‘yârim’e
pencere önü: bir sehpâ bir çift iskemle: önünde bir tepsi, tepside bir tas pirinç, ayıklıyorsun. kara gözlerin ak tasta, ak parmakların kara olanların ardında ne ki dokunmadan geçmiyorsun hiçbirini, ıskalamıyorsun sevgiyi… bakışlarını yakalayacağım bir bir; bir derdim bu. bir diğer derdim de nefesini koklamak, tutmak on ikisinden heyecanını. çürüğünü gördüğündeki kalp atışını, kırık olanları sarmalayışını, sararmışları usulca, usûlünce, kibarca, kendince bir kenarda biriktirişini; taşları, evet taşları tek tek baş ve işaret parmağınla tutup, okşayıp, bir kazıbilimci titizliğince inceleyişini; hangi çağın hangi topraklarının hangi ruhuna âit olduğuna kimi ân kuşku kimi an hüzün kimi ân da tebessümle yolculanışını yakalamak… hiç anlamadığım, hep münâsebetsiz olacağından korktuğum ama merâkla cevâbını dilediğim sorum, neden her birini kokladığın, olurdu; sormazdım. çocukken kara, gençken kahve, şimdilerde sarı saçlarını, yüz yılların serüveninde dolaştırdığın bir çift elinle geriye doğru atman, gözlerini yumup boynunu dünya’nın dönüşü istikâmetinde üç-beş çevirmen, sağ elinin tırnaklarına doluşmuş tozları sol elinin başparmağıyla çıkartmaya çalışman, sonra tasa gözlerini dikip, başka derinliklere dalman, içinden konuşman, dışından susman, arada bir soluklanman olurdu mola zamanlarında, bir yandan seni izleyip, öte yandan saydığım taşlarda kaça geldiğimi tekrarlarken şaşırmamak için içimden… sanki hizâ-istikâmetleri doğrultusunda, nüfuslarına göre öyle muntazam toplardın ki beyazları, sarıları, kırıkları ve taşları manga manga, bölük bölük, tabur tabur, alay alay askerlik zamanlarımı vurur gibi yüzüme, senden daha da askerim ben der gibi olurdun; utanırdım. ya da kazı çalışmalarına, uzay araştırmalarına, okyanus dalışlarına öyle dalıp giderdin ki, bir çift lâf etmemene kırılsam mı, yüzüme bakmamana hayıflansam mı demez, güzelim yolculuğunu bölmez, gıkımı çıkarmaz, kendi kendime kızarırdım. yok yok, yakınmıyorum, alınmıyorum, darılmıyorum elbette; yalnızca nasıl da kendini işine, evet, iş edindiğin ayıklama sürecine, öyle tüm dikkatinle verdiğine imreniyor, yanındayken, karşında otururken nasıl oluyor da ötekin, yabancın, uzağın, olduğuma şaşıyordum. ennihâyet îtirâf: bir kıskanma, bir çekememezlik hâli; sanki sarışın, beyaz, kara rakîbimdiler; tırnaklarına, ellerine, parmaklarına ya da saçlarına, gözlerine, dudaklarına, yüzüne ya da duruşuna, bakışına, tebessümüne âşık mıydı her biri diye diye yiyip bitirmiyor değildim kendimi… alayını esâs duruşa çekmek, tozlu-topraklı arâzîde eğitim bahânesiyle süründürmek, hiç yoktan yayla, jasmine, basmati, yabânî, osmancık, baldo demeden birbirine düşürmek; “hücûm!” emrimle, borumu öttürmeyi de eksik etmeden, bir çatışma, bir kavga, olmadı kansız, yarasız, ölümsüz bir savaş çıkarıp, hepsini yorgunluktan perîşân etmek geçiyordu içimden ya da kafamın tası atmışken tastamam, pencereyi açıp, alayını fırlatmak tasın… yok yok, bilirim senin benden başka kimsede gözün yok; parmakların işte, aklın oynaşta değil bidanem; hep beni düşünüyor, düşlüyorsun ve bunun için değil mi akşam yemeğini yetiştirme telâşın… hissettinse celâllenmemi, densizliğime ver. hem bak güneş battı, yüz tuttu hava da kararmaya canıcananım. az mola ver yine; parmaklarını çıtlat, omuzlarını oynat, o güzelim, o nârin, o serv-i revânım gövdeni ger; getirme sakın aklına kötü bir şey. âh bunları kuruntumdan say ve ey sevdiğim, ey sevdâlım, ey sevgilim, ey güzel yârim, sen bana bakma; ayıkla pirincin taşını, ayıkla…