Efenim civcivken yumurtanın sarısıyla beslenirlerdi. Yarka tüyü geldi mi babam fındığın içini ezer yemlerine karıştırırdı. Hatta kemik yapıları güçlü olsun diye kasaptan tavuk kanat, pirzola alır; evde haşlar, horozları yedirirdi. Babam beni bile böyle bakmadı. Görüyorsunuz kısa boylu, sıska bir adamım. Onlar gibi beslensem hâlim bu olur muydu? Babam elinde fazladan hayvan bulundurmaz, birçoğunu elerdi. Ferikken Hint horozunun keskin gözlerine bakar, iş olup olmadığını sezerdi. Orta okulumun ilk senesinde de bir horozu yetiştirmek için yanında tutmuştu. Adını daha körpe olduğundan, aklı ermeyen çocuk anlamına gelen Sabu koymuştu.
Sabu diğerlerinden farklıydı. Peder elindeki cevher için parasına kıyıp protein kurtlarından bile almıştı. Önünde hareket eden kurtçukları Sabu yer, bezdikten sonra da gagasını yere sürterek silerdi.
Babacığımın paraları erimesin diye arada çayırlarda dolaşır, çekirge avına çıkardım. En fazla iki adım zıplayan çekirgeler, üçüncüye yakalanırdı. Şişenin içine attığım çekirgeleri Sabu’nun önüne koyduğumda insafsız katliam yapardı.
Gün içinde normal idmanlara babam beni çıkartırdı. Horozlar gibi göğsüm genişler bu önemli vazife karşısında sevinç duyardım. Yere azıcık buğday döke döke geniş bahçemizde evin etrafını en az üç kez turlardık. Böylelikle Sabu hassas teraziye çıktığında iki buçuk kiloyu geçmezdi.
Altı aylıkken karşısına yaşlı bir horoz dikerek Sabu’yu dövüş antrenmanına çıkarmaya başlamıştı babam. Genç horozun canı acımasın diye yaşlının tırnaklarını kesip, gagasını da törpülemişti. Sabu çekilirse gururu incinir, cesaretle bir daha etrafına bakamazdı.
Yaşlı horozla genç horozun müsabakası berabere biterdi. İdmandan sonra babam açma-germe egzersizlerini yaptırırdı. Kucağına aldığı Sabu’nun ince boynunu tutar, gagasını açıp kapatır, uzun sarı bacaklarını ileri geri hareket ettirirdi. Islak bezle sırt tüylerini siler, yaralanıp yaralanmadığını detaylı incelerdi. Ardından Sabu’yu dinlenmesi için kutu kafesine alırdı. Demirden yapılan kafeste horoz güya kendini dinliyor içindeki gücün yankılı seslerini duyuyordu.
Ben de her gün arkadaşlarıma sataşıyordum. Hatta oturduğumuz mahallede bulunan metruk eve gizlenip, kahvehanedeki dayılara taş atıyordum.
Evin etrafında sürüyle gezmek ona yasaktı. Babam tavukları binen horoz gücünü toplayamaz derdi. Sabu sadece günün belirli dönemlerinde güneşin berrak ışıklarıyla tanışıyor, kırmızı tüylerini parıldata parıldata sergiliyordu.
Odalarda yalnız kalmama rağmen gücümü yitirmemek için bir kere olsun şehvetli hülyalara dalmadım. Halvetlerimin sonunda bir şeyi fark etmiştim: Sabu’nun kızıştığını.
Yanında bir tanecik dişi yok. Garibin hali içimi yedi tabi. Hayrına ben de babamdan saklı, kümesten üç tavuk çıkarıp, bahçenin içerisine salıvermiştim. Sabu kanat bükerek tavukların etrafında dönüyor, dişisini etkilemeye çalışıyordu. Bilirsiniz horozların kanatları renklidir. Göze çok hoş gelir. Tabi doğanın kanunu canlılar üreyecek. Bu hayvancık da yeri eşeliyor, “gut gut” diye bağırarak toprakta bulduklarından sürüsüne yediriyordu. Ardından üzerine atlıyordu efenim. Canım anacığım horoz tavuğu binince gözlerini kapat derdi. Saniyelik olay nasıl yumacaksınız. Bir de işin içine merak girince. Horoz günde kaç defa biniyor. Ooo! Yanlış anlamayın ama ilk gençliğimden beridir bu konu üzerine kafa yormuş birisiyim. Mesela yirmi tavuklu kümeste horozunuz eğer sağlamsa yumurtalarınızın yüzde doksanı döllenecektir. Her gün on ila on beş arası yumurta çıktığını varsayarsak. Aylık hesaba vurun. Aklım, hayalim almıyor. İnanılmaz bir performans…
Efenim yıllar sonra ben de yeteneğimi, yazabildiğimi keşfettim. Babam da bu dünyadan göçeli çok oldu. Yazdıklarımı hiç okuyamadı. Ona ithafen size anlattığım hadiselerden yola çıkarak bir öykü yazdım. Öyküm de Kafka’nın Gregor Samsa’sından ilham alarak kendini bir sabah horoza dönüşmüş olarak bulan gencin hikayesi anlatılıyordu. Biz birkaç arkadaş yazdıklarımızı, küçük bir kafede birbirimize okuruz. İtin birisi, kusura bakmayın ağzımı bozuyorum benim bu öykümü okuduktan sonra sen ibnesin demez mi? Bildiğimiz ibne ha! Yazarlar rüyalarını ya da kâbuslarını yazarlarmış. Güya ben güçsüz erkekliğimin olgunlaşmış rüyasını yazmışım. Yakında düğünüm olacak, nişanlımın kulağına böyle laf gitse! “Kâğıt suratlı fasık,” diye bağırıp, masadaki saksıyı kafasında kırdım. Şikayetçi oldu gevşek. Parmaklıkların arkasına düştük.
Nezarette iki kişiydik. Saçları kırlaşmış, babacan bakışlı adam gözlerini dört açmış dinliyordu beni. Sonunda, “Kaşın kanıyor,” dedi. Elimi alnıma götürdüm. Dikişlerim açılmıştı. “Konuşup kendini daha fazla yorma,” deyip dizime vurdu. “Cihan Cihan” diye tanıdık bir ses duydum. Başımı kaldırdığımda gül yüzlü nişanlım karşımdaydı. Elimdeki kana bir kez daha baktım. Bir şeyi hatırlatıyordu bu renk ama neyse, yorgundum.
edebiyathaber.net (12 Ağustos 2021)