Ardından tiyatro biter, perdeler kapanır. Zihninde geriye gerçek bir hikâyenin yansıması kalır. Geçmiş buharlaşarak çiğ tanesi olup düşüverir gece bekçisinin ellerine. Günaha boyanır her yer. Griye çalar gökyüzü. Yakarışa geçer sancıların. Kaç kız doğar, suskunluk dudaklarda ne kadar sürer? Mutlak Tanrı’ya duyuramazsın sesini. Aranıza irili ufaklı heykellerin içten pazarlıklı hileleri girer.
Hastanenin sekizinci katındayım. Geceleri yıldızlara hiç bu kadar yakın olmamıştım. Dostlarım mesaj atıyor, arayıp rahatsızlık vermek istemiyorlarmış. Olumlu şeyler düşünmem gerekirmiş. Umudumu yitirirsem olacakları sıralıyorlar. Sırf bu yüzden yıldızlara yakınım diye yazıyorum. Garipçe emojiler atıyorlar, cevap niteliğinde. Nefesimi tutuyorum, bırakma, diyor. Gözlerim tuvaleti arıyor. Kapısında WC yazısı, şapkalı modern bayan girebilirsin anlamında işaretler veriyor. Tanrım! Gördüklerim gerçek değil. Karşımda siyah pano, üzerinde anlamadığım sözcükler var. Bırakma, diyor. Tutamıyorum bu defa. İnsanın kendine söz geçiremiyor olması ne tuhaf. Sessizlik bütün hızıyla devam ediyor. İçimi dinliyor, kimseye açamadığım sırlarımı anlayacak diye endişeliyim. Diplerde bir yerde hastalığa ait bulgular dalgalar halinde yayılıyor. Doktor maskesini sağlama alarak, covid olmuşsunuz, diyor. Başını sallar vaziyette durumun ehemmiyetini açıklamaya çalışıyor. Bakışlarındaki acıma ve şefkatle biraz olsun ferahlıyorum. Şimdi covid dedim diye beni eleştiri yağmuruna tutanlar olacak. Hayır, dilimi seviyorum. Üzerine kuma getirecek hâlim yok. Pandemi, salgın her neyse ondan işte. Dilimdeki kusuru yorgunluğuma bağışlayın.
İlk defa bu kadar uzun bir süre yalnızım. Belki de bana öyle geliyordur. Kaçıncı günüm bilmiyorum, hangi gün olduğunu da. Bilsem ne değişecek? Bana kalsa pazar olsun derim. Sahanda yumurta, üzerine ince kıyılmış kaşar. Lokmalarımız yumurtanın sarı akışkanlığına karışsın isterim. Fakat benim dışımda gelişiyor bütün olanlar. Çalkantılı, deli dolu, kabına sığmayan hayatım dingin bir nehir gibi akıyor. Başa sarıyorum zamanı. Eski bir şarkıyı tekrar tekrar dinleyip tek sözcüğünü ezberleyemediğim bir melodi gibi. Hâlbuki hafızam böyle miydi? Tuttuğunu bırakmayan… Bu hengameden çıkardığım, daha doğrusu çıkarmakta zorlandığım keşkelerim var. Meğer ne çok mutlu anıma güneş geçirmez perdeler çekmişim. Değdi mi diyorum kendi kendime. Değdi mi? Susuyor, odada derin bir sessizlik hâkim. O da her şeyin farkında. Ne diye yüzüne vurup duruyorum ki?
Mizah sayfalarına bakıyorum. Sırf hastalığın ağır psikolojisine yenilmemek için. Covid, affedersiniz salgın zihnime türlü oyunlar oynuyor. Algılarım hiç bu kadar zayıf düşmemişti. Karikatürde kurt ile kuzunun dostlukları etkisi altında kalıyorum. Bu yanılsama yaşantımın gizli saklı köşesinde varlığını sürdürüyordu da farkında değil miydim? Gece esneyip uzadıkça uykuya doymamış sabahların bereketi karışıyor gözbebeklerime.
Saat beşe yakın. Baş ağrılarım uykumun bütün evrelerini ele geçirmiş. Şafak acele etmeden söküyor. Hafif bir kızıllık bırakıyor getto şehrin üzerine. Uzaktan savaş mızraklarını andıran bakır çizgiler deşiyor bulutları.
Hikâyeler kuruyorum kafamda. Birbiri içine geçmiş matruşkalar gibi doğurgan olduğu kadar kısır hikâyeler. Yazarım en nihayetinde, tanınmıyor oluşum bu gerçeği değiştiremez. Şayet Tanrı buradan sağlam çıkmama izin verirse ki yaşam iplerim onun sonsuz ellerinde, ona karşı işlediğim suçları affederse zamanımın çoğunu yazarak geçireceğim. Şimdilik bonkörüm…
Hemşire giriyor odaya. Saçları, tırnakları gözlerinin ışıltısı dünkü gibi. Yan yana gelsek, gelemeyiz. O ilkbahara ben ise güz yağmurlarıyla karışırım toprağa. Elinde beyaz hap. Uyuman için, diyor. Seçenek tanımadan uzatıyor suyu. Uykum dikdörtgen bir ilaçla şekillenirken direnç göstermeden teslim oluyorum. Eşim ana caddenin karşısına geçip el sallıyor. Gözlerim hafiften ıslak fakat göremediğinden olsa gerek rahatım. Üzülmemi istemez nihayetinde. Cüceleşen nesneler arasında kocaman eller ve yukarılara uzanan umut var.
