Saadet Dobrucalı’nın hikâyesi ne zaman başlamıştı, bilen yoktu. Sanki, kocası Berber Bedri ile birlikte, yüz yıldır, o sakız sardunyalarla örülü evde yaşıyorlardı. Itrışahî Çıkmazı’nda, ona ilk kim Saadet Hala diye seslenmişti, bu da bir muammaydı. Biri mi doğuracak, Saadet Hala’ya koşulurdu. Kurşun mu dökülecek, onun kapısı çalınırdı. Evi hep kadınlarla dolup taşar, dışarıda yalnız yürüdüğü görülmezdi. Annem onun için, ‘’Saadet Hala’nın eşeği hep yolda,’’ derdi. Küfürbazdı, sesi borazan gibiydi. Kocası ile birlikte bahçede futbol maçı izlediği günler, tüm mahalleyi inletirdi. Tuttuğu takım en ufak bir hata yapsa öfkeden kıpkırmızı olur, önünde duran sek rakıyı bir dikişte içiverirdi. Bazen öyle seyre dalardı ki, birincinin külü bacağına düştüğü zaman ancak kendine gelir, ‘’Hay senin babanın şarap çanağına sigara gibi,’’ diye söylenirdi. Maç boyunca yerinde duramaz, hop oturup hop kalkardı. O küfrü bastıkça, Berber Bedri katılana kadar gülerdi.
‘’Tüh size be! İki elle bir siki doğrultamadınız!’’
‘’ Lüpten verdiniz golleri, herifçioğulları!’’
‘’Lamba cinine bak hele, erketeye yatmış bekliyor puşt!’’
İkiz kızları ise onlara hiç benzemezlerdi. Ya odalarında ders çalışırlar, ya da bir köşede kitap okurlardı. Hadi Figen neyseydi de, Şermin aynı halası gibi kağnı arabasıydı. Annesi ona yeni bir elbise dikmek isteyince bin dereden su getirir, ölçülerini almak da mesele haline gelirdi. Bu zamanlarda Saadet Hala ‘’üzerine giyecek mısmıl bir şeyin kalmadı a kızım, a benim güzelim’’ diye Şermin’e dil döker, karşılık alamayınca iyice çileden çıkardı.
Benim Saadet Hala ile tanışmam, annemle gittiğim ilk altın gününde olmuştu. O gün annem banyo yapmış, saçlarını kurulamamıştı. İçeri girdiğimiz gibi anneme takılmış, ‘’Ne o kız saçların ıslak, aşna fişne yapıp mı geldin buraya,’’ dedikten sonra kahkahayı patlatmıştı. Annemin sakin ve utangaç tabiatı böyle şakalara izin vermese de, ona hiç kızamazdı. Bu altın gününde Saadet Hala’nın yanında Muazzez Abla oturuyordu. Onu ilk defa oturakça görmüştüm. Muazzez Abla ile okul dönüşlerimde karşılaşırdık. İki elinde poşetler, tüm gün çarşı pazar gezerdi. Ya unu biterdi, ya ampulü patlardı, ya da altılı çay bardaklarından biri kırılmış olur, takımı tamamlamak için zücaciyeye giderdi. Acelesi neydi, poşetlerin içinde ne vardı, kimse bilmezdi. Beni her gördüğünde ‘’Kızım annene selam söyle, bir gün oturmaya geleceğim size,’’ derdi. O ‘’bir gün’’ hiç gelmedi.
Poğaçalar, patates salataları yenirken Saadet Hala sazı eline almıştı. Günde yaşıtım olmadığından, annemin yanında sessizce oturup elimdeki bez bebekle oynuyordum. Ama gözüm ve kulağım Saadet Hala’da idi. İnsanları etkisi altına alıveriyordu. Kalıplı vücudu, tülüş saçları, açık mavi iri gözleriyle kocamandı. Heybetli omuzlarından ayaklarına kadar hiçbir kıvrımı yoktu. Teni adeta şeffaftı. Morlu yeşilli damarları iki metre uzaktan bile seçiliyordu. Hararetli bir konuşmaya daldıkça geniş alnındaki damar, dışarıya fırlayıverecekmiş gibi olurdu. O gün Hamiyet Yenge’nin gelini Güzide Abla, hamile olduğunun müjdesini verdi. Dördüncüyü doğuracaktı. Annem, ‘’Nasıl bakacaksın hepsine, dizdin onları boy boy’’, deyince Saadet Hala atıldı: ‘’Nefesini yorma Füsun’cuğum, götüne güvenen borazan çalar,’’ dedikten sonra çatalında kalan marulu yutuverdi. Ardından ev sahibesi Afitab’a seslendi. ‘’Oğlunun üstüne bir battaniye getiriver, üşür sabi. Kuşkanadından yel alır bu masumlar.’’
