Keşke giymeseydim. Yağacak besbelli!
Söylene söylene yolun karşısına geçti. Durakta kimse kalmamıştı. Rüzgâr iyice hızlanmış, yol kenarında ne kadar naylon poşet, kâğıt, yaprak varsa havaya savurmuştu. Siyah bir poşet bir sağa bir sola savrulduktan sonra havada asılı kaldı bir süre. Yeniden hızlanıp döne döne kaldırıma doğru süzülmeye başladı.
İki gündür güneşli olacak deyip durdu deyyusun oğlu haberlerde. Eh be Abidin! O mendebur herife güvenilir de giyilir mi gül gibi palto bu havada.
Dolmuştan ineli ne olmuştu daha; yüz metre yürüdü yürümedi, yorulmuştu. Bir dükkânın duldasında durup soluklandı biraz. Vitrin camına yansıyan görüntüsüne baktı. Yavaş yavaş düzeltti rüzgârın karıştırdığı saçlarını.
Bu hafta da gitmesem gönül koyardı Gülcihanım, napayım. Gittin, ne de iyi ettin Abidin. Bir de yağmur indirmeden varırsan eve, oh ne âlâ!
Elini gezdirdi gri kaşmir paltosunun göğsünde. Sever gibi, okşar gibi.
Nasıl da yaraşır üstüme. Yıllarca inci gibi işlediğin kanaviçeleri satıp almıştın bu güzelim paltoyu bana, Gülcihanım. O kanaviçeler ki.. bembeyaz kolalı örtülerde rengarenk börtü böcek, türlü türlü çiçek bahçeleri… Ahh, yürü Abidin yürü!
Adımlarını hızlandırdı. Caddenin hızı da sesi de değişivermişti rüzgârla. Korna sesleri artıyor, kaldırımdaki insanların adımları hızlandıkça topuk sesleri yankılanıyordu caddede. Yol kenarına dikilmiş genç çınarlar bir öne bir arkaya savruldukça, dallarında kalan son yaprakları da ayrılıyordu gövdeden. Ağaç diplerinde birikmiş sarı yapraklar da birbiri ardına dönüp duruyorlardı. Bir yaprak hızla koptu geldi o çemberden, ayağının altında ezildi haşır huşur seslerle.
Ah Abidin ah!
“Durulur mu öyle insanın önünde birden be amca! Çarparız tabii. Deli midir nedir!”
Omzuna çarpan darbeyle sendeledi. Elindeki şemsiye yere düştü. Eğilip aldı yerden. Önünde hızla uzaklaşan adam arada arkasına dönüp şaşkın şaşkın bakıyor, söyleniyor, el kol hareketleri yapıyordu hâlâ. Şemsiyeyi evirdi çevirdi elinde, iyice bastırdı göğsüne.
Emanet mal. Bir şey olmasa bari. Ne iyidir şu Manav Nuri. Ne şemsiyesi bu havada Abidin amca dediyse de bir koşu alıp getirdi dükkândan çocuk. O da dinledi demek ki o gevrek sesli adamı haberlerde. Ama bak yağacak işte besbelli!
Gökyüzü koyu gri bulutlarla kaplanmıştı iyice. Sokak lambaları yandı hep birden. Önce sadece kendilerini aydınlattılar, sonra turuncuya çevirdiler caddeyi.
Gördün mü Gülcihanım, daha akşam olmadan akşam ediverdi ortalığı şu kapkara bulutlar. Sen de sevmezdin böyle havaları. İçimi sıkıyor, derdin. Ah…daha neler neler derdin.
Bir gazoz kutusu yuvarlanıyordu ayağının önünde. Tenhalaşan caddeyi tangır tungur seslere boğmuştu. Karşıdan bir anne kız geliyordu. Anne bir yandan kızın elinden tutmuş çekiştiriyor, bir yandan hararetle telefonda konuşuyordu. Küçük kız merakla çevresine bakınıyor, bazen gördüğü bir şeye takılıp duruyordu; sonra annesinin elinden çekmesiyle hızlı hızlı yürümeye devam ediyordu.
