şââ hââ nee bir hava, bir zaman, bir gündü ekimin yirmi ikisini gösterirken takvim ve saat on birken bir sanat kampında. farklı illerden, farklı mesleklerden, kamp sakinlerini, çalışanlarını, yancılarını, beleşçilerini saymazsak, bir düzine konuğun katılımıyla uzuuun uzadıya bir kahve altı yapılıp kahveye geçildiğinde ufaktan tanışmalar, kaynaşmalar, gülüşmeler de olmadı değildi. doktordan işletmeciye, mühendisten bankacıya, öğretmenden öğrenciye, psikologdan hemşireye ve emeklilere dek on iki ayrı kişi. edebiyat, felsefe ve sanatın farklı alanlarlarıyla harmanlanacak kampının ana temasıydı ‘sinema.’
bilindik bir üniversitenin pek bilinmedik ama doçent olan, senaryo yazımı, film eleştiri-analiz ve kuramları konusunda iyi olduğu söylenen akademisyen davet edilmiş, sabah başlayıp öğlen biten kahvaltının ardından ilk söyleşiye ellerde çay, kahve, su ve erkencilerin içkileri eşliğinde geçilip, ‘hoca’nın halaybaşı konumunca sanat kampı günü ‘motor!’ demişti.
esprili, ironik, komik diller ve haller ile bezeli üslubu hemen herkesin yanaklarında güller açtırmış olsa gerek, gülmeler, kahkahalar içkilerle gırla gidiyor, ortamın ısınmasıyla önce söz alarak, zamanla bodoslama lafa dalarak, burda ben de varım, fikrimi dinleyin, başçavuşun beygiri osssurmuyor raddesine kadar dayanan durum, yerli-yabancı demeden, dünya sinemasının yönetmenleri, filmleri, aktris ve artistleri gündeme gelirken, akademinin o ciddi yüzü, sanat köyünün bu gününde güleç ve güneş dolu bir keyfe dönüşüyordu.
muhtelif el kol hareketine, jestlere ve mimiklere, gözlüğünü kaldırıp indirme tikine ve çerçeve üstünden herkesi kesip, içkisini yudumlarken cigarasını tüttürerek ‘ders’ verme lüksüne sahip kırk-kırk beş yaşlarındaki ‘hoca’, kimi vakit pek kibar kimi vakit de argoya başvurmuyor değildi hani, ortamın samimiyetini, kişilerin gevşekliğini ve ‘ben..ben..ben!’ demek için yanıp tutuştuklarını fırsat bilerek.
dev çınarın gölgesine rağmen yazdan kalma öğlenin, güneş’in, havanın ve ortamın kavuruculuğunun yanı sıra içkinin sunduğu rahatlıkla halay başının eşliğinde hafif folklorik, hafif arabesk, hafif sokak jargonuna kayan ne ki sözde saygınlıktan ödün vermekten imtina edenlerin halkoyunu gösterisine dönüşmüştü durum, iskemle, sandalye, koltuk hatta tabure demeden, oturdukları yerden katılırlarken handiyse.
birden değil, usuuul usul, kulağı tersten tutarak; ağusunu fareye inceden salan yılanın ya da vura vura bir sağ-bir sol patisini serseme çevirdiği kurbağanın son vıraklamasını bekleyen köpeğin iç-dış güdüsü gibi, çaptan düşmesini avının sabırla ve güle-oynaya bekleyen avcı misali, ‘kıskanma’ya getirip dayadı lafı ‘hoca’, ana yemeğe kadar garnitür muamelesi görürken diğer ‘film’ler…
ihtiyaç molalarını, hacet giderme seanslarını, cigara alma adına ya da burda telefonum çekmiyor! bahânesiyle bakkala-çakkala ya da köye kaçışlarını ve dahi ufak-tefek molalarını dikkate almazsak, tan kızıllığına dek sürdü ‘kıskançlık’ta yol alan ‘muhabbet!’
