Pencere kenarı, yirmi dört numaralı koltuktayım. Otobüs hareket ettiğinden beri yakamı bırakmayan kızgın güneş dalga dalga yüzümü yalıyor. Perdeyi çekiyorum. Bir erkek yolcu bana “Abla” mı dedi? Kimin dediğini bulamıyorum. Boynumu periskop gibi uzatıp ansızın dönerek ensemdeki gözleri avlıyorum. Yorgunum. Başımı koltuğun başlığına yaslayınca göz kapaklarım kapanıyor. Dalmak üzereyken burnumda kesif bir ayak kokusu. Nefesimi tutuyorum birkaç saniye. Kokunun nereden geldiği belli değil. Yanımda oturan kadın annem gibi hipermetrop gözlüğü takmış. Gözlük camının büyüttüğü kocaman gözlerini benden uzağa devirince kokuyu soramıyorum. Tepemin üstündeki havalandırmaları ayarlıyorum. Perdeyi açıp gözlerim kamaşana kadar akıp giden tarlaları, ağaçları, tepeleri, küçük köyleri, otlayan hayvanları, güneşte parlayan cami kubbelerini seyrediyorum. Asfalt kenarında sararmış otların arasından tarla fareleri zıplıyor yola birer, ikişer. Penceremden hızla geçip giden bu görüntü gerçek miydi, değil miydi, karar veremiyorum. Geçmişin yüküyle dolu çetrefilli düşüncelerim, kıvrılarak uzayan yollara dökülüyor…
Gözlerim sulanıyor, tekrar çekiyorum perdeyi. Üstümde uykusuz gecenin ağırlığı. Yıllar öncesinden küçük kardeşimin bebeksi konuşmalarıyla oyalanıyorum biraz. “Yapayşam göyüyşün,” deyişi kulaklarımda, yine de emin değilim, tam on beş yıl geçmiş üzerinden. Belki de başka çocukların sözcükleridir zihnimde kalan. Hafızamdan atamadığım tek görüntü, henüz beş yaşındaki kardeşimin apartman kapısının giriş basamağında boş, plastik bir su şişesiyle oyun oynayışı. Üstünde kusmuklu, ter kokulu penye bir tişört (Annem tıka basa yedirdiği için hep birazını geri çıkarırdı.), altında bağcığı açılmış beli lastikli bir şort, ayaklarında bez ayakkabılar. Burnunun deliklerinden akan sümüğe aldırmadan büyük bir ciddiyetle şişeyi basamakta araba gibi sürüşü… On iki yaşımdaydım o zaman. Su içmek için ikinci kata, eve çıkmıştım. “Kapının önünde,” demiştim anneme, “oynuyor.” Tuvalete girip biraz oyalanmıştım. Döndüğümde ortada yoktu. Seslendim, saklandığı yerden çıkmadı. Elma getirdiğimi söyledim, mayhoş yaz elmasını severdi. Hiç ses vermedi. Sokağın başından sonuna kadar girmediğim delik, sormadığım kimse kalmadı. “Tombul yanaklı, küçük bir oğlan,” diyordum nefes nefese, “elinde boş bir su şişesi vardı.” “Osmaaan,” diye çınlayan titrek sesim, ağlamaklı bir çığlığa dönüşmüştü. Öğle güneşi kızgındı. Gözyaşlarım, alnımdan akan terin tuzlu tadına karışıyordu. Sokaktan gelip geçenler başıma toplanmıştı.
Karakolda ağlamıştım. Neden hep aynı şeyleri soruyorlardı? O günü tekrar tekrar hatırlattılar. Yoktu işte, yoktu. Nereye gitmiş olabileceğini bilmiyordum. Bilsem söylemez miydim? Sadece saklambaç oynamak için yüzünü duvara döndürüp gözlerini kapattırmıştım. Beni bulamayınca gözünü açar, avazı çıktığı kadar bağırır, herkesi ayağa kaldırırdı. Neden susmuştu?
Evde, sokakta kaçırıldığı konuşuluyordu ama ne olduğunu gören yoktu. Bir yerden çıkıp gelirdi yine burnu sümüklü, belki altına kaçırmış… Babamın gözbebeğine, annemin bir tanesine zarar gelsin istememiştim. Ona bir şey olmazdı ki, herkes severdi onu, korur kollardı. Beni arasın, bulamadığında yokluğumdan endişelensin istedim, saklambaç oynadığı ablasının kıymetini anlasın.
