“Gün bitiyordu, kararan hava/ yeryüzündeki canlıların yorgunluklarını/ alıyordu; ben de tek başıma,/ belleğimin yanılmadan aktaracağı/ yolculuğu, tanık olacağım acıları/ karşılamaya hazırlanıyordum.
Dante, (İlahi Komedya; Cehennem” İkinci Kanto” Çev. Rekin Teksoy, Oğlak Yay .2004, s.44)
Eylül ortaları. Side’de gün batımı…
Deniz dalgalanmaktan yorulmuş, durulmaya hazırlanıyor. Birazdan Güneş, gökle denizin arasından çekilip buluşmalarına izin verecek. Barda, çardakta oturan insanlar yorgun, sakin. Batan günün bıraktığı kızıllığın içinde yitmiş gibiler.
Bir kaçamak yapıp gittiğim tatil köyündeyim. Kumsalın bittiği yerde, palmiyelerin sınırlı gölgesinde uzanmış kitabımı okurken burnuma gelen keskin bir leylak kokusuyla ürperdim. Bir yandan derin derin soluklanırken, bu alışılmamış kokunun kaynağını görmek için doğruldum. Hemen önümde; yirmi, yirmi beş yaşlarında, uzun boylu, kestane rengi saçları, iri gözleri, esmer teniyle herkesin bakışlarını üzerine çeken kız, denize doğru salınarak gidiyordu. Sesleri hiç duymamış olan bir sağır bile bu güzel görüntüden zevk alır onun ritmine ahenkli bir tını yakıştırırdı. Sımsıkı sarındığı limon sarısı bikinisiyle kumda kayan bir Tanrıça. Adım attıkça üzerine aldığı tül giysi, sırtından kalçalarına yatak değiştiren bir ırmak gibi akıyor, o kimseyi umursamadan, üzerine toplanan bakışları denize doğru taşıyordu.
“Aşk olsun” deyip peşinden gitmek de vardı ama doğrulduğumda katlanan göbeğim beni “ lanet olsun” deyip durdurdu. Azıcık toparlanıp bulunduğum yerden bu yürüyen tanrıçayı izlemeye başladım. Dalına takılı tülünü kıyıya bırakıp denize daldı, bana da çıkışını beklemek kaldı. Elimdeki kitaba döndüm.
Bir süre sonra Akdeniz kıyılarına vuran Kleopatra havası ile çıktı sudan. Sahilde kalanlarca izlendiğinin farkında, Antik Yunan’ın usta heykeltıraşlarından birine poz verircesine saçlarını toplayıp sıktı. Parmaklarının ucuna basa basa sanki kumları incitmekten sakınır gibi yürüdükçe, iyiden iyiye iskeleye bağlanmış boş kayık gibi sallandığımı duyumsadım. Şapkamın siperliğinin altından, gözlüğümün üstünden duşta durulanan, beni çok etkileyen bu kadının görüntüsünü kaçırmamak için, nasıl bakacağımı şaşırdım.
En azından önümden geçecekti ve doya doya bir daha bakacaktım ona. Bir yandan da kadının içine düşer gibi bakan görgüsüzlere benzemekten utanıyor, ona bakmıyormuş da tanıdık arıyormuş gibi etrafı kolaçan ediyordum. Kalktım görünür kıldım kendimi. Fıkır fıkır kaynıyordu, geçerken şöyle bir bakıp azıcık gülümsedi mi, yoksa bana mı öyle geldi bilemedim. Gözlerinin denizine düştüm, kaldım.
Gitti, bana kara kara yanıp, mor mor sönmek kaldı. Peşi sıra, o leylak kokusu kaldı diye düşünürken utandım: Onu bir yerden tanımış olmayı umdum. Hatta bir ara buna inandım bile. Hastalarımdan birisi mi? Daha önce tanıştık mı? Bir yerde bir biçimde karşılaştık mı yoksa? Elli yaşını geçmiş olsam da, bu güzelliği bir kere görsem unutamazdım. Yok, belleğin albümünde kayıtlı fotoğraflardan biri değildi karşımdaki.
Denize girmeyi erteleyip okur gibi yaptığım kitabıma döndüm.
Bir türlü gerçeğe dönemedim, şimdi bir süre çevremde dolandıktan sonra yanıma gelip duran bir delikanlı girecekti kareye. Uzun boylu, şortlu, terlikli otuzlu yaşlarda sırım gibi bir delikanlı.
