“Çok seveceksin, bakma böyle çelimsiz olduğuna, iyi gelecek sana.” Ahmet, elime tutuşturdu kafesi. Elindeki torbayı paspasın üstüne koydu. “İçinde, suluğuna damlatacağın vitamini, kutularda da birkaç haftalık yemi var. İdare eder seni bir süre.” Merdivenleri ikişer ikişer indi. Apartman ışığı söndü, garip bir ses çıktı kafesten, irkildim. Gri tüylerini kabarttı, göründüğünden üç kat büyük bir şeye dönüştü. Kafesi, girişteki sehpanın üstüne bırakırken telefonum çaldı. “Ayrıldıktan sonra işe gitmek dışında insan içine çıkmıyorsun. İyi gelecek evde bir canlının olması.” Cevabımı dinlemeden telefonu kapattı.
Koridordaki tüyleri görünce evde bir canlının yaşadığını fark ettim. Haftada bir temizliğe gelen Fatma Hanım’ın isyanıyla veterinere götürdüm onu. Genç veteriner, papağanın sağlığını iyi buldu. “İlgisizlikten tüylerini döker Jako türleri” dedi. “Onunla iletişiminize dikkat etmelisiniz.” Anlamadım, der gibi baktım. “Evli misiniz?” diye sordu. Dumanı üstünde tüten ayrılığın üstüne gelen bu soruyla yüzüm asıldı. “Boşanalı altı ay oldu.” dedim. Veteriner, sorduğu sorunun papağanla ilgili olduğunu belirtmek istercesine cevabımın üstünde durmadı. “Sadece bir kişiye bağlanırlar.” diye devam etti. Yerimden kalktım, bu şakanın bir an önce bitmesi için “Borcum ne kadar?” derken cüzdanımı düşürdüm, kartlar etrafa saçıldı. Papağan, tüneğinde bir sağa bir sola gidip gelmeye başladı. “Baksanıza huzursuzluğunuzu nasıl hissediyor. Size bağlanmaya başlamış,” dedi veteriner ve ekledi “Biraz önce de dedim size. Evde bir kişiyi seçerler, diğer insanları dikkate almamaya başlarlar, hatta kovmaya bile yeltenirler onları.” Elimde kafesle çıkarken arkamdan seslendi, “Konuşma ve taklit yetenekleri açısından da en başarılı türdür.”
Kafesi, televizyonun sesiyle avunur diye televizyona yakın bir yere yerleştirdim. Yemini değiştirme ve suyuna vitamin damlatma dışında başka bir şey yapmadım. Bu işleri yaparken kafasını öne eğerek izledi beni. Birkaç kez onunla konuşurken bulmuştum kendimi. Tüyleri normale döndü birkaç hafta içinde. İkinci ayın sonunda yavaş yavaş alışmaya başladım ona.
Bir akşam, iş çıkışında bir yerde oturup bir şeyler içtim kendi başıma, eve geç döndüm. Kafesin bir köşesinde, başını kanatlarının altında buldum onu. Telaşlandım, yemlerini kontrol ettim. “Ne oldu sana, küstün mü?” derken hafif bir kıpırdanma oldu. “Küsme bana, bari sen yapma!” deyince kafasını kaldırdı, metal tellere tırmandı, zekâ pırıltısı gözleriyle baktı bana. O geceden sonra, onunla daha çok zaman geçirmeye başladım. Akşam yemeğinden sonra kahvemi onun yanında içtim, kitabımı onun yanında okudum. Ben yokken yalnızlık çekmesin diye televizyonu açık bırakıp gittim.
Bir akşam, biten evliliğime dair düşünceler saldırıya geçti. Yoğun çalışsam da kendi başıma kaldığım anlarda bu düşünceleri unutmak için bir şeyler buluyordum kendime. O gün, bir şeylerle uğraşacak enerjim olmadığı için bir bira açtım, bir dikişte bitirdim birayı. Kestirmek için koltuğa uzandım. Uyumaya çalışırken haber spikerinin soğuk sesine benzer mekanik bir ses geldi. Televizyona baktım, kapalıydı. Biranın etkisidir, dedim. Huzursuz oldum, uyuyamadım. Kalktım, kahve yaptım kendime. Nisan havasının tazeliğini almak için pencereyi açtım, pencerenin yanındaki koltuğa oturdum. Dışarıda, koyulaşan havayla her şey siyaha dönerken caddeden geçen kadınların metal para gibi parıldayan altın saçları, kol kola yürüyen çiftlerin neşeli sesleri, yasemin çiçeklerinin kokusu tam bir bahar gecesi yaşatıyordu insana. “Adalet!” dedi aynı ses. Fırladım yerimden. Hiç kıpırdamadan, bir mumya gibi hareketsiz dikildim karşısında. Konuşan papağandı. “Yoksulluk!” dedi bu sefer. Arka arkaya sıralamaya başladı televizyondan sık sık duyduğu kelimeleri. Ruhum göz göz oldu. Papağan ölüm, işkence, kin kusan dünyanın içinden sesleniyordu bana. Tepkisizliğimi görünce sustu.
