“Bugün bir yılın daha sonuna yaklaşırken, geride bıraktığım yıllardan özür diliyorum…”
Sabah kahvemi yudumlarken gazetemin ikinci sayfa- sında okudum bu cümleyi. Biraz durup düşündükten son- ra cümlenin altındaki fotoğrafa takıldı gözlerim. Orta yaş- lı bir kadın, oldukça yorgun ve üzgün bir ifade vardı yü- zünde. Biraz daha dikkatli baktığımda ellerinin kelepceli olduğunu farkettim. Merakım bir kat daha artmıştı, fotoğ- rafın altındaki yazılar küçük olduğu için okuma gözlü- ğümü alıp haberin devamını okumaya başladım. Haber hemen hemen hergün okuduğumuz onlarca cinayet habe- rinden biriydi. Kadın cinnet geçirmiş, ayrılmak istediği kocası tarafından tacize uğramış, sonrasında da kendini korumak için…
Sabah sabah okumak istemediğimiz, hatta görmemek için geçiştirdiğimiz haberlerden bir tanesi düşüncesiyle gazetemi kenara bırakıp kahvemi aldım elime.
İşe geç kalmamam gerekiyordu, malum sabah trafiği yoğun oluyor. Kahve fincanımı da mutfağa bırakıp, çık- tım evden aceleyle. Zaten bütün gün ne kadar yorulaca- ğımın hesabını yaparken moralim iyice bozulmuştu. Elimden gelse dönüp, atacaktım kendimi yatağa. Dışarı çıktığımda soğuk rüzgârın yüzümü tokatlamasıyla ken- dime gelir gibi oldum. Kar daha yağmamıştı ama soğuk-
tan yollar buz tutmuştu. Belki yılbaşı akşamı yağar dü- şüncesiyle çıktım yola.
Şunun şurasında üç gün kalmıştı yılın bitmesine. Na- sıl da su gibi akıp geçiyordu yıllar. Annemin, “Sayılı gün çabuk geçer” sözü kulağımda çınladı aniden. Annemi öz- ledim yine. Onunla geçirdiğim hiç bir yılbaşım olmadığı- na hayıflandım o an. Aslında üç gün bile olsa ne kadar güzel olurdu. İş yerine vardığımda akıllı telefonumdan uçak biletlerine baktım.
İzin almam çok da zor olmadı, uçak bileti de hazır,
artık valizimi toplamalıydım.
Hayatımda her şeyi düzenli ve planlı yaptığım için, duyduğunda oğlum şaşırmıştı. Hatta, “Anne iyi misin sen?”, diye şaşkınlıkla da sordu.
İlk defa sebepsiz, zamansız gidip koşarak sarılmak is- tedim anneme.
İnsan bazen anlamsız gibi gelen, güdüsel hatta istem- dışı hareket eder ya, tam da öyleydi benimkisi. Belki de yarım kalan, olması gerekeni yapmak. Yanıma aldığım küçük valizim ve uçak biletimden başka bir şeyim yoktu. Zeten amacım üç gün şehirin kalabalığından uzaklaşıp, sabahları denizin sesiyle açmaktı gözlerimi. Havaalanın- dan çıktığımda akşam oluyordu, annemlere sabah kahval- tıya gitmek daha iyi olacaktı. Hem şimdi yorgun argın gi- dip onları da huzursuz etmeyeyim diye düşündüm.
Evin kapısını açtığımda rutubetli deniz kokusu içimi yakıp geçti. Mantomu çıkarıp kedi gibi girdim yazdan kalmış nevresimli yorganımın altına. O an ne soğuk ne rutubet ne de yalnızlığım beni bu zevkten mahrum ede- mezdi. Evimdeydim, sessizliği kadar da huzurlu evimde…
“Yatak odamın penceresinden içeriye sızan sıcacık sabah güneşi sana da günaydin!” dedim içimden.
Huzurlu bir uykudan daha güzeli yoktur herhalde. Oysa daha düne kadar geceleri saatlerce dönüp duruyor- dum uykuya dalabilmek icin. Tam uykunun en derin ye- rinde çalan saatin sesi, kulaklarımı deliyordu. Gözlerimi ‘bir dakika daha…’, diye onlarca defa kapatıyordum. Yorgun bedenimi çalışır duruma getirmek için de art arda içtiğim kahveler de cabası.
Yataktan çıkmak istemedim, denizin sesi yanlızlığıma beste yapıyor gibiydi. Zaten daha geldiğimi de kimse bilmiyordu. “Bugün de evde kalayım” diye söylendim. Biraz daha yatak keyfinden sonra, midemden gelen gurul- tular yataktan çıkmamı emrediyor gibiydi. Sokağın ba- şındaki büfe açıksa, keyfime diyecek yoktu. Hemen çık- tım dışarıya, zaten iki adımlık yol. Bir ekmek, yumurta, biraz da peynir, şahane bir kahvaltı hazırlamaya yeter.
Kahvaltıdan sonra balkonda çay eşliğinde dalgaların dansı…
Onca yıl kalabalığın esaretinde, çocukların düzeni, ih- tiyaçları, evdeki işler güçler derken, yanlızlığın bu denli güzel olduğunu unuttuğuma hayıflandım.
Sahilde rüzgâr eşliğinde tek başıma adımlarımı saya saya, içime denizin tuzlu havasını çeke çeke yürüdüm sa- atlerce. Öyle özlemişim ki kendimle olmayı, saatler geç- mesin istiyordum.
Bir tarafımda aileme olan özlemim vardı ama kendi- mi özlediğim de kesindi.
İçimde çıkan çatışmadan nasıl çıkacağımı bilmiyor- dum. İki arada bir derede kalmışlığın verdiği yorgunlukla koltuğa uzanıp kendimle biraz daha kalmak istedim.
Nasıl da yormuşum şu bedenimi, yattığım anda uyu- yor, uyudukca da dinlendiriyordum kendimi. Kolay değil aslında yılların yorgunluğunu böyle üç beş günde atmak, yaşadıklarımla yüzleşip, kendimle barışık yola devam etmek. En son hatırladığım ise kendime yaptığım haksız- lıklara rağmen, başkalarının mutluluğuna tebessüm et- mek. Öyle sarılmıştım ki dört elle hayata, hiçbir güç yı- kamaz beni diye düşünürdüm. Azimliydim, gençtim, ha- yallerim vardı. Birçoğunu başarmıştım. Yorgunluk bil- mez, kanaatkâr bir anne olarak yoluma devam ederken farkettim bedenimin ruhumdan önce yaşlandığını. Yü- zümde belirginleşen kırışıklıkları görmezlikten geldikçe, çoğaldılar. Kabullenmesem de yolun yarısını çoktan geç- miştim. Kendime yaptığım haksızlığı da bu yüzden far- ketmiş olmalıyım.
Hesaplaşmam ne zaman bitti anlayamadan yine sabah
güneşiyle açtım gözlerimi.
Kahvem içimi ısıtırken, balkona vuran güneş de yü- zümü ısıtıyordu. Son günümü de kendimle geçirmeye ka- rar verdim, bu benim kendime yaptığım ilk iyilik olacak- tı.
Belki de son…
edebiyathaber.net (4 Nisan 2023)