“Merhaba efendim” dedi. “Beni hatırladınız mı?” Anımsama havuzunun tortuları belleğin sularını iyice bulandırdı. Biraz önceki düşten uyanıp “Hatırlamış olmayı çok isterdim ama tam çıkaramadım” diye yuvarladım. Kalkamadım; delikanlı bir anda üzerindeki tişörtü göğsüne kadar kaldırdı, gözlerindeki pırıltı bunu niye yaptığını birazdan anlatacaktı sanki. Anlamlı anlamlı gülümsedi. “Van Asker Hastanesi!” dedi, durdu. Bakışları saygıdan öte minnet doluydu. Bronzlaşmış vücudunda hemen dikkati çeken, karnının sol tarafında, kaburgalarından kalçasına kadar inen eski bir kesik iziydi.
“Van ha!”
Yıllar önce Van Asker Hastanesi’nde yaptığım ameliyatı o an anımsadım. Acil olarak ateşli silah yaralanması ile hastaneye gelen bir askerdi bu.
Ayağa kalktım.
Delikanlı bir şeyler anlatıyordu “ ameliyat için beklenen kan gelmeyince bana kendi kanınızı verişinizi hep minnetle anımsarım,” deyince “Hadi canım” diyerek sözünü kestim. “Yok, valla öyle, bir yandan kanınız giderken bir yandan ameliyatı yapmışsınız” diyen delikanlının sırtını sıvazladım, dostça gülüştük.
Meğer ameliyattan sonra bir süre Van’da kalmış, orayı çok sevmiş.
Pansumanlarını hastanedeki yardımcım Şişko Şaban’ın yaptığını, bu aile ile dost olduklarını ekledi.
Sempatik, konuşkan tavırlarıyla bir süre sonra hekim- hasta ilişkisi dışına çıkıp bu beldenin adının neden “Cennet Bahçesi” olduğu üzerine yoğunlaştık. Ben “ Yerinde bir isim. Biraz önce hurilerden birisini gördüm. Tam oruç bozduran bir kız. Biz yaşlandık …Keşke senin gibi genç olsaydım”.
Bunları söylerken bahsi geçen tanrıça karşıdan görünmez mi? Yanakları bir şeftalinin güneş gören yüzü gibi kızıl, kırmızı parlayan kız, belinde havlu, gülen gözleriyle anımsama kilerinden savrulan kokulara karışınca iyice sersemlediğimi hissettim. Yürüyen tanrıça geldi, bana merhaba demesi mi gerekir diye düşünürken delikanlıya arkasından sarıldı.
Kolunu o ince bele sarıp “ Nişanlım” dedi, kanka. Kız da “Ben Özge” deyip elini uzattı. Tanışmıştık ya, benim başımı döndüren sarhoşluğum sürüyordu.
“Buyurun oturun” deyip perişan düşüncelerimi toplamaya çalıştım. Kuma oturduk.
“Barışcığım, beyefendi ile nereden tanışıyorsunuz?”
“Beyefendi doktorum, ikimizin de kan grubu O Rh+, oradan tanışıyoruz” diye bir kahkaha atıp büyülü resmi çerçeveledi ustaca. Olayı özetledi. Zaman da zemin de yerine oturdu şimdi.
Özge’nin hınzır gülüşü, tatlı bakışları daha sıcaklaştı, yanıma gelip kolumu tuttu. O mu çok sıcak ben mi çok soğuktum bilemedim ama yandığımı duyumsadım. Zaman durup, dondu, Özge durmadı: “Ben pansumancı Şaban’ın kızıyım. Sizden sonra bizde Van’dan ayrılıp buraya yerleştik” dedi. Darmadağın olmak nasıl olursa işte öyle oldum. Güneş altında bedenim buz kesti. Beynim gülümse derken yürek halt ettik diyordu! Yüzümse şaşkınlığın sularında yakalamaya çalıştığım bir maske.“ Güzel kızım, o zaman sen küçüktün sanırım” derken sözlerim boğazıma düğümlendi. Elimde açık duran kitabın arasındaki parmağımın acıdığını hissettim. Kitabı kapattım.
“Eh” dedim, “ben sevdiğime göre Barış’ta seviyordur, ne de olsa aynı kan grubuyuz.” Deyip akşam ”Mahzen” de şarap içmeye davet ettim gençleri.
“Ağzına bir damla bile içki sürmüyor” dedi, zalim kız. Cami cemaatini bile bu konuda kandırabilirdim ama bu kız içme diyorsa iman edilip içilmezdi…
“Görüşelim” muhabbetinden sonra deryaya girip soğumanın sırası gelmişti. Akşamüstleri coşan dalgalar büyük bir hışımla karaya vuruyor ne varsa dışarı atıyordu.
Sol göğsümde bir sızı, karışık duygular içinde denize yürüdüm. Hınzır dalga beni kıç üstü oturttu. Güneş gözlüğümün farkına vardım.
edebiyathaber.net (10 Ekim 2021)