Uzun zaman küçük parmaklarının izlerini sürdüm yanaklarımda, burnumda, saçlarımda. Yatağımın üstüne çıkıp yaylanmaya bayılırdı. Eşyalarımı karıştırır, kendini kovalatır, azarı, fırçayı bana yedirir, poposuna attığım küçük bir fiskeye bile ağıt yakardı. Evin kralı olduğunun farkındaydı. Ayaklarımın altından gıdıklandığımı keşfedince hiç durmadan, fırsatını buldukça beni güldürdü, hem de bazen karnım ağrıyana kadar…
Yanımdaki hipermetrop kadın omzumu dürtünce sesli sesli güldüğümü anladım. Yayılmış ağzımı toplarken çıtırdayan gevşek çenemi tuttum. Gözlerim yaşarmış. Bazı yolcular bana bakıyor. Otobüsün içinde bir uğultu. Beni mi konuşuyorlar?
At gibi sırtına binerdi babamın. Evin içinde dolaştırırdı. Babam koltuğa oturduğunda ayak bileklerine yerleşip tahterevalli gibi kaldırtıp indirtirdi kendini. Ben de heveslenmiştim bir keresinde. Ayıplamıştı babam, “Olmaz kızım, sen artık büyüdün,” demişti. Küçükken benimle ne zaman oynadığını hatırlayamadım. Kızgındım. Burnumu tutmuştum hemen, “Öf ayakların çok kötü kokuyor zaten, istemem” diye.
Otobüsü limon kolonyası sarıyor. Arkalardan kesik kesik bir bebek ağlaması duyuluyor. Yanımdaki kadın gözlük camlarını silerken sol bacağımın titremesine bakıyor. Gövdeme çapraz astığım uzun saplı çantamdan telefonumu çıkarıp kulaklıklarımı takıyorum. Sevdiğim şarkılar sakinleştiriyor beni. Sol bacağımın titremesi azalıyor. Sosyal medya hesaplarıma, resimlere, videolara tıklıyorum. Epeyce bir zaman başkalarının dünyasında geziniyorum. Muavin telaşla ön tarafa gidiyor. Otobüs yavaşlayıp duruyor. Sağ tarafta oturanlardan bazıları pencere camına abanmış dışarı bakıyorlar. Jandarma kontrolü var. Kulaklıklarımı ve telefonumu çantama koyuyorum. Kapılar açılıyor. Biri önden, diğeri arkadan iki asker biniyor otobüse. “Kimliklerinizi çıkarın,” diye bağırıyorlar.
Liseye başladığımda çevremdekiler kaybolan kardeşimden ümidi kesmişti. Babam iki defa boşanmanın eşiğinden döndüğü annemle artık hiç geçinemiyordu. Benimle de arası bozuktu. Ayaklarının koktuğunu defalarca yüzüne vurmama rağmen aldırmıyor, hatta üzerime yürüyordu. Birkaç sefer bana elini kaldırmış, araya giren annem olmuştu.
Kardeşimi bulmaktan başka isteğim yoktu. Babamın yüzündeki kuşkulu, öfkeli, karamsar, mutsuz çizgileri temizleyip donuk mavi gözlerinin aynasında kendimi görebileceğim minnet dolu bakışları için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdım. Annem bambaşka bir âleme kapanmış, dikiş nakışa vermişti kendini. Dünya yansa yaptığı işleri bırakmıyor, eline kumaş aldığında saatlerce yerinden kımıldamıyordu. Kardeşimi bulmak için tanıdığım, tanımadığım insanların, akrabaların, komşuların peşine düşüp hafiyelik yapıyordum. Osman’a benzettiğim yaşıtlarını bir köşede sıkıştırıp doğum belgelerini, kimlerden olduklarını, vücutlarındaki lekeleri soruyordum. Anneme, babama şikâyet edenler oldu. Psikolojik tedavi önerdiler. Bizimkiler umursamadı, “Zamanla geçer,” dediler. Okulda, mahallede benimle arkadaşlık etmek isteyen de kalmamıştı. Gözüm ne yakışıklı oğlan görüyordu, ne eğlenceli parti. Kardeşimin hayatta olduğunu söylüyordum ilgili, ilgisiz herkese. Zaten hep benimleydi, içten içe konuşup dertleşiyordum onunla. Sadece yaşadığı yeri bulamıyordum. Bunalımlarımdan beslendiğim dönemlerde, beynimin açtığı otomatik bir pencereden ders çalışıp sınavları geçtim. Liseyi bitirdikten sonra üniversite okumak için tercihlerime başka şehirleri yazdım. Zaten evde nereye gidersen git, ne yaparsan yap havası vardı. Bir ihtimal kardeşime rastlayabilmek için öğretmen olup yurdun çeşitli yerlerinde çalışmak istiyordum.
Evden uzakta, yurt odalarında, kıt kanaat, çok sık hastalanarak Coğrafya Öğretmenliği okudum. Manisa’ya atandığımda üflesen uçacak kadar zayıftım. Öğrencilerin gözünde de pek bir ağırlığım yoktu. Derslerde bazen Osman’a benzettiğim birinin diş teline, diğerinin çatallı sesine, bir başkasının kaş göz hareketine takılıp kalıyordum. Okul koridorlarında, kantinde ona benzeyenleri takip edip peşlerinden gidiyordum. Sorularımdan tedirgin oldular tabii. Şikâyet ettiler, müfettiş görevlendirildi. Uyarı cezası aldım.