Neden sonra Muazzez Abla telaşla kalktı. Çarşıda işleri olduğunu, birkaç parça bir şey alacağını söyledi. Saadet Hala ona, iki metre patiska siparişi verdi. Diğer kadınlar nedenini anlamadılar. Annem, ‘’Hayırdır Saadet Abla,’’ diye sorunca, ellerini çırptı. Güzide Abla’nın yeni doğacak çocuğuna iç çamaşırı dikilecekti. ‘’Haydi, kadınlar, yeter bu kadar oturduğumuz, biraz da işleyelim,’’ dedikten sonra odada bir hareketlenme oldu. Afalladım, bir yere ilişiverdim. Afitab Abla eski bir çarşaf getirip odanın ortasına yaydı. Üstüne elindeki makasları, mezuraları, iğne ve iplikleri bıraktı. Teybe bir Gülden Karaböcek kaseti koydu. Kadınlar, kalktıkları koltuğun örtüsünü düzelterek yere oturdular. Saadet Hala, ‘’Efkârım birikti sığmaz içime, bin sitem etsem de artık kadere, gülmeyi unutan…’’ diye göğsüne vura vura şarkı söylerken Muazzez Abla elinde patiska kumaşla çıkageldi. Kadınlar hep birlikte işe koyuldular. Saadet Hala bana dönerek ‘’Yavrucuğum, sen de tut şunun ucundan bakayım. Yaptığın banaysa, öğrendiğin kendine,’’ dedi. Hemen dediğini yaptım. Şarkılar, gülüş, cümbüş; patiska kumaş ölçüldü, kesildi, teyellendi. Kuru Ayşe bir ara Saadet Hala’nın işine karışacak gibi oldu da, ağzının payını aldı. Saadet Hala,’’ Kuru Ayşe, Kuru Ayşe, sen eski orospuya sikiş mi öğretiyorsun,’’ deyiverdi. Annemler kıkırdarken,
Kuru Ayşe sus pus oldu.
İşimizi bitirmiş soluklanıyorduk ki, Afitab Abla’nın kocası işten döndü. Gördüğü manzara karşısında şaşırmıştı. ‘’Hanımlar, ne yapıyorsunuz böyle? ‘’dedi. Saadet Hala gök gürültüsünü andıran sesiyle cevapladı: ‘’Ne yapalım İsmet, doğmamış çocuğa don biçiyoruz.’’ Sonra kahkahayı koyuverdi. İsmet Abi Saadet Hala’ya alışıktı. O da güldü. Ardından Saadet Hala yine ellerini çırptı: ‘’Gitme vakti kadınlar, hep beraber alalım voltamızı,’’dedi. Bu komuttan sonra evdeki herkes toparlanıp çıktı. Biçtiğimiz donları Saadet Hala, evde makinesiyle dikecekti.
Abim, ortaokulu bitirdiği yaz, Berber Bedri’nin yanında işe başladı. Bazen annemle abime yemek götürürdük. Berberin kapısı açıldığında keskin bir zambak esansı burnuma dolardı. Dükkânın tahta kapısının sıvaları, yer yer dökülmüştü. Duvarlar, birbiriyle alakasız tablolarla süslüydü. Bedri Amca kısa boylu, değirmi suratlı, topaç gibi bir adamdı. Elinin üstündeki kılları ağdayla aldığı rivayet edilirdi. Sevecen tavrı, çocuk tabiatı, insanın içinde bir sıcaklık uyandırırdı. Esnaf tıraş olmasa bile onunla muhabbete gelirdi. Berber dükkânı hiç boş kalmazdı. Bir gün annemin bir işi çıkmış, beni berber dükkânına bırakmıştı. Bedri Amca bana oralet söylemiş, bir de beyaz çikolata almıştı. Camın kenarındaki koltukta oturuyordum. Birkaç müşteri vardı. Gazete okuyorlardı. Abim dışarıda havluları seriyordu. O esnada içeri Eşref Dede girdi. Dükkânda homurtular ve gülüşmeler başladı. Bu adam yetmişlerinin sonunda, fötr şapkalı, iki büklüm bir adamdı. Pantolonunun paçaları uzundu, yerleri süpürürdü. Kimi kimsesi yoktu. Eşref Dede, kendini koltuğa bıraktı.