bolca yönetmen, film, aktris-artist, besteci, ressam, yontucu, bilim insanı, filozof, yazar, şâir adıyla süslü bir kısa dünya turu yaptıktan sonra ‘özdeşim’e gelen söz, dudak, dil ve gövde kaymalarıyla derinliksiz hatta densiz cümlelere karılıp, entel bir hava ve sözde gizemle, zekayla, sanırsınız amerika’yı henüz keşfetmiş ya da suyun kaldırma kuvvetini şu an bulup ‘evreka!’ demişçesine, ayık bir kafayla dinlenildiğinde dışı hoş-içi boş sayılabilecek ne ki tumturaklı kelimeler ve cümlelerle bezeniyor, dahası balçıklaşıyor, daha kötüsü de boka sarıyordu baştan boncuklu, fosforlu, sonradan usul usul ışığı sönümlenen gelgeç yıldız misali ‘hoca’nın ağzında!
ağzı hiç durmuyordu: cigara, su, çay, kahve yine cigara-içki ve içki ve içki-cigara ve laf üstüne-altına, yanına-yöresine, içine-dışına çoktaaan sıçıp sıvamaya başladığı laf, laf kalabalığı, laf-ı güzaf… ağız ishali olmuş bir usta görünümlü toy âdem! tiyatro, sineme, çoğun ilkokul müsameresine dönüşen sohbetin başoyuncusu ‘özdeşim’e el sallayıp, birden ‘kışkançlık’la tokalaştı yeniden!
diri ya da ölü olmasına bakmadan, hemen her ‘değerli’ yazarı, şâiri, besteciyi, ressamı kıskandığından dem vuruyor, yerlerine tek tek geçmek isteğini şehvetle savunuyor, daha kötüsü şehvetten şiddete geçerek tükürükler, balgamlar, kusmuklar, terler, kanlar savuruyordu gırtlağını yırtarcasına: “nasıl oluyor da für elisa’yı, ay ışığı sonatı’nı, dokuzuncu, evet, dokuzuncu senfoni’yi* bestelemiş beethoven? her nota kâğıdını ve dahi her notayı lime lime edesim var! ayna’yı, kurban’ı, solaris’i, ivan’ın çocukluğu’nu çeken tarkovski’yi hiç mi hiç, ama hiç mi hiç, ama hiç mi hiiiççç çekemiyorum: tüm film şeritlerini yakıp göğe savurasım var! ya rodin: arkadaş! adam düşünen adam’ı yonta yonta yapmamış.. elleriyle, etleriyle, tırnaklarıyla yeniden yaratmış insan’ı ki delirtiyor beni bu durum ve unufak edene dek parçalayasım o mermeri, o yontuyu yolasım var desem, yalan olmaz! peki, ya ne demeli nâzım’a! harfiyatı, temeli, kumu, suyu, taşı, toprağı, tuğlası, demiri, çeliği, kolonu, kirişi, dolgusu, alçısı, sateni, tabanı, tavanı, camı, çerçevesi, çatısı… şu subasmanı yok mu su basmanı… afakanlar basıyor binasına girince dev şiirinin. şimdi gel de oynatma! oyma o bir çift mavi gözbebeğini, dalga dalga saçlarını tel tel koparma, iri yüreğini çekip çıkarma göğsünden, koskoca beynini parçalayıp dağıtma; gel de tükenmez, kurşun, dolma.. sarı, ak ve dahi al demeden kalem-kâğıt tutan, daktilonun tuşlarına ağaçkakan kuşları gibi harf harf vuran, dizeler düzen, şiirler, hem de ne şiirler yazan o elleri, o parmakları tek tek kırma, tek sökme o tırnakları yerinden.. gel de kıskanma dilimin en dev ‘şâir’ini!
tiyatral haller, tiratlar, pandominal gösteriler, nutuklar, nidâlar, şovlar hiç de mâsum ve sevimli gelmemeye başladıydı anbean! çünkü hemen her tavrı bir ‘norm’u ya da ‘normal’ denilebilecek bir insanın davranış özelliklerini taşımak bir yana, ekstrem olma özentisinin yani uçlarda dolaşma arzusunun ruh haline bürümüştü sanki ister-istemez! yavaşlatılamaz, sakinleştirilemez, dizginlenemez bir aygıra dönüşmüştü ağzı salyalı, ayakları çifteli, dişleri ısırıklı, yılkıyı kıskandıracak denli deli-dolu at!
