Tepsi kebabı yapmalı bunlara, özlemişlerdir. Kızlar, gelinler, torunlar mevlit okunsa cemaate ihtiyaç yok. Ömrümü kalabalık içinde geçirdim. Sarımsağı da dövünce işim bitecek. Ben de nefeslenirim arada, eski gücüm yok çabuk yoruluyorum. “Eylem, terekten sarımsağı ver kızım.” Ayağı en çevik torunum o. Hayat böyle işte; becerikliysen, altından kalkmayı bilirsen, gözünün yaşına bakmaz, yükler de yükler gözünü sevdiğim Mevla’m.
Ötekilerin yapmayacağını, yapsalar da söyleneceklerini bildiğinden her şeyi benden istiyor. Yaşlandı iyice; babama göre sekseni geçkin. Bu dolaba bayılıyorum, Daha kapağına yaklaştığım anda içime bin bir çeşit koku doluyor. Mısır Çarşısı küçülmüş dört rafa sığışmış. Babaannem, geçen yaz Antalya’ya geldiğinde benim baharat kavanozlarını çok beğenmişti, aynılarından ona da aldım. Hepsini doldurmuş, sıralamış rafa renk renk. Kimyon, karabiber, isot, toz kırmızı biber, pul biber, kuru nane, kekik, biberiye… Bir alt rafta Amerikan bezinden sakız gibi beyaz keseler. Bulgur, mercimek, nohut, fasulye, buğday, yarma yamuk yumuk kucak kucağa, bankta oturan tombul kadınlar gibi.
Her birinin dünyası ayrı, bu Eylem’i de bıraksan saatlerce durur tereğin içini seyreder. Neye bakar, aklında ne kurar, bilemedim gitti. “Kızım, kurban olduğum versene sarımsağı, millet acıktı. Kalabalık ömrümün son yolcuları içerdekiler, sayılarını bile bilmiyorum. On çocuğumun sadece üçünü doğurdum ama hepsini ben büyüttüm, okuttum, evlendirdim. On dördümde bu eve gelin geldiğimde öksüz yedi çocuğun anası oluverdim. “Sabır taşı alt gözde, onu da ver.”
Kapkara taştan havanı istiyor. Yamuk yumuk biçimsiz şeyi atamadı gitti. Annem seneler önce pirinçten pırıl pırıl bir havan getirdi, hepimiz çok sevineceğini düşünmüştük. Paketi açtığında hiç sesini çıkarmadı, mutfak yerine yattığı odadaki dolaba götürdü koydu; onu hiç kullanmadı. Nedenini sormak istiyorum ama sert kadın, çekiniyorum. Boyu bir seksen vardır, eni de fena sayılmaz; çam yarması gibi, bu yaşında dimdik yürüyor. Evin içinde dolanırken ürküyorum. Yüzü hala çok güzel, cildi pırıl pırıl, gözleri boncuk mavi, buranın kara kavruk insanlarına benzemez. Ama hiç gülmez, duygusuz, donuk, kaskatı… Havanı kavrayan eli samanlıktaki yaba kadar, taş avucunun içinde kayboldu.
Bu taş dile gelse cümle aleme benden neler çektiğini anlatabilir. Benim unutmak istediklerimi de unuttuklarımı da bilir. Gerçek anamı, babamı hiç bilmedim, Ermeni’ymişiz. Soyumu öğrendiğimde ayağım çoktan çukura kaçmıştı. Kim bilir anam babam bildiklerimin eline nasıl düştüm. Aklım erdiğinde evin her işini yapıyordum. Çok güzeldim, daha memelerim tomurcuk verir vermez en yüksek başlığı kapıp evlendirdiler. Kocam altı ay evde, altı ay Suriye’de durur ticaret yapardı; hala bilmem ne getirir ne götürürdü. Her geldiğinde gebe kaldım. Üçüncü gidişinden bedeni cansız döndü.
