Öykü: Şam Şeytanı | Çilem Dilber

Eylül 26, 2024

Öykü: Şam Şeytanı | Çilem Dilber

“Hadi dışarı çıkalım, biraz hava alalım,” diyor Halil.

Kalabalığın ağır hüznünü aşıp salondan geçiyoruz. Üzerimizde onlarca ıslak bakış.  Kerim’le aynı yaşlarda olduğumuzu düşünüp biraz da kızgınlık duyuyor olmalılar. O öldü siz niye hâlâ yaşıyorsunuz? Ne biçim arkadaşsınız siz? Odalarda acılı bir telaş. Yemekler, çaylar, mutfaktan taşan kadın sesleri, ara sıra yükselen yavaş yavaş kısılan ağıtlar. Kapıda ayakkabı çiftleri darmadağın. Hava çoktan kararmış, geçen zamanın farkına varmamışız. Zaman boşlukta bir yerde, ayın karanlık yüzü gibi asılı kalmış. Yetişecek bir yerimiz varmış gibi telaşlı adımlarla geçiyoruz sokağı. Burnumda helva kokusu. Bırak yemeyi daha sittinsene görmek istemem.  Midemde hiç geçmeyecek gibi bir bulantı.

“Sen yedin mi helvadan,” diye soruyorum Halil’e. Dünyanın en önemli sorusuna cevap verir gibi adımlarını yavaşlatıp yüzüme bakıyor. Başını sağa sola sallıyor.

“Sen?”

“Yemedim ama kokusu hâlâ burnumda.”

Beyaz doblosu sokağın ucunda. “Şam Şeytanı’na gidelim mi,” diyor Halil, cebinden arabasının anahtarını çıkarıp.

“Gidelim be,” diyorum. “Yalnız bırakmayalım ilk gecesinde.” Şöyle kocaman bir bağırsam rahatlayacağım sanki. Yıldızlar üzerimize eğilmiş, göz kırpıyorlar. Yapacak bir şey yok. Bir daha da olmayacak. Kerim artık yoksa ben de Halil de her an olmayabilirsek, ne yapacağız bundan sonra? Faniliğimiz de tepemizdeki yıldızlar gibi göz kırpıyor. Halil fark etmiyor yıldızları, aklı Kerim’le birlikte gömülmüş gibi. Arabaya biniyoruz. Evdeki bütün kokular da bizimle… Sanki arka koltukta tepsi tepsi yemek, kazan kazan helva.

Şam Şeytanı Kerim’in dönerciliği düşüyor aklıma. Leş gibi kokardı. Allahtan uzun sürmedi. Hangisi uzun sürdü ki? Piyangoculuk, dolmuş şoförlüğü, Halil’in babasının dükkânında perdecilik, saymakla bitmez. Tanımadığı adam, girmediği delik yoktu. Sen halledersin Kerim, sen yaparsın Kerim, ulan senin şu kurnazlığın yok mu hah hah hah. Tali yoldan çıkıyoruz. Çocukluğundan beri mahallenin gözbebeği, bakkal amcasının taktığı lakabı güle oynaya taşıyan Şam Şeytanı Kerim. Halil tam gaz ilerliyor asfaltta. Her seferinde dört ayağının üzerine düşen, şanslı herif. Toprak yola girene kadar sokak lambaları yanıyor, sonrası karanlık. Her beladan sıyrılır, hinoğlu hin Kerim. Yolun sonuna geliyoruz. Bu defa…  Mezarlığın siyah demir kapısı başka bir aleme açılacak gibi heybetle dikiliyor karşımıza. “.. yaş tahtaya bastın Kerim.” Ağzımdan kaçıveriyor aklımdaki. Kafamda Kerim’i evirip çevirdiğimi anlıyor Halil. O da öyle yapıyor.

“Öyle ya,” diyor. “Çekirge bir sıçrar iki sıçrar üçüncüde…”

Kerim’i düşünüyoruz sessizce. Bugün onun günü. Küçük şeytanımızı konuşacağız. Bir hafta, kırk gün. Sonra yavaş yavaş bırakacağız konuşmayı, ufaktan unutacağız hatta. Kendi yavşak hayatlarımıza döneceğiz. Kaldığımız yerden devam. Ara sıra aklımıza geldiğinde, şeytanlıklarından bahsedip gülümseyerek anacağız dostumuzu. Sonra yine zamanın cenderesine takılıp gideceğiz.