şeytan girmiş de içine, içindeki cini çıkarmış bir halde yoldan çıkmış, zıvanadan çıkmış, her
şeyi lime lime etmek, yakıp-yıkmak, göğe savurmak isteyen, gözünü kan bürümüş sosyopat-psikopat kimliğe dönüşmüştü sanki ruh durumu! tanrılaşan bir paranoya, kişiliği parçalanmış bir şizofren gibiydi bir de, özellikle sağında-solunda oturan doktor ve psikolog konuğun şaşkın, endişeli bakışlarında bu dehşetengiz ‘hoca!’
ne ‘hoca’sı.. hasta! herif hasta! ‘hoca’lık kisvesine gizlenip pervasızca atıp-tutan, ona-şuna-buna nefes almadan sallayan, ileri-geri usturupsuzca konuşan, çeyrek dâhi tam deli biri: bir azgın manyak! tımarhane almazken böylesini, nasıl olmuş da bir okula yutturmuş kendini.. bilemedim!
bir de bir sanat kampınca kabul görmek, ‘hoca’ sıfatına soyunmak, onca sanatseveri toplayıp, üstelik de paralarını cebe cukkalayıp, yiye-içe, güle-oynaya zırvalamak, az keyif olmasa gerekti böylesi bir fütursuz için!
en sonunda sözü ‘filozof’a getirdi pek büyük final öncesi:
“deli olmak isterdim en az deliliği kadar onun. diyonisos’la konuşmak, deccal’i dağa salmak, tanrı’yı öldürmek onun değil benim işim olmalıydı! heyhat! burda pinekleyenlere gel de laf anlat! ulan o kadar kıskanılacak, onca öldürülecek deli-dâhi fink atarken aklımda, ruhumda, gövdemde, kollarımda, ellerimde, gel de şu zavallıcıkları gebertme!” deyip, hemen yanındaki doktorun kalbine soktuktan sonra çantasından bir hamlede çekip çıkardığı bıçağı, fırlayıp ayağa, taa en uzak uçta pinekleyen hemşirenin, her türden ilkyardımı da kesmek için kesti gırtlağını!
molalar bitmiş, ziyafetler çekilmiş, herkes, tüm çalışanlar da dâhil herkes zil-zurna sarhoş olup kendinden, handiyse ömründen vazgeçer bir haldeyken ve gün ay’a vardığından; gündüz insan, gece kurt olan adam, ıssız-izsiz dağın başında ölgünleri öldürüyordu ‘hoca!’ kisvesi altında!
değil gövdesini, elini.. kılını, tüyünü bile kıpırdatamaz halde baygın düşen, başı masaya düşen, iskemlesinden yere düşen, hayattan, handiyse nüfustan düşen onca sanatseverin canına kıydı, kalplerine bir bir bir bıçağı saplamak suretiyle gözünü kırpmadan kâtil!
çırası, odunu-kömürü.. velhâsılı kelâm ‘kamp ateşi’ hizmet verenlerden; pirzolası, bifteği, sucuğu.. yani ‘et’i sanat severlerden mürekkep kan revan ‘yer’den, kadehinden bir yudum, bir nefes de cigarasından çekip, kayışından omzuna attığı çantasının ağzını açıp, bankacı kadının bluzunda temizlediği bıçağını içindeki kınına sokup, ‘tuhaf bir neşe’yle uzaklaştı bilinmezine, diline pelesenk, dudaklarına ıslık o pek meşhûr ‘dokuzuncu senfoni’yle…
* denebilir ki, birinci bölüm, olumsuz duygularla boğuşan acı çeken bir ruhu.. ikinci bölüm, ince ironiyle giz ve şiddeti.. üçüncü bölüm, sevinç ile kederi.. dördüncü bölüm, doyumsuzluk, hayranlık, karanlık, huzursuzluk ve dahi neşenin tezatlığını diller ‘dokuzuncu senfoni’de.
hamiş: cin’e, şeytan’a, tanrı’ya sordum, ‘hoca’dan bir haber yok!
şerh: ruhbilimciler kadar edebiyatçıların da bu bağlamda ‘iş’i var!
not: ‘hayatın halleri’nden fazladır ‘insan yüzleri!’
ek: şââ hââ nee gibi görünen bir ‘vakit’ bile aldatabilir!
not: hangi ‘kâtil’i haklı çıkarır ki ‘cinnet ânı?!’
bir de: bilen var mı kaç tür ‘sanat’ var?! …
son kez: her ölümlü varlıkla ‘dans’ edilemez!
edebiyathaber.net (23 Kasım 2023)