Köyde senelerce dedikodusunu etmişler, dedem öldüğünde bibim bir damla göz yaşı dökmemiş. Sevmemiş besbelli. Ona ağlamamış da kendine ağlamamayı nasıl başarmış şaşıyorum. Uçsuz bucaksız ovanın ortasında kerpiçten bir ev, kimi kendinden büyük kimi bebek on çocukla kalakalmış. Tek güzel şey, evin dışındaki güvercinlik. On kadar yuva var, her birinin üstünde ayrı resim. Babaanneme sorarsan resimden tanır, bilirlermiş yuvalarını. Üvey evlatlarını da hiç bırakmamış; birlikte çalışmış, birlikte yemiş, birlikte büyümüşler. Bir daha hiç evlenmemiş.
Kocam öldükten sonra altı ay ya geçti ya geçmedi, onca zaman ne yer ne içersiniz demeyen babam çıkageldi. Yörenin en zengin ağası benimle evlenmek istiyormuş. “Kızım buralar köy yeri, sen çok güzelsin. Başında koca yok, dul başına kurda kuşa yem olursun, he de bu işe.” Aklıma geldikçe beynimin içinde karıncalar dolanır gibi oluyor. Ağa beni istemiş, çocukları değil. Anasız babasızları geçtim, benim bebelere de ekmeği yok. “Bacıları, abileri bakar seninkilere, biz de göz kulak oluruz, arada büyür giderler. Doğup da büyümeyen mi var?” Çok küçüktüm ama aklım her şeye ererdi, babamın meramın anladım. Beni ağaya verecek, kursağımdaki üç lokma ekmeğine karşılık bir daha başlık alacak. “Kaç para verecek ağa sana?” Geçmiş gün tam hatırlamıyorum ama utanmadan söylediydi. Bir yıl müddet istedim, “Seneye o parayı ben vereceğim sana, bunca sabiyi bırakıp gidemem,” dedim. Çoluk çocuk el birliği ile çalıştık hem kendi tarlalarımızı ektik hem ele ırgatlığa gittik. Yorgunluktan akşam ekmeğini yiyemeden uyuduğumuzu bilirim. Parayı güç bela denkleştirdik, ben özgürlüğümü babamdan satın aldım. Bir daha da hiçbir erkeğe boyun eğmedim.
Sarımsakları dövmeyi geçti, su gibi oldu. Ne elindeki havan ne içindeki sarımsak; dalmış gitmiş. Ses de çıkmıyor aletten, nasıl yapıyorsa vurmadan eziyor. Gözlerini kısmış, dudaklarını büzmüş, kaşları çatık, başı bir o yana gidiyor bir bu yana. Parmaklarından el bileğine uzanan bağlar sertleşmiş, damarları oklava kalınlığında, havanın eli avucunda kaybolmuş. Kara taşın içinde geçmişine bakıyor sanki. Arkasındaki tek kanatlı pencereden vuran ışığın görünür kıldığı incecik toz bulutunun içinde, başka bir dünyadan ışınlanmış heybetli bir canlı. O eziyor, ben seyrediyorum. “Bibi ayranı hazır edip dolaba koyayım mı,” duymuyor.
Değirmen taşından bu havan. Kocam, nüfusumuz kalabalık olduğundan evin arkasına küçük bir değirmen yaptırmış. Üst üste iki taşın ortasındaki delikten çıkan direğe bağlı bir sopa vardı, ucundan tutar döndürürdük. Beygir misali etrafında döndükçe buğday ezilir, un olur. Hazır unlar da tat mı var, onun ekmeğinin lezzetine doyum olmaz. Çok sıcak bir yaz günü yufka için hamur tutacağım un bitmiş, Ahmet’e, “Oğlum, arkaya git biraz buğday öğüt,” dedim. Gidişiyle gelişi bir oldu. “Ana taş kırıldı.” “Ne taşı?” “Nereye gönderdin beni, değirmenin taşı, gözümün önünde çatır çatır acayip bir ses çıkararak dörde bölündü.” Bir parçası elindeydi. İnsan taştan sağlamdır, ben bunca yüke dayandım, o iki kile buğdayı öğütmeye dayanamadı.