Dün ziyarete geldi. Çok rica etmiş, iki dakika zaman vermişler. Hani sorsan küfür gibi. Yine de şükrettim. Kırmızı gül almış. Yazı yazdıracakmış, çiçekçi yaşlıymış, yazamamış. Belki de tecrübesini yarı ümitsiz bir hastada tüketmek istememiştir. Kim bilir? Gücenmedim, tanımadığım birine kırılmaya ne hakkım olabilir?
Toplamda tanınan iki dakikalık süreyi nasıl doldururuz telaşesinden olsa gerek ilk sözü birbirimize bağışladık. Hâlbuki kavgalarımız söz hakkı tanımayacak kadar sabırsızdı. Oysa şimdi karşılıklı teslimiyetin sükûneti içindeydik. Sona doğru ilerlerken neyi, nasıl, hangi şartlarda başlangıç kabul etmeliydik düşüncesi ağzımızdan çıkacak olası cümlelere engel oluyordu. İkimiz de bilmiyor ve susuyorduk. Yaşam kirli ellerimizde kaygan bir sabundu. Belki de sonu yazmak gerekirdi ve buna cesaret edemeyecektik. İyisi mi ertelemek, üstünü örtmek, görmezden gelmekti. Fersiz ama çok şey söyleyen gözlerimi gözlerine diktim.
Derin bir sessizlik çöktü odaya. Düşüncelerim yüzeyde ne bulduysa çekip aldı elimden. Gülmeye çalıştıkça öksürüğüm rollerime engel oluyordu. Tıpkı yaşamım boyunca kurguladığım mutluluk oyunumu sergilememe izin verilmediği gibi. Saniyeler ilerledi, biz sustuk. Sanırım olması gereken buydu, konuşmamak.
Nihayet odadaki sessizlik eşimin umut vaat eden sözcükleriyle bozuldu. Lakin sürenin sonuna gelmiştik. Bu sıralar her bir şeye geç kaldığımızı fark ettim. Hemşire yaptığı bağışın bizim açımızdan ne denli önemli olduğunun altını çizer gibi girdi odaya. Şimdi eşimle aramıza yalnızca kapılar girmemiş, belirsizlik uysal bir kedi gibi sinmişti odanın yapay oksijen kokan köşelerine.
Günlerdir gözyaşlarıma karşı vermiş olduğum mücadelem, direnişim yüksek bir dağın zirvesinden yuvarlanarak düşen kaya parçası gibi yanaklarımdan hızla kayarak beyaz çarşafın sonsuzluğunda kayboldu. Geriye şeffaf bir leke bırakarak…
Gözlerimi siyah çerçeveli, dar pervazlı yağmurun yıkayabildiği kadar temiz cama çevirdim. Akşam olmak üzereydi. Koca pencereden görüş alanıma giren birbirine yaslanarak güç alan bilmem kaç yıllık binalar, karşı terasta kuşlarını salıp salmamakta kararsız kuşçu ve tozlu bir gökyüzü girmişti. O da ne? İpinin kimin elinde olduğunu bilmediğim mavi bir uçurtma yunus balığı gibi yüzüyor, rüzgârın etkisiyle şekil değiştirerek pencereme yaklaşıyor ve ani hamleyle yükselişine devam ediyordu. Gözlerimi ayırmadan uzun müddet seyrettim. Açık havada dans pistinde gibiydim. Ağrılarım bir nebze hafiflemişti ya da bana öyle geliyordu. Oyunun baş kahramanı kimdi? Uzaklarda bir yerlerde hayallerini gökyüzüyle birleştiren çocuklar olmalıydı. Yahut rüzgârın etkisiyle kılıktan kılığa giren, yunus balığından mavi etekli kıza dönüşen uçurtmanın ipleri eşimin elinde miydi? Bilmiyorum, amacım faili yakalamak değil. Buna gücüm yok. Vaktini bir dakika geçirmeyen sırt ağrılarım akşamın olmasıyla birlikte yerini almıştı. Gece boyu bana eşlik edeceği muhtemeldi. Karanlık çöktükçe uçurtma küçülerek kayboldu. Yıldızların doğmasıyla son bulmuştu şölen. Yok oluş böyleydi, ani sonlanan şeyler rağbet görmezdi. Yorgunluk kaslarımla birlikte zihnimi ele geçirmişti. Evi düşündüm, mutfağa giden uzun koridoru, yokluğumda dinlenmiş çaycıyı… Birbirine açılan odalar hafızamda anlık canlanıyor olsa da bağlantıları kopuyordu, bütünlük oluşturamıyordum. Telefonumu kapattım. Mekanik seslere tahammülüm kalmamıştı. Başucumda covid hastalarına özel numaralandırılmış plastik tabaklarla bütünleşmiş yemeklerin ağır kokusu eşliğinde kafamı yastığa koydum.
edebiyathaber.net (27 Aralık 2022)