Tam bir yıl geçmişti. Üç yüz altmış beş gün. Her günün gecesinde üzerine bir çizik attığı takvimine baktı cebinden çıkartıp. Mayıs ayının ilk haftasıydı; havada türlü çiçeklerin kokuları dolanıyordu. Bunaltıcı sıcakların gelmesine zaman varken uzun yürüyüşler yapar, her zaman çantasında bulundurduğu kedi, köpek mamalarını dağıtırdı yol boyunca kendisine eşlik eden arkadaşlarına. Hiç terk etmediği ailesiyle zaman geçirmeyi sever, arada dostlarıyla birkaç kadeh içki içmek için dışarı çıkardı sadece. Ve sevdiği kadın elbette, Ece. Gözlerine her baktığında yeni bir dünya, yepyeni düşler vururdu aklına. Yazın gelişi kadar gerçekti gözleri veya kışın soğuğu kadar anlamlı. Dört kolla sarardı tüm bu gerçekliği, yine dört kolla sarılırdı aşkla. Şimdi annesi, babası, dostları, sevdiği, gidilen kafeler, meyhaneler, parklar, kediler, köpek dostları, güzel kokan çiçekler, yazın berbat sıcağı, kışın donduran ayazı geride kalmıştı. Yüzünü ekşitmeden bir damla yaş süzüldü yanağından dudağının kenarına doğru. Özlemişti. Hepsinin özleminden ölüyordu sessizce.
On dört kişilik büyük bir koğuşun en sonunda, duvara dayalı ranzanın üst katında yatıyordu İhsan. Boyası dökülmüş duvarlara, onun koyu gri rengine, ranzasının gıcırdayan demirlerine, koğuşun o pis kokusuna alışmıştı artık. Yine de on dört kişilik büyük bir aile gibiydiler içeride, bazı anlar oluyordu ki gerçek ailelerinden bile daha yakın hissediyorlardı birbirlerine. Arada sinir krizi geçiren arkadaşlarını avutuyor, kimse sırtını dönmüyordu. Kimsenin içeride bir başına kalıp acı çekmesini istemiyorlardı. Köşesine çekilip ağlayan biri olduğunda Eşref hemen bağlamasını alıp neşeli türküler çalmaya başlıyor, az da olsa havayı dağıtıyordu. Eşref on iki yıl bitirmişti o koğuşta; elli dört yaşındaydı, tombul, kıvırcık saçlı, söylediği türkülerin tadında yaşayan iyi bir insandı. Koğuştaki herkesin, İhsan hariç, bir türküsü vardı. Eşref en çok bu türküleri çalmaktan, söylemekten keyif alıyordu. İhsan bir türlü sevememişti türküleri. Ona göre içinde hiçbir mutluluk yoktu türkülerde, saf acı taşıyorlardı. Onun yerine günde bir saat çıktıkları avluda gökyüzünü seyreder, kuşların seslerini duymaya çalışırdı.