Arabayı park ederken bekçi geliyor. Daha bugün, öğlen namazını müteakip buradaydık, görünce hatırlıyor bizi. Başıyla selamlayıp, geri dönüyor.

Karanlıkta Kerim’i bulmak mümkün değil. Cep telefonumu çıkarıp fenerini açıyorum. Halil bir sigara yakıyor. Çakmağı burnumun ucuna kadar uzatıyor. “Bak. Kerim’in çakmağıydı. Bende kalmış.”  Dünyanın en kıymetli şeyini avucunun içinde saklar gibi yumruk yapıyor elini. Havaya savuruyor. Tütünün kokusu üstümüze sinmiş yemek kokusuna karışıyor. Hep beraber yürüyoruz. Salçalı, şekerli, dumanlıyız. Kerim geldiğimizi anlıyor mu, bu kokuları alıyor mu, sesimizi duyuyor mu? Üstüne toprak attığımdan beri bunu düşünüyorum, acaba bizi görüyor mu? Tümseğini bulup yanına çöküyoruz. Toprağının kokusunu içime çekiyorum. Ne kadarı Kerim’in ne kadarı toprağın bu kokunun?

Kederini saklamaya çalışır gibi sesini sertleştirip “Son dalgasından haberin var mı?” diyor Halil.

Daha ölmedi, kanlı canlı bizimle sanıyorum o böyle söyleyince. “Yooo, ne ki?”

“Şu yenilenen mekân var ya. Bizim büyük otelin üst katı. İşte oradan bir hatuna sarmış.”

Cenaze evinden henüz çıkamamış zihnim büyük otelin üst katına öyle hemen atlayamıyor. Zor algılıyorum ne oteli ne hatunu. Benim niye haberim yok, dost değil miyiz lan biz? Hani yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi? Neden en son ben öğreniyorum? Canım sıkılıyor inceden, toprağı avuçluyorum.

“Sen nereden biliyorsun?”

“Ben de tesadüfen öğrendim.”

Bozulduğumu anladı da gazımı mı alıyor diye bakıyorum, değil. Saf bakışlarıyla başlıyor anlatmaya. “Son zamanlarda hemen her gece oradaymış, yapışmış, bırakmıyormuş kızın peşini.”

Şehrin çıkışındaki o döküntü otel gözümün önüne geliyor. Boşluğun ortasında, pavyon ışıklı minibüslerin son durağında. Küçük bir bahçenin içinde, duvarlarında üç sıra dikenli tel. En son ne zaman gitmiştik sahi? “Ne alaka?” diyorum.

“Kemal abiyle çalışıyordu bir ara, tesisat işleri filan, hatırladın değil mi”

Hatırlamıyorum. Kerim dayanamayıp toprağın altından lafa karışıyor. Ne mal adamsın be nasıl hatırlamazsın? Ne bileyim oğlum yapmadığın iş mi kaldı? Ya bırak Allah aşkına. Sesi kulaklarımdan ne zaman silinir? Neyi, ne zaman nasıl söyleyeceğini bildiğin biri en az kaç yılda unutulur?

“İşte otelin tadilatı için gidip gelirken işi pişiriyor bizimki. Bana da Kemal abi anlattı.  Sizin bu Kerim’den ne uçan ne kaçan, dedi Kemal abi.” Bunu söylerken tümseğe buruk bir gülümsemeyle bakıyor Halil. 

“Şaşırmadım,” diyorum. “Tam Kerimlik iş.”

“Kız da bağlanıyor tabii bizimkine.”

“Kerim’e bağlanmayacak kız anasının karnından doğmadı daha.” Sözüm anlamını yitirip toprağa sere serpe yayılıyor. Artık hiçbir kız Kerim’e bağlanamaz. Gitti o. Tüm ihtimalleri yanına alıp gitti. Her zaman en çok sevilen adam, mahallede, okulda, her yerde.  Artık yok.