Bunalmıştım. Saç tellerimi koparmaktan azalan saçımı erkek gibi kısacık kestirdiğimde annemle babam şiddetli geçimsizlik nedeniyle boşanmıştı. Babam altı ay sonra yeniden evlendi. Yarım ağızla çağırdığı nikah törenine katılmadım. Tayinimi istedim. Nerede ihtiyaç varsa oraya gidecektim. Kars’ta, Ardahan’da çalıştım. Yerel gazetelere, sosyal medya hesaplarıma “Kardeşimi arıyorum” başlığıyla ilanlar verdim. Kaybolduğu tarihi, küçüklük resmini yayınlattım. Bazıları kardeşim olduğunu iddia ederek bana kilometrelerce yol teptirdi. Sağ ayak bileğindeki çilek lekesini kimsede bulamadan geri döndüm.
Asker tepemize dikiliyor, hipermetrop kadının kimliği hazır. Ben de çantamdan çıkarıyorum. Bana benzeyen bir öğrencimin kimliği. Ne uydurup aldığımı hatırlamıyorum, sadece şaşkın bakışlarla verdiği aklımda. Kimliğin kontrolü sırasında pencerenin perdesini açıp güneşe bakıyorum. Yukarı yükselmiş, artık zararı yok. Umursamaz tavırlarım askeri çabucak kovalıyor başımdan. Jandarma kontrolü bitince otobüs Trabzon’a yol alıyor.
Anadolu’nun birçok yerinde kardeşimi aradım. Mesajla, elektronik postayla aldığım adresler güvenilir olmasa da gidip görmeden duramıyordum. Seyahatlerim artmıştı. Para dediğin çabucak bitiyordu. Devlet okulundan istifa ettim. Kayseri’de özel bir okulda işe başladım. Çalıştığım okulda matematik öğretmenliği yapan kız arkadaşımın iki odalı kiralık evine taşındım. Nişanlıydı, yakında evleneceğinden geçici bir süre birlikte kalacaktık. Evde özel dersler veriyordu. Öğrencilerden aldığı paralar geceleri beynimde tur atıyor, uykumu kaçırıyordu. Odasında bir yerde zulası olmalıydı. Kardeşimi bulup babamın karşısına çıkarınca çalışıp borcumu öderdim. Dersimin olmadığı bir gün parasını sakladığı yeri buldum. Yastık kılıfının içindeydi. İki gün sonra, doktor randevum nedeniyle öğlene kadar izinli olduğumu söyleyip ev arkadaşımı okula gönderdim. Telefonumdan hem onun hem de okuldakilerin numaralarını engelledim. Paralarını bavuluma atıp hızlıca hazırlandım. Kapıyı çekip çıktım. Artık kardeşimi bulana kadar nerede akşam, orada sabahtı.
Telefonum çalıyor. Elime alıp bir süre bekliyorum. Yanımdaki kadın gözlüğünü burnuna indirmiş bana bakıyor. Yolcuların telefonu açmamı beklerken üfürdükleri nefesler boğazıma dolanıyor, içimi titretiyor. İsteksizce açıp “Efendim baba?” diyorum. “İyiyim, sınav sorusu hazırlıyorum.” Kadının bakışları hâlâ üzerimde. “Gelemem, işlerim var.” “Sünnet mi olacak?” “O, şey o, yani Osman daha küçük değil mi?”
Babamın yeni karısından oğlu Osman. Doğduğunda bir defa görmeye gitmiştim. Çok itiraz etmeme rağmen kardeşimin adını koydular. “Beklemeyin beni,” diyorum telefonu kapatırken. Son anda “Kızım,” dediğini duyuyorum. Konuşmayı bitirmek için acele mi ettim? Tekrar aramaya cesaretim yok. Yanımdaki kadın “Kim sünnet olacak?” diyerek sokuyor burnunu boynuma. Kızgın öğle güneşi yemiş gibi ter fışkırıyor saç diplerimden. Dudaklarım mırıldanıyor, “Yani, şey” diyorum kararsız. Osman’lar dönüp duruyor kafamda. Sonra yüksek sesle “Kardeşim Osman,” diyorum, “tombul yanaklı, küçük bir oğlan, elinde boş bir su şişesi vardı, gördünüz mü?” Ayağa kalkıp bütün otobüse aynı soruyu birkaç kez daha soruyorum. Kimseden çıt çıkmıyor. Muavin limon kolonyası dökmek için yanıma geliyor. İstemiyorum. Yirmi dört numaralı koltuğa yığılıyorum. Geçmişin yüküyle dolu çetrefilli düşüncelerim, kıvrılarak uzayan yollara dökülüyor…
edebiyathaber.net (2 Mart 2024)