Sabahki telefonun şaşkınlığıyla apar topar yola koyulup yabancısı olmadığım on dokuz numaralı dairenin önünde buluyorum kendimi. Zamanın nasıl geçtiğinin farkında değilim. Evden buraya ışınlanmış gibiyim. Tıraş olurken çenemin altından lavaboya damlayan kan, bir de yeni aldığım deodorantın aromatik keskin kokusu kalmış aklımda. Banyodaki aynaya yapışık küskün bakışımdan ayrılıp kapıdan nasıl çıktığım, sokağı geçip caddeye ne zaman vardığım, hangi otobüse bindiğim, hangi durakta indiğim… Hepsi hayal meyal.
Derin bir nefes alıp zile basıyorum. Bu dairede geçirdiğim yedi yıla rağmen yadırgıyorum zilin sesini. Beklemek azap veriyor. Bir kez daha basıyorum zile. Kapı açılana kadar kalbimi kuşlar gagalıyor. Önünde dikildiğim kapı yavaşça aralanırken görmeyi beklemediğim eski kaynanam karşımda. Kırışık yuvalarından çıkan gözlerini kaçıracak delik arıyor. Birden uzun koridorun sonundaki odadan fırlayan oğlumu görüyorum, bana koşuyor. Damarlarımda at yarışı başlıyor. Kulaklarım cıvıltılı, dudaklarım neşeli. Çömelip açıyorum kollarımı, “Yavrum.” Yanıma yaklaştığında bocalıyor, dönüp arkasına bakıyor, henüz beş yaşında. Koridorun boş duvarına tırmanma gösterisi yapıyor, parmaklarıyla şakacıktan ağ atıyor bana. Örümcek adam olmuş meğer. Sarılıyoruz.
Altı aydır uzaktan uzağa görebildiğim yavrumun kokusunu içime çekiyorum. Özlemle geçen kayıp zamanların acısını dindiriyorum usulca. Sağ bileğimi tutup “Baba saatini takmamışsın,” diyor. Hatırladı demek. Saatimle oynamayı, akreple yelkovanı yarıştırıp hikâye kurmayı ne çok severdi. Koridorun sonundaki odanın kapısından bize sesleniyor annesi. Sözcükleri adeta ejderha ateşi. “Sakın geç kalmayın,” diyor “dikkatli yürüyün yolda, elini bırakma çocuğun.” Boynumu uzatıyorum ama yüzünü kaçırıyor. “Tamam,” diyorum. Neyse ki mahkeme kararıyla oğlumla birlikte iki haftada bir zaman geçirmeye hakkım olduğunu kabullendi; artık dayanmakta zorlandığımı, sabrımın tükendiğini, kapısına polisle gelmekten çekinmeyeceğimi anladı sonunda. Yine de içimden atamadığım bir kuşku var. Daha önce yaptığı gibi fikrini değiştirmesinden, çocuğu çekiştirip geri almasından ürküp elimi çabuk tutuyorum. Anneannesi oğlumun kot ceketini giydirirken ben de spor ayakkabısını bağlıyorum. Dışarı çıkınca ikimiz de kuş gibi kanatlanıp uçacağız sanki. Avucumun içindeki küçük parmakların sıcaklığı kalbimi sarıp sarmalıyor. Nereye gidip ne yapacağımızı konuşmuyoruz bile. En yakın alışveriş merkezine götürüyorum onu.
Bebekliğinde sık gelirdik bu alışveriş merkezine. Hafta sonları annesinin alışverişi bitene kadar bebek arabasıyla dolaşır, renkli, ışıltılı vitrinlerin önünde birlikte zaman geçirirdik. O kendi bebek dünyasına, ben kendi hayal dünyama dalardım. Annesi yanımıza geldiğinde bazen birlikte yemek yer, bazen de eve dönerdik. Bir buçuk yaşındayken başımıza gelen talihsiz olaydan sonra bir daha beraber gidemedik.