“Sonrasını bilmiyorum tabii. Sormak kısmet olmadı. Ah be Kerim.” diyor Halil. Sesi titriyor.

Zamanın en karanlığında, koca koca ağaçların arasında, bir tümseğin başında oturmuş ne konuşuyoruz? Halil’in gözlerinin dolduğunu sigarasını yakarken fark ediyorum. Çakmağı elinde evirip çeviriyor yine. Hani utanmasa koca adam hönküre hönküre ağlayacak.

“Ulan Şam Şeytanı.  Bacak kadar boyla, bıçaklı kavgada araya girilir mi?” diyor titrek sesiyle. “Hiç mi akıllanmadın be?” Ölmemiş olsa yakasına yapışacak Kerim’in.

Az sonra ayaklanıp paçalarımızdaki toprağı çırpıyoruz. Yine geleceğiz oğlum, arayı açmayacağız, merak etme. Bekle bizi. Önce Halil’le beraber sık sık. Sonra birbirimizden habersiz ara sıra. Yeni mekânını en çok hangimiz ziyaret edecek bakalım? “İyi geceler Şam Şeytanı,” diyor Halil içini çekerek. Doblo’ya atlayıp siyah, demir kapıyı arkamızda bırakıyoruz. “Yanında biz olsaydık giremezdi o kavgaya,” diyor Halil gözünü yoldan ayırmadan. O anda takılıp kaldı.

 “Olmazdı tabii, müsaade etmezdik. Az mı tuttuk gaza geldiğinde. Sahi, niye o sırada biz yanında değildik Halil. Ne alaka be dinine yandığımın kavgasında Akif’tir Nihat’tır…” diyorum. Kızıyorum. Neden o sırada yanında biz yoktuk, onlar vardı? Onlar da biliyor mu bu kız mevzusunu? Neden Halil hiç kızmıyor Kerim’e. Ölülerin arkasından konuşulmaz tamam da kızmak da mı yasak?

Gece yarısı olmamış daha. “Halil,” diyorum. Düşüncelerindeki Kerim’i bırakıp beni dinlesin diye direksiyona doğru eğiliyorum.  “Şu otele gidelim mi?”

“Hangi otel?” Mallık sırası Halil’de. Kerim araya giriyor. Mal mısın oğlum, hangi otel olacak? Sesi kulaklarımdan yavaş yavaş uzaklaşıyor. Geride kaldın Kerim, elendin. Ömür kredini tükettin. Ulan hatta bok yoluna gittin be. 

“Kerim’in kızı bulalım. Haber verelim.”

“Ha,” diyor Halil. “Şimdi mi?”

“Şimdi ya, ne işimiz var başka?”

Saate bakıyor, bana bakıyor. “Ne bileyim, olur mu ki?”

“Olur olur,” diyorum. “Bizden başka kim haber verecek kıza?”

Mezarlığı geride bırakıp şehrin çıkışına dönüyoruz. Hiç konuşmadan ön farların ışığını takip ediyoruz. Oteli çevreleyen duvarların önüne gelince, iki Reno’nun arasına park ediyoruz arabayı.  İçimde tuhaf bir his. Mezarlıkta ya da cenaze evinde olmadığımızdan belki. Halil’in aceleci adımlarında da aynı kaygı. Sanki birileri görüp yakamıza yapışacak, hesap soracak bize. Ne işiniz var lan burada? En yakın arkadaşınız ölmüş siz neyin peşindesiniz? Ulan insan olun be azıcık, utanmaz herifler. Arabadan inip konuşmadan bahçe kapısını aralıyoruz. Birilerinin bunu da yapması lazım Halil. Kerim için. Şam Şeytanı’mız için.