Çayın hazır olduğunu görünce takvimini yatağının kenarına sıkıştırıp ranzasından indi, tüm koğuşa sabah çaylarını dağıttı. “Bugün tam bir yıl oldu,” dedi yüksek bir sesle, “kocaman bir yıl bitti.” Koğuşun en yenisi oydu, diğer mahkûmlar onu hafif bir tebessümle izledi. Eşref eliyle işaret edip onu yanına çağırdı, “Zaman geçiyor görüyorsun değil mi İhsan? Nerede, ne şartta olursa olsun zaman geçer. Bütün geceler sabaha varmak zorunda…” Eşref’in yanında bir hiç gibi hissetti kendini, daha yolun başında, zor günlerle henüz karşılaşmamış. Çayını karıştırırken, “Haklısın, geçiyor zaman ama bize değil. Biz yerimizde sayıyoruz,” dedi. Çayını alıp tekrar ranzasına çıktığında, Eşref bağlamasını alıp o güne dek hiç çalmadığı bir türküyü çalmaya başladı, İhsan için. Belki bunu sever, diye düşündü. Kulağı bu yeni türküdeyken küçük evinin küçük odası canlandı gözünde; tuttuğu takımın renkleri olan yorganı, çarşafı, boyun ağrısına iyi gelen yumuşak yastığı… Annesinin her hafta onları yıkamak için kendisine söylenmesini, “Koktu artık onlar evladım, çıkar kılıflarını hadi. Çarşafı da ver.” Yemeklerini, sesini, babasıyla atışmalarını, evlen artık diye söylenmelerini, geceleri geç kalınca merak etmesini çok özlemişti. Bir yıldır görmemişti güzeller güzeli yüzünü…
Öğlen zamanı avludaydılar hep birlikte. Diğer koğuşlardan da gelenlerle birlikte dolup taştı avlu. Çoğu gülüyordu. Belki içten, belki zorunluluktan ama herkes kendini oraya ait gibi huzurlu hissediyordu sanki. İkişerli, üçerli gruplar halinde sürekli yürüyüp konuşuyorlardı yüksek sesle. Birkaç ay önce onca insan arasında gökyüzüne bakan tek tutuklunun kendisi olduğunu fark etmişti İhsan. Gökyüzünden önemli ne olabilir ki burada, diye söylenerek kuşları görmeye, onların sesini duymaya çalışmaya devam etmişti. Sonraki günlerde anlayabilmişti yürümenin, konuşmanın anlamını. Özgürlük dilediğin gibi konuşabilmekti, kapalı bir kutudan çıkıp daha büyük bir kutuda istediğin gibi yürümekti. Hatta koşmaktı. Elbette bunun bir sınırı vardı ama olsun, sonuna kadar, elverdiği ölçüde bu özgürlüğü yaşamak istiyordu herkes. Gökyüzü kimsenin umurunda değildi, hele ki kuşlar; onlar hep uçuyordu diledikleri yerlere, gökyüzü de zaten aşağı yukarı hep aynıydı.
Geçen mayıs yeşil çimlere uzanıp bembeyaz bulutları izlerken, masmavi gökyüzünün ne kadar olağanüstü bir şey olduğunu söylemişti bir kez Ece’ye, “Renklerin içinde yaşıyoruz, ne güzel değil mi?” Sevdiği kadının saçlarının kokusunu tüm çiçeklerin, çimlerin, ağaçların arasından bile ayrıt edebilirdi. Sıkıca ellerinden tutup, “Ama sen hayatımın en güzel rengisin,” demişti. Ece, İhsan’ın hep iyi bir baba olacağını düşünürdü. Oysaki İhsan’ın bunu düşündürtecek bir yanı yoktu ama kadınlar bunu bir şekilde anlayabiliyordu. “Benimkiler gibi mavi olsun gözleri,” derdi, “geri kalanı sen…” Kuşlar geçerdi gökyüzünden sürüyle, İhsan iç geçirirdi, “Ne kadar güzeller, hep birlikteler…” Ece, başını İhsan’ın göğsüne dayar, kalbinin ne kadar hızlı attığını hissedip mutlu olurdu. İhsan da gökyüzüyle Ece’nin mavi gözleri arasında huzurla gülümserdi.
Gece saat on ikiyi geçtiğinde koğuşta üç kişi dışında herkes uyumuştu. Sessizce ranzasından inip yavaş adımlarla yürümeye başladı pencereden sızan hafif ışığın eşliğinde. Koca bir yıl geçmişti, bitmişti, her şeyden uzak, yepyeni bir hayatı vardı artık. Tüm gün boyunca bir gözü gardiyanların üstünde, onlardan gelecek bir haber beklemişti. Üç yüz altmış beş gündür tek bir tanıdığını bile görememişti. On beş günde bir, gardiyanların, polislerin gözü önünde, büyük bir salonun küçük bir ahşap masasında kimsenin elini tutamamış, sesini duyamamış, yüzünü görememişti. Ne bir telefon, ne iç çamaşırı, ne de para. Sanki gözünü burada açmış, daha önce bir yaşamı yokmuş gibi hissediyordu bazı zamanlar. İlk geldiği ay birkaç kez koğuştan arkadaşları sormuştu, kimsen yok mu, diye. Var, demişti, çok var, neden gelmiyorlar bilmiyorum. Haftada iki kere Eşref’ten telefon kartı alıp ankesörlü telefon sırasına girer, numarayı çevirip öylece beklerdi. Sessizce. Kartı geri verdiğinde yüzünden akan hüzün Eşref’in, diğer tüm arkadaşlarının içini parçalardı. “Kimse açmadı,” derdi, “evde değiller herhalde.” Tam bir yıldır, haftada iki kere aradığı o telefon hiç açılmamıştı.
