümüz üç buçuk atıyor tarlada tapanda, akşam olunca şeyimizi kaldıracak halimiz kalmıyor; kolumuzu” dedi. Neye uğradıklarını şaşırdılar, ikisi aynı anda kalkıverdi; biraz utançla biraz da yoğurttan oldukları için pişmanlıkla… Dedem hâlâ mırmırlanıyordu: “Işığı gören gelir gayrı, bunlara bedava olsun da ne olursa olsun, her gün damlarlar artık imansızlar.”
***
– Duydun mu Zekiye, seninkiler Asiye’nin oğlunun düğününe ne götürmüşler?
– Haberim yok Hacer, ne götürmüşler?
– Bir kutu kuru pasta ile dört metrelik pazen elbiselik. Onu da düğüne gelen çocuklar yesin diye açmışlar, hepsi hastalanmış, ishal olmuş yavruların. Asiye’nin de tansiyonu yükselmiş, “Gremse’mle tamımın da üstüne yattılar sidiği durasıcalar ama onların yanına bırakmam, şu işler bitsin de ben ne yapacağımı biliyorum” diyerek intizar üstüne intizar ediyormuş. Kocası Halil zor zapt etmiş diyorlar.
– Adı batsın o Şüklü dedegilin. Benim cingil de boş geldi ya.
***
Akşam yatarken karnımdaki kızarıklıklara merhem sürdükten sonra seslendim:
– Babaanne, bir haftadır evde bırakıyorsunuz beni, yemek yapmak istemiyorum artık, on beş tatil bitmeden, babamla cici annem bizi almaya gelmeden beni de bağa götürün.
– Tamam, yarın sen gel bizimle öyleyse, Güliz evde kalsın. O yemek bilmez ama temizlik yapar en azından.
İkizim ilk kez kalacaktı evde; büyükbabamla.
Hopbidi hopbidi hopbidi…
edebiyathaber.net (20 Temmuz 2023)