Ağaçların yanlarından geçerken onlara selam vermek için avuç içimi yaşlı gövdelerine sürtüyorum. Konuşmadan aheste aheste yürüyen insanlara bakıp, onları kendi düşüncelerine hapsolmuşa benzetiyorum. Çünkü kimse kimsenin umurunda değil gibi duruyor. Bu esnada altında olduğum ağacın dalları arasından sızan ışık huzmesinde bir polen yumağı suyun içerisindeymiş gibi hareket ediyor. Ortaya çıkarttığı görüntü bana eskiden sahip olduğum ancak artık olmadığım her şeyden kurtulmanın verdiği tatlı hafifliği hatırlatıyor. Bir çatı dahil herhangi bir şeyin eksik olduğunu hissetmiyorum. Az ilerideki dev ıhlamur ağacının altında bir anne bebeğine güneş banyosu yaptırıyor. Çocuk mutluluktan çığlıklar atıyor. Saat on biri gösteriyor. Kafamın içinde Tanju Okan’ın sesinden Parkta Yatıyorum şarkısı çalıyor. Evet, ben şu an geniş bir meşe ağacının altında örtümü sermiş bir halde, bisikletimin selesini dayanak yapmış, yanımda defter ve şehir kütüphanesinden ödünç aldığım kitabımla parkta yatıyorum. Zaten birkaç parça giysi dışında bütün sahip olduklarım bu kadar. Tuvalet için camilere ve banyo için birkaç günde bir hamama gidiyorum. Yiyecek ve banyo dışında kağıt, kalem veya o gün için bir şemsiye lazımsa şemsiye almak için masrafım çıkıyor. Güneş çıkacağına yakın, bana yetecek bir fiyat belirleyip şemsiyeyi sokaktan geçen birine satıp kurtuluyorum veya hediye ediyorum.
Paramı kent kütüphanesinden ödünç aldığım kitaplardan çıkarttığım kitap özetlerini okul çıkışlarında veya otobüs duraklarında satarak kazanıyorum. İnsanlar benden alışveriş yapıyorlar, çünkü onlara göre kitap okumaya zamanları yok. Ve yine onlara göre ben aylak ve evsiz olduğum için kitap okuyabiliyorum.
Akşam olunca parkıma dönüyorum çünkü ben parkta yaşıyorum. Düşüncelerimi ufalamak için etrafta ne var ne yok bakıyorum, geniş yeşilliğe serpiştirilmiş ağaçların altlarında bitmiş insalar var. Bugun pazar olduğudan okullar kapalı ve ben de tatil yapıyorum. Hava sıcak ve bunaltıcı olduğundan hiç kimse çıplak yeşilliği tercih etmemiş ancak arada sırada yere inmiş yürüyen kuşlar hariç. Kulağıma yüksek sesle kişner gibi gülen tombul ve hafif çekik gözlü kızın çirkin gülüşü geliyor. Gülmenin uzun bir süredir nasıl bir şey olduğunu hatırlamadığımı hatırlıyorum. Kıskanıyorum gülenleri. Çocukluğumdan beri fazlasıyla ağır başlı ve uyumsuz olduğum aklıma geliyor. Yedi yaşından sonra ne zaman eve girsem dışarı çıkmak ve ne zaman dışarı çıksam içeriye girmek isterdim. Hiçbir yere bir saatten fazla tahammül edemezdim. Bir yandan evsizlerin aidiyetsizliklerine gıptayla bakardım. Evsiz olmadan önce tek aidiyetsizliğim kalabalıklaraydı. Insanların içinde onların ve toplumun bir parçası olmadığımı bilerek büyüdüm. Uygun değilim hiçbir zaman iki artı bir eve ve düzenli bir işe. Belki bir eşe. Yarın sabah ne isteyeceğimi güneş doğmadan evvel bilemiyordum. Ancak kimi zaman kalabalıkların arasındaki rolümü güzel oynuyor ve annemin yardımıyla toplumun istediği bir bireye evrilebileceğimi düşünürdüm. Mutlu bile ederdi beni bir işimin ve evimin olması hayali. Yıllar yılları kovaladıktan sonra otuz üç yaşında, ben oynamıyorum dedim. Ben çalışmayacak, ne ev sahibi olacağım ne pul, ne senet işleriyle uğraşacağım. İstifa ettim. Tüm eşyalarımdan kurtuldum. Aylak biri olacağımı içten içe bilirdim ama kendime konduramıyordum ilk zamanlar. Bunları düşünürken beyaz, maletese cinsi bir köpek hiç düşünmeden rahatlıkla çimenlerin üzerine sıçıyor. Köpeğin tasmasını tutan kumral genç adam diğer eline geçirdiği torbayla