Ertesi sabah en erken o uyandı. Çayın altını yaktı, yerleri üstünkörü sildi, tuvaleti temizledi. Saat sekizi beş geçe gardiyanlar koğuşa girip sayım yaptıklarında herkes uyanmıştı. Gardiyanların çıkmasıyla birlikte İhsan raftan on dört bardak indirdi, hepsini doldurup tepsiye dizdi. Elinde tepsi herkese çayını dağıtırken yüzü gülüyordu, “Bugün bir yıl bir gün oldu,” dedi yüksek sesle, “kocaman bir yıl bitti.” Herkes çayını sessizce yudumlarken koğuşu sigara dumanı kapladı. Kendi çayını da alıp koğuşun en dibindeki ranzasına çıktı. Heyecanlıydı; avluya çıkacakları saatte evini, sevgilisini arayacaktı. Belki bu sefer evdelerdir, diye geçirdi içinden.
Demir kapıların açılmasıyla İhsan hemen soluğu Eşref’in yanında aldı. Eşref elinde kartla ona gülüyordu, “Hadi bakalım, umarım bu sefer denk gelir.” İnsanlar çil yavrusu gibi avluya dağılırken, İhsan ahizeyi kulağına götürüp hızlıca tuşlara bastı. Bekledi. Biraz daha bekledi. Ahizenin kulağından yanağına kadar düştüğünü fark edince tekrar iyice kulağına dayadı. Bekledi. Sol eliyle telefonu kapatıp bir kez daha tuşlara bastı ama bu sefer daha sert, öfkeyle. Bir dakika kadar bekledi. Kimse yoktu diğer ucunda telefonun. Başı önde, kartını alıp avluya, Eşref’in yanına gitti. “Yine yoklar. Kahretsin”
Herkes biliyordu o telefonun açılmayacağını. Herkes onun kimsesi olmadığını da biliyordu. Çiçeklerin açmaya, güzel kokularını etrafa yaymaya başladığı bir mayıs günü Ece’yi, annesini, babasını arabasına doldurup pikniğe götürmek için yola çıktığını, arabayı kullanırken masmavi gökyüzünü, bembeyaz bulutları delip geçercesine uçan bir kuş sürüsüne gözünün takılıp başka bir arabayla çarpıştığını, birçok insanın ölümüne sebep olduğunu biliyorlardı. Ara ara kendini kaybediyordu İhsan, bazı günler bazı şeyleri hiç yaşanmamış gibi hissediyordu. Avlunun ortasında durup gökyüzüne baktı; kuşlar uçuyordu yine. Her şeyin tanığı sadece kuşlardı. Herkesi görüp, herkese kendilerini gösterip gözden kayboluyorlardı. Aklına bir türkü düştü, melodisi kulaklarına yayıldı, birden koşmaya başladı avlunun diğer ucuna doğru; kuşların peşinden. Tüm mahkûmlar yürümeyi, konuşmayı bırakıp onu izlemeye başladı. Burnundan kan süzülüyordu, sonra gözleri karardı. Yavaşladı. Ne çimenin yeşili, ne bulutun beyazı, ne de gökyüzünün mavisi kaldı, her şey bulanıklaştı, tüm renkler birbirine girdi. Durdu, sırtüstü yığıldı olduğu yere tüm hüznüyle…
edebiyathaber.net (13 Ekim 2020)