Ehh Abidin! Nerede o dal gibi, kuvvetli bacakların… Hey gidi gençlik hey!
Yanından geçerlerken göz göze geldiler küçük kızla.
“Anneee, kendi kendine konuşuyor amca, bak!” dedi kız gözlerini ayırmadan Abidin’in gözlerinden. Anne, daha bir hızla çekti kızı elinden. Neredeyse düşecekti çocuk. Dönüp arkasına baktı Abidin. Annesinin arkasında koşturan çocuk kafasını çevirip çevirip ona bakıyordu. Boşta kalan eliyle rüzgârın önüne attığı sarı saçlarını temizleyince yüzünden, yüzüne yayılan gülümsemesi uzaktan bile fark ediliyordu.
Ne de tazecik yüzü var yavrunun. Sen de ne çok severdin kız çocuklarını, Gülcihanım. Olmadı işte, napalım. Olmadı. Allah vermedi bize mini mini yavrular.
Dönüp yürümeye devam etti. Adımlarını hızlandırmaya çalıştıkça yol uzuyordu sanki. Bir çiçekçinin önünden geçerken durdu yine. Adam hızla içeri taşıyordu dükkânın önündeki renk renk çiçekleri, saksıları.
Tüh Allah vere de bir şey olmasa tazeciklerime. Nasıl da güzel büyümüş kasımpatıların bu sefer Gülcihanım. Domur domur olmuş her bir tomurcuk. ‘Mayısın sonu dedin mi gömecen bu tohumları toprağa Abidinim. Sonbahar dedin mi açıverirler çiçeklerini.’ Tutturdum bu kez, tutturdum. Bekçiyi de tembihledim; gelmezsem haftaya, dedim, bir su ver nazeninlerime dedim, aman unutmayasın, dedim. Üç beş de sıkıştırdım cebine. Yanında yatanları görsen Gülcihanım, sade kuru toprak üzerleri. Seninkiler…domur domur tomurcuk her bir dalda. Bir görsen…Aferin Abidinim, derdin. Canım, derdin. Ah olsan…daha neler neler derdin.
Gökyüzü ince, çatal çatal ışıklarla aydınlandı yine. Ardından bir gümbürtü koptu derinden.
Haydi şu sokağı da geçtin mi geldin sayılır mahalleye. Haydi!
Gökyüzü peş peşe beliren ışıktan iplerle turuncuya kesti iyice. Ne taraftan geldiği belli olmayan ardı ardına gök gürültüleriyle irkildi Abidin. Adımları birbirine dolansa da düşmedi. Sokağa döndü.
İşte vardın mahalleye. Eve ne kaldı; ah bir ıslanmadan yerine asaydım paltomu.
Rüzgârından, ışığından, olanca gürültüsünden sonra usulca inmeye başladı yağmur yere. Tazecik bir koku sardı burnunu. Kokuya aldırmayıp telaşla açmaya çalışırken şemsiyeyi, bir daha düşürdü yere. Hızla aldı yerden. Yok, olmuyordu. Evirdi çevirdi elinde, olmadı, açılmadı şemsiye. Ah emanet mal! Gözlerine düşen yağmur damlasıyla bulandı gözleri; görüp de açamadı şemsiyeyi. Paltosunun omuzlarında domur domur birikmeye başlamıştı yağmur damlaları. Bir elinde sıkıca şemsiyeyi tutuyor, diğer eliyle temizlemeye çalışıyordu top top su damlalarını üzerinden. Şemsiyeyi yere bıraktı. İki eliyle kovmaya başladı sonra damlaları. Hızla bir sağına bir soluna dönerken düştü yere. Bomboş kaldırımda kaldı öylece. Yerden alıp göğsünde sımsıkı tuttuğu şemsiyeyle. Kaşmir palto hızla emiyordu yağmur damlalarını.
Derken..
Bir gök boşaldı, bir Abidin’in gözleri.
Bir gök gürledi, bir Abidin.
Bir yol ıslandı, bir Abidin.
Ehh, oldu mu şimdi Abidin!
edebiyathaber.net (13 Mayıs 2021)