Geçen yaz geldiğimizde babam evin arkasındaki tek taşı kalmış değirmeni söktü. “Baba üst taşı ne olmuş bunun?” “Ben de bilmiyorum, sormak aklıma gelmedi. Bu değirmenin çalıştığını hiç görmedim.” Babam köyü sevmezdi. Öğretmen okuluna gidene kadar tarlalarda çok çalışmış. Geceleri kapılarına kadar kurt inermiş, korkudan birbirlerine sarılırlarmış. Çok anlatmaz ama amcam gençliğinde kız yüzünden iki kişiyi vurmuş. Okul arkadaşına söylerken duymuştum, “Kan davalılarımız vardı, annem göz önünde durmayalım diye bizi yatılı okula gönderdi.” Babamın halaları çok zengindi, kan davalıları onların marabasıymış, bizimkileri aç kalmamak için de ellememiş olabilirler. Şans ne şanssızlık ne bilemiyorum, bazen sadece nefes almayı sürdürebilmek bile armağan olabiliyor; işin aslı onun sonu da aynı çukura çıkıyor.
Kısacık kış günlerinin bitmez tükenmez geceleri olur. Sandığın üstüne yığdığım döşekleri indirir, yere sıralardım. Çocuk dediğin başı yastığa bir karış kala uykuya dalar. Kıvrılıverirlerdi yan yana. Üşümesinler diye, yün yorganların uçlarını döşeklerin altına sıkıştırırdım. Beni uyku tutmaz, yemek yaptığım ocağa iki odun atar, önüne oturur, saatlerce çocukların yırtılan sökülen esvaplarını, delinen çoraplarını yamardım. Öyle bir an gelirdi ki, elimde ne varsa atar, saçımı başımı yola yola odanın içinde dönü dönüverirdim. İçime içime haykırırdım. Yataktaki sabilerin nefesi olmasa kendimi ya bir dereye ya bir uçuruma atmak isterdim. O gecelerin birinde ocağın kenarında değirmenin kırık taşı ilişti gözüme.
“Babaanne! Babaanne!” Acaba aklından neler geçiyor? Bütün azametine dik duruşuna rağmen bazen, tam şu anda olduğu gibi, insanın içinde derin bir acıma hissi uyandırıyor; sanki korunmaya muhtaç küçücük bir çocuk. Nihayet kafasını kaldırdı taştan. “Ayranı hazırlayayım mı?” Yatmadan yarma ıslatmış muhtemelen akşama soğuk çorba yapacak, onunkinden daha iyisini yemedim ömrümde. Gün doğmadan uyanıyor işleri düzene koyuyor.
“Ayranı hazırla kızım, kebap hazır, amcana seslen siniyi fırına götürsün. Sofrayı da hazır edin.” Taşı keşfettikten sonraki geceler onu elime alır, diğer parçasından kırdığım sopayla üstüne vurur dururdum. Ses çıkmaması için eski bir yün battaniyeye sarardım onu. Bazen ben taş döverken ezan okunur, hiç uyumadan çocuklara ekmeklerini hazırlardım.
“Babaanne havanı nereye koydun, yıkayacağım?”
“Sabır taşı ocağın kenarında.”
“Bunun adı neden sabır taşı gerçekten çok merak ediyorum.”
Yıllarca geceler boyu döve döve taşın ortası çöktü, derinleşti, pürüzsüz oldu. Elimdeki taşın ucu da yuvarlandı. Onun içinde sabırla anamı babamı ezdim; öz anamı babamı anlatmadıkları için, beni sevmedikleri için, dedem yaşında yedi çocuklu adama sattıkları için, utanmadan bir yıllık emeğimi elimden aldıkları için, bir gün bile aç mısın tok musun demedikleri için, yaşayamadığım çocukluğum, gençliğim, kadınlığım için, heba olan ömrüm için…
“Haydi ahali sofraya, yemek hazır, Eylem yufkayı getir kızım!”
edebiyathaber.net (21 Kasım 2021)