köpeğin sıcak bokunu kibarca yerden aldıktan sonra onu atacak çöp aramaya başlıyor. Aklıma evde yaşarken sifonun bozulması sonrası tamir parasını ev sahibinin bana ödetmeye kalktıktan sonra ettiğimiz kavga geliyor. Melankolik bir ruh haline geçmem için kakasını yapan bir köpek yeterli oluyor. Henüz öğle bile olmadan kafamın bu kadar çok düşünmesi sinirime dokunuyor. Köpekle kendimi ve Diyojeni eş tutuyorum. Ben yanlış çağda doğmuş bir filozofum, diyorum. İnsanlar bana gölge etmesin yeter diye sayıklıyorum. Yeni ödünç aldığım Kazancakis’in Zorba’sını notlar çıkartarak okuyorum. İşimi yaparken insalar bana pejmürde kılığım, mavi gözlü ve sarışınlığım yüzünden mi bilmem, bu adam ne yapıyor burada dermiş gibi bakıyor. Onlara göre bir evsizin kitap okumaması ve illa esmer tenli olması mı gerek? Kitap okumadığım zamanların çoğunu özetlerimin kopyasını yazarak veya televizyon izlercesine insanların izleyerek geçiriyorum. İzlerken başkalarının görmediği detaylar arıyorum. Bu durumlar tüm vaktimi alıyor. Halbuki evde yaşarken canım nasılda sıkılırdı. Artık öyle değil. Mesela geçen gün adını Aylak Adam’ının Bay C’sinde esinlenerek adını koyduğum sincap yine beni buldu. Vefa sözcüğünü insanlardan çok hayvanlara yakıştırırım. Yemeklerimi paylaştığım sincap bana o gün ufacık elleri arasında getirdiği meşe palamutunu verdi. Böylesine bir hediyeye hazırlıksız yakalanınca gözlerim doldu, içimde tatlı bir ürperti yükseldi. İki hafta önce bana babaannemin aldığı Lacoste marka kol saatini, zamanla olan bağımı kopardığımı düşünerek tek bir vefasızlık hissi duymadan sattığımı hatırladım. Eşyalara ve insanlara karşı olabildiğimce küstah ve vurdum duymaz davranıyorum. Ruhumu melankolim yatıştırıyor diye düşünüyorum. Parmaklarımla trampet çalıyorum. Bu esnada kafamdan “ne suyun derdi, ne elektrik. Ben artık parkta yatıyorum” diyor hala Tanju Okan. Bugün daha mükemmel olmayacak belli ki vasat bir gün olacak. Yaşamaktan ve ölmekten aynı derecede korkuyorum. Evsizliğimle birlikte ortaya çıkmış yeni bir rutinim var. Bu rutini güneş belirliyor artık. Hafta içi sabahları belediyenin dağıttığı çorbadan içmek için bisikletimle kent meydanına iniyorum. Benim dışımda beyaz ve mavi yakalılar da çorba alıyor. İnsanların suratlarındaki ifadeler genellikle benzer; bezginlik, mutsuzluk ve yorgunluk oluyor. Evsiz olduğumdan beridir yorgunluğum azaldı. Parkta yata yata kendimi daha dinç ve motive bulmaya başladım. Beyaz yakalıyken çalışmaktan ve çalışma sonrası kazandığım parayı harcamaya çalışmaktan, aldığım maaşla ay sonunu nasıl getireceğim derdinden ve konu komşunun gürültüsünden uykularım kaçardı. Issız ve sessiz parkımda annemin yanında uyuyormuşçasına huzurla uyuyorum. İçsel bezginliğim ve mutsuzluğuma çare olacak bir iksir falan olduğunu sanmadığımdan kendimi öyle kabullenmeye başladım. Şimdi yattığım ağacın iki adım ötesinden, Lefter amca geçiyor. Bu amca parka indiğine göre saat on iki olmuş olmalı. Adı Lefter çünkü amca her gün Fenerbahçe forması giyiyor. Gerçek adı nedir hiçbir fikrim yok. Aynı yerde durmaktan insanlara onların yaptıkları, giydikleri veya davrandıkları hallerden hareketle takma isimler verip kendimi eğlendiriyorum. Lefter amca her zaman olduğu gibi Sözcü Gazete’sini almış, metal, biraz paslanmış ve pek kimsenin tercih etmediği, oturunca sallanan bankına yerleşiyor. Amcayla gizli bir anlaşmamız var. O banktan gazetesini okumuş kalkınca, gazeteyi yanına almıyor ve ben de miskinlikle yerimden kalkıp gazetedeki haberleri keyfe keder okuyorum.