‘’Bedri’ciğim göster hünerini, Hanende Naciye’m şöyle matruş bir delikanlı görsün.’’ Benim dışımda herkes güldü. Eşref Amca yüzüne köpük sürülürken de, ustura vurulurken de sırıtıyordu. Dükkândakiler, Eşref Dede’yi sırtına vura vura uğurlarken, onun ağzındaki tek altın diş, güneş ışığıyla daha da parladı. Bunun nedenini yıllar sonra öğrenecektim. Meğer Eşref Dede, ayda bir, iğneci Müjgan’a vitamin iğnesi vurdurur, Hanende Naciye’yi evine davet edermiş. Kucağına oturtur, Naciye’nin mıncıklanmadık yerini bırakmazmış. Saatlerce oynaşırlarmış. Saadet Hala’nın dediğine göre Eşref Dede’nin kuşu kalkmazmış, icraata geçebildiği de yokmuş. Naciye, aldığı paraya bakarmış. Zaten ben bunu öğrendikten birkaç ay sonra, teneşir pakladı zavallı adamcağızı.
Lisede okurken, abimin üniversite için gittiği kente taşındık. Babam daha iyi bir iş bulmuştu. Ama Itrışahî Çıkmazı’na dair anılarım, çok uzaklara gitmedi. Terütaze bir çiçek gibi, hep benimle yaşadı.
Yıllar sonra, doğup büyüdüğüm mahalleye mimar olarak döndüm. Restore edilecek evlerin fotoğraflarını çekiyordum. Saadet Hala’nın yakın zamanda öldüğünü, o gün, komşulardan öğrendim. Bedri Amca’nın berber dükkânının yerine çiğ köfteci açılmıştı. Evlerinin yerine çok çirkin, renksiz, ızbandut gibi bir apartman dikilmişti. Bedri Amca üçüncü katta, çok sevdiği karısını yitirmenin acısıyla, tek başına yaşıyormuş.
Saadet Hala’nın hikâyesi şöyle son bulmuş:
Altmışlarının sonunda olan Saadet Hala, yine, kızı Figen’in yanına, İstanbul’a gitmiş. Meğer ölümünden birkaç ay öncesine kadar kanser tedavisi görüyormuş. Ama tedavi boyunca süngüsünü hiç düşürmemiş, edepsiz şakalarına, gülüp eğlenmesine devam etmiş. Hatta dökülen saçlarının yerine cafcaflı fularları dolayıp geziyormuş. Son tahlillerde sonuçlar çok temiz çıkmış, hastalığı nihayet yenmiş. Fakat yine de halsiz düşüyormuş ve mikrop kapmamak için de pek fazla sokağa çıkmıyormuş. O uğursuz gün, pikniğe gitmeye karar vermişler. Hazırlık yapmışlar. Figen Abla, unuttuğu bir şey için, kapıdan çıkmışken geri dönmüş. Kocası, nevaleleri arabaya yerleştirdikten sonra, oğulları Ömer’i de alarak arabaya geçmiş. Saadet Hala ise yavaş yavaş merdivenlerden iniyormuş. Kadıncağız yola adımını attığı gibi, kafasına çatıdan bir kiremit parçası düşüvermiş. Saniyeler sonra Saadet Hala küt, yerde! Ambulansa binerken talihine küfretmiş, son sözleri; ‘’Kırk yılda bir şeyim kalktı, o da gitti cami duvarına çarptı,’’ olmuş. Hastanede iç kanamadan ölmüş. Komşular, ‘’Dağ gibi Saadet Hala, böyle ölüm mü olur, kanseri bile yenmişken hem de’’ diye söylendiler. Dediklerine göre, Figen Abla günlerce, balkondan uzattığı hortumla kapının önünü yıkamış.
Doğrusu, çağıltılı bir hayat sürmüş Saadet Hala’ya, böyle bir sonu ben de hiç yakıştıramamıştım. İçimin ezildiğini hissettim. Itrışahî Çıkmazı’nda dolanırken bu görkemli kadını yâd ettim. O, içimdeki onlarca kadından biriydi ve onun varlığı zaman zaman gün yüzüne çıkıyordu.
Güneş batmaya yakın, çantamdan telefonumu çıkardım. Haberi vermek için annemi aradım.
Selcan Kırnal kimdir?
ilk öykü kitabı ”Pipo İçen Kadınlar” 2019 yılının Haziran ayında yayımlandı. Öyküleri çeşitli mecralarda yer aldı.
edebiyathaber.net (13 Ağustos 2019)