Mutfağa girip kederlendiğim gecelerde içtiğim rakıyı aradım. Buzların, rakıya karışmasını beklemeden ilk kadehi bir dikişte bitirdim. Mutfakta oturdum bir süre, sigara yaktım. Alkolün verdiği cesaret, kendini hissettirmeye başladı. Kalktım, salona gittim, papağanın yanı başındaki koltuğa oturdum. İkinci kadehi bir dikişte yarıladım. “O kadar hızlı içilmez!” dedi. Ayağa kalkınca biraz sendeledim, elimdeki kadeh kilimin üstüne düştü. “Kaçma benden, dostunum ben.” dedi. Ses çıkarmadan oturdum koltuğa. Nefes alıp vermem normale dönünce “Konuşmayı biliyor musun?” dedim. “Evet, birazını senden ama çoğunu bu kutudan öğrendim.” dedi televizyonu göstererek. Yerdeki bardağı aldım, kırılmamıştı. “Bekle!” dedim, mutfağa gidip rakı şişesini getirdim. Üçüncü kadehi doldurdum, “Konuş o zaman!” dedim. İçeri atılan gazetecilerden başladı. Ölümlü tren kazasından bahsetti, o kazada ihmal sonucu ölen çocuğun annesinin acısını uzun uzun anlattı. “Bildiklerin bu kadar mı?” diye sordum. Kafasını evet, der gibi salladı. Ölümden ve savaştan beslenen yeni dünya düzeninden bahsettim. Göz bebekleri, ölümü anlatırken küçüldü, toplu iğne başı kadar kaldı. Kafamdaki tüm sesleri boşalttım, o sadece dinledi. “Dünya bu kadar acı çekerken insan sarhoş olmalı.” dedim. Dördüncü kadehimi doldurdum. Bu kadarını duymayı beklemeyen papağan, kafesin köşesine gitti. Kutuplaşmayı, ötekileştirmeyi, kayırmayı, hayvanlara işkenceye kadar her şeyi anlattım papağana. Sonra biten evliliğimi uzun uzun anlattım ona. Kaçıncı kadehte olduğumu bilmeden sızmışım.
Sabah boynumdaki ağrıyla gözümü açtım. Koltukta, kendime gelmeye çalışırken dün geceyi anımsadım. Papağan, diye ayaklandım. Yerde, o güne kadar gördüklerimden katbekat fazla tüy. Papağan, bir gecede çıplak kalmıştı neredeyse. “Konuş benimle!” dedim dünkü sohbetimizden aklımdan kalanlarla. Kafasını kaldırıp bakmadı bile. Kafesin tellerine hafifçe vurdum. Kafasını kaldırdı, çığlığa benzer bir ses çıkardı. Başladığı gibi ansızın bitti o ses. Öldürücü bir suçlulukla doldum. Yere oturdum, parkenin üstündeki tüyleri elimle toplayıp kucağıma aldım. Çığlığının ardındaki can alıcı darbeyi unutmak için kucağımdaki tüyleri sımsıkı tutarak rakı kokusunun sindiği kilimin üstüne uzandım.
Derinden gelen zil sesiyle uyandım. Pencereden giren taze havadan destek alarak kalktım, kapıya giderken papağanla göz göze geldik. Yanına gittim, kafesi pencerenin eşiğine bıraktım, dışarıdaki meltemi hisseden papağan usul usul hareketlendi, sonra kafesin iki kapısını açtım. “Hadi,” dedim “acının olmadığı bir yer bul kendine.” Bu sefer sevince benzer bir ses çıkardı, gökyüzüne doğru kanatlandı. Onun sevinci biraz olsun rahatlatmıştı beni. Zil sesinin yerine yumruklar almaya başlayınca kapıya gittim, açtım kapıyı. İçeri apar topar giren Ahmet, ortalığın halini ve pencerenin yanındaki boş kafesi görünce sustu, koltuğa oturdu. Açık kalan pencerenin yanına gidip papağanı görürüm umuduyla gökyüzüne baktım, yoktu. “Gitti!” dedim. Ahmet, anlıyorum der gibi başını salladı. “Dün gece yaşananlar düşle gerçeklik arasında bir yerdeydi ama hangi tarafta olduğumu bilmiyorum.” dedikten sonra sustum. O günden sonra yaşama dair sıkışıp kaldığımda gökyüzüne bakıp papağanın beni duyduğunu düşünerek onunla konuşuyorum.
edebiyathaber.net (31 Ağustos 2021)