Kayan masa örtüsünü eliyle düzeltti. Çayından bir yudum aldı.
Seviyordu bu sessizliği, denize karşı oturmayı, uzaktaki gemileri…
Elindeki işi yarına kadar teslim etmesi gerekiyordu. Bitti sayılırdı aslında, son kez gözden geçirecek, temiz havanın ve sabahın ilk saatlerinin zihnine verdiği berraklıkla bugün bu işi bitirecekti. Neyse ki bu sefer yüz sayfayı aşmayan bir metindi. Vakti zamanında onu ilk işe alan küçük bir yayınevinin sahibi redaktörlüğün dünyanın en mühim işlerinden biri olduğunu, küçük bir hatanın özneyi yerinden edebileceğini, unutulan bir soru işaretinin, ya da eksik bırakılmış bir harfin, yanlış yere konmuş tek bir virgülün bile anlam bütünlüğünü bozabileceğini, bunun da hayatta hep bir mana arayan insanı karmaşaya sokabileceğini, hatta giderek insanlığın bir kaosa sürüklenebileceğini söylemişti. Tek kaygısı evinin kirasını ödeyebilmek olan üniversiteden yeni mezun olmuş birine bu sorumluluk fazlasıyla ağır gelmiş, hatta öyle ki çalışmaya başladığının ilk günlerinde ağzını çepeçevre saran uçuklar çıkarmıştı, oysa ki sadece işini kaybetmek istemeyen bir sıradandı o. Neyse ki sonradan çalıştığı yayınevini değiştirince biraz rahatlamışsa da çalıştığı her metne aşırı dikkat ve titizlik göstermesi o günlerden kalma bir alışkanlık olarak sürmüş ve iyi tarafı tercih edilen bir redaktör yapmıştı kendisini. Kötü tarafıysa insanları dinlememesiydi, bunu da meslek hastalığı olarak görüyordu.
Sessizliğin tadını çıkarırken altlarında eşofman, ayaklarında spor ayakkabılarıyla sabah yürüyüşünden geldikleri belli olan orta yaşın biraz üstündeki üç kadın güle şakalaşa tam karşısına oturmuş, nerdeyse aralıksız yükselen kahkahalarıyla tüm motivasyonunu bozmuştu.
Yüzünü denizden gelen esintiye vererek duymamaya çalıştı onları.
‘Nasıl patlıyordu bir kahkaha, hangi yollardan geçiyordu ve nasıl hiç şaşmadan gümbürdercesine dökülüyordu ortalığa, nasıl patlıyordu bir kahkaha hangi yol…’
Masa değiştirmek geldi aklına ama denize en yakın yer burasıydı, vazgeçti. Sayfaların üstünde parmaklarını gezdirdi. Artık kelimelerle oynuyor, gürültüden dolayı çalışamıyor, metnin içinde oyalanıp duruyordu. Seslerin azaldığı anlarda, tamam, bu sefer bitti herhalde, derken yeniden bir kahkaha tufanının içinde buluyordu kendisini.
Yok, olmayacaktı böyle, biraz sessiz olmaları konusunda uyarmak için hızla kalkıp yanlarına gitti.
“Günaydın,”
Kadınlar bir kahve fincanının içine gömdükleri kafalarını aynı anda kaldırıp yüzüne bakınca önce biraz tedirgin olup bir iki adım geri attı, ardından hemen toparlanıp ezberinde hazır bekleyen muhafazalı sözcüklerle konuşmasına devam etti. “Fal bakanınız çok neşeniz bol olsun, sabah sabah enerjinize hayran kaldım doğrusu, hatta dedim kendi kendime dünya aslında eğlenceli bir yer, Ama” a’ların kaymasına izin vermedi, “ rica etsem, biraz daha ses…”,sözünü tamamlamasına fırsat vermeden “Aa için kararmış senin,” dedi kadınlardan biri kaydıra kaydıra a’yı, “hiç yolun yok valla kusura bakma,” dedi diğeri, “kısmetin de kapalı, ne bir balık ne bir kuş, yazık sana,” der demez öbürü, aynı anda birbirlerinin yüzlerine bakarak bir kahkaha daha kopardılar karınlarından, katıla katıla…
Öyle sıktı, sıktı, sıktı ki kendisini, sinir uçlarını birbirinden uzaklaştırarak, gövdesinin her bir yerine dağılsın istediği zoraki gülümseme ağzının kenarında asılı kaldı.
Bir hışımla yerine geçti, “terbiyesizler!” diye söylene söylene masanın üzerinde dağılmış sayfaları çarçabuk topladı, çantasına koyup gitmeye yönelmişken, “Kusura bakmayın sizi kırdık galiba” diye seslendi kadınlardan biri, “buyrun bir özür kahvemizi için lütfen!”
Diğerleri de “hadi lütfen, hadi lütfen…”diyerek desteklediler bu daveti.
Şaşkınlık ve öfke karışımı duygularla nereye koyacağını bilemediği bu davranış karşısında afalladı biraz.
“Peki.” dedi, “bir kahvenizi içeyim o zaman ” .
“Buyrun,” dediler hep bir ağızdan yine. Biri orta dört kahve söylediler.
“Yazar mısınız?”
“Hayır, redaktörüm.”
“Aa,”
“İlginç,”
“tam olarak ne iş yapar redaktör?”
