Kafamın içinde dönen onlarca kurgu var. Bir kurgudan diğerine dolaşırken oluşturduğum karakterlerden dördünü yazıya döktüm. Hikayelerinin arasındaki zaman aralığı ne kadar uzak olursa olsun birbirlerini etkilemeyi, birbirlerinin alanına girmeyi sürdürüyor karakterlerim. Bir de yaratmadığım halde kurguma sızanlar var ki…
Karakter 1- Yere, çimenlerin üstüne attığım şilteye uzanır kitap okurdum. Saatler benden uzak bir yerde akar gider, dünya benim içinde olduğumdan daha öteki kalırdı. Gözlük camlarıma konan saydam kanatlılar ve çimenlerin içinden baş veren anemonlar baharı müjdeler, otlar çıplak ayaklarımı okşardı. Tazelenen toprağın kokusunu içime çekerdim… Omuz başlarıma kadar uzanan örgülerimi serbest bırakırdım bir de. Ne çaresizlikten yüzü kararmış annemi ne o orospunun yanındaki babamı ne de aksayan ayağımı düşünürdüm okurken. Trenlerden inip, trenlere biner, istasyonların sarı ışıklarını arkamda bırakır…
Karakter 2- Rüzgâr burnuna tabakhane koktu. Islağını içine hapsetmiş asker kaputu gibi ekşi bir koku. Yoksul… Kuvvetli esintinin havaya savurduğu tozun içinden beti benzi sararmış geçkince ama güzel bir kadın, kaşlı gözlü bir kadın çarptı gözüne. Dileniyordu…
Karakter 3- At kuyruğu yaptıkları kızıl saçları, çıkık elmacık kemikleri ve kocaman memeleri olan iki kadın çıkıyor sahneye. Kök yarışına girmiş ağaçlar gibi biri öbürüne neredeyse yapışık; dans edip, şarkı söylüyorlar. Midelerine kadar inen dekoltenin dizginleyemediği memeler peluze gibi titriyor, sarsılıyor… Oturduğum yerde huzursuz kımıldanıyorum. Uyanan erkekliğimi masanın yere kadar inen örtüsü saklıyor.
Dışarıdan bakıldığında bende bir sorun olduğunu düşündüren budala bir duruşum vardır. Küt parmaklı, mavi damarlı ellerim, küçücük kirpiksiz gözlerim ve saçsız bir başım…
Karakter 4- “Yaşlı bir ağacı yerinden söküp tekrar başka bir toprağa dikemezsin oğlum.” diye cevap veriyor niye şehirden gitmediğini sorduğumda. Geçen zamanla birlikte artık ilk günlerin bakımlılığında değil hiçbiri. Hırpani ve kirliler. Yağlı saçlarını kalın bir atkının altına saklamış bu yaşlı kadın yirmi günden fazladır sığınaktaymış. Pislikten tüyleri birbirine yapışmış kürk bir palto var sırtında. Elleri soğuktan morarmış. Üstlerinde kırmızı oje kalıntıları olan uzun tırnaklarının çoğu kırık… “Sigaran var mı?” diyor aç bakışlarla. İnsan onuru denen şeyi insanın kendisinin uydurduğunu orada bir kez daha anlıyorum. Ninesinin kalçasına dayadığı yüzünü göstermemekte direnen küçük kızın pembe anorağın üstüne dökülmüş sarı saçları kirden keçeleşmiş. Rengarenk tokalarına takılıyor gözüm. Boğuk bir öksürüğün eşlik ettiği kısılmış sesiyle bir şeyler söylüyor… Üşümüş ve aç! “Bu da başıma kaldı!” diyor kadın. Anne ve babası nerede diye sormuyorum? “Kar, kış’ dedim, ‘yürüyerek ulaşamazsınız dağlardaki o eve’ dedim. Dinlemediler. Bu da başıma kaldı.” diyor ikincidir. O çamurlu cadde, o yıkık binaların çağrıştırdığı çaresizlik, usul usul ağlayan bu yaşlı kadın, gümrah yeşilliklerin yerini çirkin havan topu çukurlarına bıraktığı az ilerideki park… “Ne zaman bitecekmiş, biliyor musun? Vardır sizin kulağınıza çalınanlar…” diye soruyor. Yirmi yedi günlük bir kuşatmanın onlar için çok uzun olduğunu biliyorum. Savaşın kendisi içinse çok kısa bir süre bu… “Bizim televizyon kanalı da diğer yabancı kanallar da yakında biteceğini söylüyor.” diyorum…
* * *
Kafamın içinde birbirinden haberli dönüp duran onlarca kurgudan “Rüzgâr burnuna tabakhane kokuyordu.” ile başlayanda karar kılıyorum. Tam da o anda “Nasıl yani?” diye sesleniyor biri. “Bıkıp usanmadın mı hâlâ çiğ gerçekleri yazan dilinden? Beni al! Çimenlere yatıp kitap okuyan romantiği. Hem sana çok benziyorum ben. Hareket insanı değilim. Hayatın keyfini çıkarmayı, gün batımında bir bardak şarap içmeyi falan pek severim…” diyor. “Şiraz içmeyi…” diye de ekliyor. “Sen daha on dört yaşındasın, ne şarabı!” Susturuyorum onu. “Büyüt beni o zaman. Yaratan sen değil misin?..” diyor. “Hım, hiç de fena fikir değil.” diye fısıldıyor içses. “Hem Şiraz’ın tutsak bağlarını da sıkıştırırsın öykünün bir yerine… Hayyam’dan girer, Füruğ’dan çıkarsın…” Telefonum çalıyor tam da o anda.