Devlet bankasında memur olarak işe başladığımda evlilik çok uzağımdaydı. Kendimi bildim bileli zihnimde kıvrılıp uyumuş, ansızın uyanan ya da kazan kaldırıp beni yoldan çıkarmaya çalışan düşüncelerle cebelleşip durdum. Bazılarına kafam takılıyor, bazıları da kafamı karıştırıp bulandırıyordu. Kararsızdım. Dikkatim dağınıktı. Tek sığınağım hayallerimdi. Eşyaları bıraktığım yerleri, verdiğim sözleri unutuyordum. Çoraplarımın tersi, düzü, farklılığı umurumda değildi. Vaktinde yetişemeyip kaçırdığım ulaşım araçlarını arka arkaya dizsem upuzun kervan olurdu. Kimi zaman bir seyahat fikri aklımı çeliyordu, kiminde bir motosiklet veya spor bir araba. Güzel bir şarkı sözü, kendiliğinden büyüyen bir kaldırım çiçeği, yola düşen bir futbol topu bile hayallerimi kışkırtmaya yetiyordu. Zihnim aşırı meşguldü ve gerçeklerle arası bozuktu. Karmaşık duygularla kaybettiğim zamanın hesabını veremiyor, rahatsız edilmeyeceğim güvenli bir liman ararken kendi kabuğumdan başka yer bulamıyordum.
Ne kadar dirensem de beni evliliğe sürükleyen ısrarcı, oyunbaz arkadaşlarımın ve ailemin tatlı dilli sarmalı içine çekilmekten kurtulamadım. Yeni tanıştığım dev dalgalardan koruyamadım zihnimi. Yüzme bilmiyordum ve çırpınırken bana atılan evlilik simidinden başka tutunacak dalım yoktu. Evleneceğim kadın hayal dünyamı, hatalarımı, eksiklerimi kabullenecek miydi? Ben onun isteklerini yerine getirebilecek miydim? Aradığım cevapların tümünü bulamadan teslim alınmıştım. Evlenip karımın cazibesi, işvesi, cilvesiyle, teninin sıcaklığıyla, evi çekip çevirme marifetiyle yetinmek zorunda kalmıştım. Artan sorumluluklarım, okuduğum kitaplar, seyrettiğim filmler, hayallerim, isteklerim kafamdaki çarkı daha da hızlı döndürüyordu. Bir şalteri olsa kapatacaktım ama yoktu. Kırkayak gibi nasıl yürüdüğüme bakmaya korkuyordum. “Dalgınsın, unutkansın, tutuksun,” derdi karım, “temiz kalbin, sadakatin olmasa çekilmezsin.”
Oğlum doğduğunda sihirli bir değnek dokundu zihnime. Kalabalık dağıldı, görüntü netleşti. İlk banyosunda kollarıma aldım onu. Başını sakınıp korudum elimle. Karnını doyurduğu memeye minnet duydum. Geceleri kalkıp nefesini dinledim. Sesimi duyunca gülümseyen dudağının kıvrımında şekerleme yaptım. Gündüz hayallerimi o dolduruyordu. Eve dönmeyi iple çekiyordum. Bezini değiştirmek, mamasını yedirmek, gazını çıkarmak için yüzde yüz gönüllüydüm. Annesinin güdümünde oğlumun hizmetindeydim. Eksiklerim, hatalarım da kabul görüyordu ama bebeğin oyalanması, sakinleştirilmesi gerektiğinde açık ara önde olduğumdan emindim.