Cevabı hazırdı,
“Yazılmış bir metin üzerinde gereken düzeltmeleri yaparak yazıyı yayıma hazır duruma getiren kimse.”
“Hımm,”
“Zor iş.”
“Yani, evet, hayır, zor aslında.” Bocaladığı için kızdı kendine, aslında çok zor olduğunu artık bu işi yapmaktan sıkıldığını tuhafiyeci dükkanı açmak istediğini söylese, sohbet uzayacaktı.
“Konusu ne?”
“Neyin?”
“Kitabın,”
“Ha,evet,mistik bir takım konulardan bahsediyor…” dedi ve hızla uzaklaşmak istedi oradan.
“Aa bayılırız biz meditasyona, burçlar, yıldızlar…”
“Okuyabilir miyiz peki?”
“Kitap olarak basılınca okursunuz tabi.”
“Ne zaman basılır acaba?”
“Bilemiyorum.”
“Sizi böyle oyalarsak zor tabi, hah ha ha…
“Yok, önemli değil, siz neler yapıyorsunuz?” Tam da masadan kalkmak için fırsat kollarken böyle bir soruyu niye sorduğunu anlamadı.
“Biz yıllarca beraber çalıştık emekli bankacıyız,”
“işten eve evden işe yoğun bir tempoda geçti hayatımız,”
“akşam geç saatlere kadar çalışıyorduk,
“ eve gelince de çalışmaya devam,”
“bir pazarımız vardı,”
“ şimdiyse tamamen saldık kendimizi rahatladık,”
“çocukları da evlendirdik torunları olan bile var aramızda,”
Birinin başladığı cümleyi diğeri bitiriyor, herkes önceden çalışmış gibi sırası gelince cümlesini kuruyor, ahenk içinde sürdürüyordu konuşmasını.
“emekliliğimizin tadını çıkartıyoruz artık,”
“sinemaya tiyatroya gitmeyi hiç ihmal etmeyiz örneğin,”
“konser bulduk mu şöyle fıkır fıkır hemen atlarız,
“her sabah yürüyüşe çıkarız,”
“sonra da bir kafeye oturur kahvemizi içeriz,”
“ arkasından da gelsin fallar hah ha ha…”
Hızla ve ahenkle akan sesler bir tren yolculuğuna götürdü onu, penceresinden dışarıyı seyretti trenin. Ağaçlar aktı, ay çiçek tarlalarından geçti, uzakta tek tük atlar vardı, rüzgar güllerini gördü, sonra evler, direkler, evler…
İnsanlar uzun uzun konuşurken içinden sürekli onları düzeltme ihtiyacı hisseder gerekli işaretleri koyar, siler, TDK yazım kılavuzunun sayfaları arasında boğulurdu. Sonunda da bir baş dönmesi, arkasından karın ağrısıyla uyuma ihtiyacı hissederdi.
İşte bu yüzden dinlemiyordu, hiç kimseyi din-le-mi-yor-du.
Kadınlardan gelen kahkaha sesiyle gittiği yerden geri döndü. Virgül, kısa bir molaysa, nokta uzun bir yaz tatili diye düşündü, ama en sevdiği noktalama işaretinin parantez içine alınan ünlem olduğundan emindi artık.
“Harika(!)”
“Hadi fincanınızı kapatın da falınıza bakalım,” dedi kadınlardan biri.
“Neden?”
İstemsizce biraz da sert bir tonda sormuştu. Hikayedeki içsesi nereye koyacağını bilemeyen bir yazar gibi hissetti kendini. Kısa bir sessizlik oldu, ardından yine büyük bir gürültüyle kahkahalarını saldı kadınlar. Bu sefer o da katıldı, önce ufak ufak kıkırdadı, sonra büyümeye başladı ağzı, birbirinden ayrılan dudaklarını birleştirmeye çalıştı elleriyle, olmadı, masaya tutundu, devrilir gibi oldu masa, kadınlar güldükçe o daha çok gülüyordu, duramıyordu, ağzının kıyısından sönük bir gülümsemeyle hızla içeri girerek, gövdesinin her zerresini dolaşıp birbirine eklemlenen ve kendisini ele geçiren bu dev kahkahalar, içindeki duvarları kıra kıra patlıyordu adeta. Öylesine kendinden geçmişti ki atılan kahkahalar kime aitti, neye gülüyorlardı, bilmiyordu, gövdesi sarsıla sarsıla gülüyordu sadece.
Seslerin azaldığını fark ettiği anda gülmekten kıstığı gözlerini yavaş yavaş açtı, kadınları şaşkın ve biraz da endişeli bir halde, ‘deli bu!’ der gibi yüzüne bakarken buldu. Gözlerinden akan yaşları sildi, göğsünün açılan çatalını birleştirdi ve sessizliğin gönderdiği çağrıya kulak verip masasına geçmek için izin istedi. “Tanıştığımıza çok memnum oldum,” dedi.
“Biz de” dediler, kısaca.
Kayan masa örtüsü ilişti gözüne, dokunmadı. Dikine oturduğu sandalyesinde arkaya iyice yasladı sırtını, hafifçe kaydı, bacaklarını uzatarak iki yana açtığı ayaklarını oynattı. Alnına düşmüş saçlarını tutup burnunun ucundan baktı, uçurdu onları, pufff…
edebiyathaber.net (20 Kasım 2022)