“Alo yenge, abime açacaktın hani Serkan konusunu. Hallettin mi o işi?” diye arıyor görümcem. Şaşırıyorum. Bunu ne zaman konuşmuştuk? “Yenge, gün bekliyor insanlar istemeye gelmek için.” Kim bilir hangi kurgumda kaybolmuşken yumurtladı bu kız bana evleneceğini?
“Bu akşam Cerenciğim, rahat ol.” diyorum. Bir sigara yakıp bitirdiği son öykü ile henüz yaratmadığı bir sonrakinin arasında sıkışıp kalan kendime dönüyorum tekrar. Klavyenin başında oturan bana… Gündüzün bölünmeleri giriyor araya… Üst kattaki tadilatsever yine bir yerleri tıktıklıyor. Şemsiyenin ucuyla vuruyorum tavana. “Yazmaya çalışıyoruz burada herhalde!” diye bağırıyorum. Tam da “tıktıklaması kesildi mi ne!” derken bir matkap sesi inletiyor ortalığı… Kapıyı vurup çıkıyorum evden. Caddenin kalabalığına karşı bir başıma yürüyorum. Kafamda kurgular, kurgular… Eve vardığımda akşam olmak üzere… Seni hiç bağlamayan şeylerden konuşuyor kocan, yine unutuyorsun görümcenin meselesinden söz etmeyi. Ve yine söyleniyor sahip: “Suretin burada da sen neredesin?” diye. “Ben alemlerdeyim, sen dünyada takılmaya devam şekerim.” demiyorum tabii. Kardeşim arıyor o sırada.
“Abla düşüncemi sormuştun ya şu son gönderdiğin öykün için, çok az şey çıkarabildim o kurgudan ben.” diyor.
“Çok az şey anlayanlara yazmıyorum ben zaten Selimciğim.” diyorum. Çat diye suratıma kapatıyor telefonu.
“Antin kuntin şeyler karalıyor, gerçekleri duyunca da pisleşiyorsun.” diyor kocam.
“Karalamak mı? Yazıyorum ben.” diye tıslıyorum…
“Ne halin varsa gör” diyor.
Kitabımı alıp yatağa giriyorum…
“Abla…” Seslenenin kim olduğunu biliyorum. “Hani beni yazacaktın!” Suçlanıyorum. Çok suçlanıyorum… Galiba en doğrusu gerçeği söylemek olacak.
“Herkes yazdı diye vazgeçtim yazmaktan seni.” diyorum.
“Şimdilerde sarı saçlı, pembe anoraklı çocukları yazıyorlar tabii.” diyor. “Kumsala vuran bebeği çoktan unutulular.”
“Ama ben çok üzülüyor, hasta oluyorum acı çeken çocukları yazınca.” diye söyleniyorum içimden.
“Senin üzüldüğün yerde ben öldüm!” diyor.
“Üzülme hayatım sen. Bizi anlat.” diye atlıyorlar lafa dansçı kızlar bir ağızdan.“Pavyonun olduğu sokağın girişine de dilenci kadını koy. Bir gece biz sahnedeyken sokuver kapıdan içeri Hayati’yi. Kafası zaten binbeşyüzdür onun şimdi, attırtıver iki hap daha, ortam loş, sahnenin yanar döner ışıkları gözünü almakta bir yandan… Hangimiz onunki çıkaramadığından ikimizi de sustalat pezevenge! Birimiz ölelim ama! Sen karar ver hangimiz?” Kan ter içinde kalkıyorum uykumdan.
“Boşver ‘Bergen’ klişesini… Camdan at kadınların ikisini de.” diyor içses.
“Gerçekler klişeleşti desene…” diyorum. Bu temadan bir cacık olmaz zaten.” diye de ekliyorum. “Yarattığı öykü kahramanlarını aynı hikâyede çarpıştıran ilk yazar ben mi olacağım sanki? Vazgeçtim bu demode taslaktan!”
Israra devam ediyor.
“Camdan at ikisini de ‘Yüksekten Uçan Kadınlar’ koyarsın adını öykünün.”
“Of… Bu saçma ısrarın senin! Bumin Gaffar’ı yazacağım ben. Epeydir şekilleniyor kafamda kurgusu.”
“Anlaşıldı senin durum.” diyor içses. “Yine kıyacaksın metne.”
Suratıma su çarpıyor, biraz balkonda oyalanıyorum. Gecenin serinliği iyi geliyor. Cırcırların tarazlı ötüşlerinden biliyorum yazın bitmekte olduğunu. Yazdıklarım: benim olmayan bir hayattan diğerine sürüklenmelerim; bütün bunların gerçekten yaşandığı bir boyut olduğundan neredeyse eminim. O boyutta şahidi olduklarımın tebliğcisiyimdir belki de…
edebiyathaber.net (14 Haziran 2022)