O talihsiz olayın yaşandığı gün nasıl boş bulundum bilmiyorum. Halbuki bütün dikkatim üzerindeydi. Alışveriş merkezinin yemek katındaydık. Ben ayakta, bebek arabası da hemen yanımdaydı. Kendimi gösterip kaçarak oyun yaptım oğluma. Elleri, ayakları hareket halindeydi, ağzından emziğini atmış, salyası akıyordu. Kâğıt mendille sildim ağzını. Annesini bekliyorduk. İşyerinden bir arkadaşımın telefon mesajı geldi. Ardından bir sosyal medya videosu, ikinci el araçlarla ilgili önemli bir bağlantı, merak ettiğim diğer birkaç mesaja daha bakayım derken dalıp gitmişim. Başımı kaldırdığımda ne bebek ne de arabası vardı. Masalar arasında telaşla kaç tur attım hatırlamıyorum. Annesi gelir gelmez anladı bakışımdan. Beni dinlemedi bile çığlık çığlığa öyle bir azarladı ki, gelip geçen insanlar, masada oturanlar başlarını çevirip gözleriyle yüzüme doluştular. Etrafta ne var ne yoksa taradık. Mağazalara, tuvaletlere koşturduk. Güvenlik görevlisini aradık. Kayıp anonsu yaptırdık. Çıkış kapılarına bildirdik. Her yeri ayağa kaldırdık. Sonunda oğlum ortaya çıktı. Garaja inen asansörün içinde, bebek arabasında ağlıyordu. Kaçırma olayıyla ilgili suç duyurusunda bulunduk. Alışveriş merkezi yöneticileri kamera görüntülerini polisle paylaşacaklarını söylediler. Bebek arabasını götürdüğü tespit edilen o yaşlı adam, düşündükçe hırslandığım, dişlerimi, yumruklarımı sıktıran, kafamda defalarca cezalandırdığım o insafsız adam hâlâ yakalanamadı.
Avucumda kımıldıyor oğlumun eli, hafifçe sıkıyorum. Yürüyen merdivenlerden çıkarken “Sinemaya gidelim mi?” diyorum. Gözleri parlıyor. Gitmek istediği filmi anlatıyor yarım yamalak. Kuzular Firarda. Başlamasına yarım saat kala biletlerimizi alıyoruz.
O gün yaşadığım korku ve çaresizliği uzun süre üstümden atamadım. Oğlumu ararken geçen zamanın işkence izlerini taşıyordum. Yaptığım onulmaz hata, bedelini ödeyemeyeceğim borç yumağı haline gelmişti. Telafi etmeye çalıştıkça her şeyi elime ayağıma dolaştırıyordum. Zihnimdeki seslere kulağımı tıkayamıyordum. “Sen unuttun.” “Sen kaybettin.” “Aklın başında değil senin.” Dalgınlığım daha da artmıştı. Kendime güvenim sarsılmış, örselenmişti. Bildiğimi de yapamaz olmuştum. Anahtarlarımı, cüzdanımı, telefonumu olmadık yerlerde unutuyordum. Eve alınacak siparişler eksik kalıyor, hatırlamak için aldığım notları bile nereye yazdığımı bulamıyordum. Dağılmıştım. Doktora gittim. Bir sürü tahlil yaptıktan sonra “Önemli bir şeyin yok,” deyip vitamin desteği verdi.
Karımla aynı bankanın yakın şubelerinde çalışıyorduk. İkimiz birlikte sabah işe giderken oğlumu yakında oturan anneannesine bırakırdık. İşyerinde kulağıma çalınan dedikodulara göre kendi halimde, kokmaz, bulaşmaz biriydim. Önüme konan evrakları otomatikman hallediyordum. Önemli bir imza yetkim yoktu. Çalışanlarla pek samimi değildim ama yanı başımdan bebek arabasının kaçırıldığını duymayan kalmamıştı. Nasıl olduğunu merak ediyorlardı. Ayrıntı vermeden geçiştirip masamdaki bilgisayara gömülüyordum. Bu arada bütün aile benim kabul edilemez dalgınlığımı hararetle konuşuyor, karım her seferinde olayı köpürte köpürte anlatıyordu. Yüzüme tükürmediklerine şükredecek hale gelmiştim.
Oğlum annesinin korumasındaydı. Benimle yalnız bırakılmıyordu. Bütün bakımını üstlenip sonra da bana kahırlanan annesiyle aramız günden güne daha çok bozuluyordu. Kavgalarımızın, çekişmelerimizin dozu arttıkça oğlumu paylaşamaz olmuştuk. Gün geldi söylenmeyecek laflar söyledik, yüz yüze bakamayacak hale geldik. Yataklarımızı ayırdık. Oğlumla kaçamak zamanlarımız dışında evde nefes alacağım hava, tutunacağım dayanak kalmamıştı. Altı ay önce şiddetli geçimsizlikten boşandık. Annesi velayetini almasına rağmen oğlumla görüşmemize tahammül edemeyip uzun süre engel oldu.
Koca bir paket mısır patlağı alıyoruz. Yerimizi bulup oturuyoruz. Anneleri, babalarıyla gelen başka çocuklara bakarken önümüzden geçenlere yol veriyoruz. Yine saatimi soruyor oğlum. Kaybettiğimi söyleyemiyorum. Aynısından yeni bir tane daha almaya kararlıyım. Bir sonraki buluşmamızda takacağıma söz veriyorum. Film başlıyor. Mısır patlağından yiyoruz. Pür dikkat filmi izliyor, ben de onu. Arada bir eğlendiği sahneyi bana göstermek için çenemi tutup film perdesine çeviriyor yüzümü. Ben de onunla birlikte gülüyorum.
On dakikalık araya çıkıyoruz. Meyve suyu almak istiyor. Büfenin önü kalabalık. “Ben alırım,” diyorum, kabul etmiyor. Büyüdüğünü ispat etme peşinde. Eline para veriyorum. Boyu yaşıtlarından uzun. Kolayca uzatıyor parayı büfeciye. O sırada kendini yere atıp zırlayan bir çocuk yuvarlanıyor ayaklarımın üstüne. Annesinin kaldırmasına yardım ediyorum. Oğluma bakıyorum sonra. Büfenin önünden ayrılmış. Gözlerimle kolaçan ediyorum ortalığı, görünmüyor. Kalbim hızlanıyor, nabzımı kulaklarımda duyuyorum. Nefesim tıkanıyor. Telaşla önce büfeciye sonra orada bekleyenlere soruyorum. Kimse görmemiş. Farklı yönlere dönerek birkaç defa sesleniyorum adını. Boğazımdan garip, çatlak sesler çıkıyor. Sağa sola koşturup tuvaletlere bakıyorum. Seyirciler salona geri dönüyor. Hızlıca düşünüyorum. Hemen güvenliğe haber vermeli, kapıları tutturmalı, yürüyen merdivenlere, yemek katına bakmalı…
Bir an ceketlerimizi sinema salonunda bıraktığımız aklıma geliyor. Annesine eksiksiz teslim etmem gerektiğini düşünüyorum. Film başlamış. Karanlıkta el yordamıyla oturduğumuz yeri buluyorum. Birden film ışıklarıyla yüzü aydınlanıyor oğlumun. Koltuğunu bulup oturmuş, elinde meyve suyuyla filme dalmış. Ceketleri kucağıma alıp yanındaki koltuğa oturuyorum. Derin bir nefes verip sarılıyorum oğluma. Bana dönüp bakmadan, “Bir daha saatini takmayı unutma, olur mu baba?” diyor.
Sinema çıkışı oyuncakçı, hamburgerci ziyaretlerimiz sırasında elini bırakmayışımdan rahatsız oluyor ama aldırmıyorum. Ağaçtan tepe üstü düşmüş gibiyim, kafamda bir ağırlık var. Hamburgerini yerken oyuncakçıda beğenip aldığımız kırmızı, küçük yarış arabasıyla oynuyor. Keyfi yerinde. Ağzının kenarından akan ketçap lekesini siliyorum kâğıt peçeteyle. Ondan uzak kalmaya nasıl dayanabildiğime hayret ediyorum.
Ayrılık zamanı geldiğinde, yabancısı olmadığım on dokuz numaralı dairenin zilini çalmadan önce oğlumu sağ salim teslim edebileceğime şükrediyorum. Bir dahaki sefer gelirken getirmemi istediği bir şey olup olmadığını soruyorum oğluma. Ayaklarının üstünde sallanıp omuzlarını yukarı silkeliyor. Yaşına göre olgun ve anlayışlı bir bakış atıyor. Üstünü başını tekrar kontrol ediyorum. “Bir şey unuttuk mu?” diyorum. Ceketinin ceplerini karıştırıyor. “Yeni aldığın yarış arabasını hamburgercide unutmuşuz,” diyor mahcup mahcup. Gözlerini merakla yüzüme dikiyor. Benim için kaygılandığını hissediyorum. İşaret parmağımı dudağıma götürüp “Sus,” diyorum “sakın annene söyleme.” Muzipçe gülümseyip başıyla onaylıyor. Artık içim rahat. Zile basıyorum.
edebiyathaber.net (18 Temmuz 2023)