Lobiden geçip asansöre biniyoruz. En üst katta asansörün kapısı müzik sesine açılıyor. Kırmızı perdelerle süslenmiş koridordan geçiyoruz. Halil önde ben arkada. Rengarenk ışıkta sigara dumanı insanların üstüne sis gibi çökmüş. Halil’le birbirimize bakıyoruz.  Köşedeki masaya geçiyoruz. Garson geliyor, ne içermişiz? Halil daha şimdiden pişman. Öbür masalardaki allı pullu, alevli meyve tabaklarına, alengirli içki kadehlerine, ağzına kadar dolu küllüklere bakıyorum. Garson bir bana bir Halil’e bakıyor. Su bile içecek durumda değilim. Tavuklu patates, şehriyeli pilav, helva. Cenaze menüsünde önüme düşenler. Gürültülü müzik içimdeki bulantıyı artırıyor.

Mini etekli, dar kotlu kadınları, yüzleri içkiden kızarmış adamları izliyorum garson gidince. O an kendimi ortama bırakmak istiyorum. Güne gasilhanenin kapısında başlamamışım gibi. Kerim’in soykalarını siyah bir torbada amcasına uzatmamışım gibi. Deniyorum. Halil’le iki kadeh bir şeyler içip keyiflenmeye gelmişiz, hatunlar gelir birazdan. Keyfimiz yerinde. Kerim geç kaldı ama yetişir. En güzel hatunu o kapar. Gecenin gözbebeği o olur yine. Olmuyor. Sahi biz neyi bekliyoruz burada? 

“Halil, baksana, şunlardan biri olabilir mi?” diyorum

Halil az önce mezarlıkta olduğumuz her halimizden belliymiş gibi utana sıkıla bakıyor bar tezgahının önündeki hatunlara. Kimi uzun saçlı kimi kısa, çoğu sarı. Yüzlerinde bir ton boya. Halil onlara bakarken küçülüyor, ufacık kalıyor. Utanma be Halil, kim biliyor ki yaşadıklarımızı?

“Ne bileyim oğlum tanımıyorum ki.”

“Oğlum biz niye geldik buraya, Kerim için.” Halil başını sallıyor. Kendine güveni geliyor. Utanılacak bir şey yapmıyorsun Halil, rahat ol. Arkadaşını gömdün, geldin, o kadar. Kerim’i o hatunlardan her biriyle tek tek hayal ediyorum. Ulan o boyla istediğin hatunu tavlayıp tatlı dilinle her yılanı deliğinden çıkarırken aptal bir kavgada geberip gittin, iyi mi?

“Adı neydi, en azından adını bilseydik Halil.”

“Söyledim ya,” diyor Halil. Mezarlıkta anlatıyordu, atlamışım orayı.

“Bahar.”

Garson geliyor yine. Bu sefer ortaya bir şeyler koyuyor, teklifsiz. Kulağına eğilip “Bahar hangisi?” diye soruyorum, duymuyor. “Bahar, bahar,” diye bağırıyorum.

Eliyle barın en başında oturan dalgalı saçlı, solgun yüzlü kızı işaret ediyor.  O ara müzik değişiyor, şuh kahkahalar havaya saçılıyor. Garson Bahar’ın yanına gidiyor. Kulağına eğilip bir şeyler söylüyor. Dönüp bize bakıyor Bahar. Halil’le bakışıyoruz. Daha, ne diyeceğiz, demeden yanımızda bitiyor Bahar. Ardından mini elbiseli bir kadın daha. İki yanımıza yerleşiyorlar. Garson masaya bir şeyler daha bırakıyor. Müzik ağırlaşıyor, ayakta zor duran birkaç çift dans etmeye çalışıyorlar.

Bahar’ın yüzündeki sivilceleri, cılız saçlarını inceliyorum loş ışıkta. Omzuna dokunuyorum. Ensesinden yayılan parfüm kokusunu alabiliyorum. Aklımda Kerim. Kulaklarımda Kerim’in sesi. Oturamıyorum daha fazla. Bahar’ı dansa kaldırıyorum. Mini elbisesini çekiştirerek kalkıyor oturduğu yerden. Halil bana bakıyor. Ne yapıyorsun sen, bakışı. Beline sarılıyorum Bahar’ın. Üstüme sinmiş toprak kokusunu alıyor mu acaba? Sarhoş çiftlerin arasına karışıyoruz. Sahi ne yapıyorum Halil ben? Hep Kerim için. Bahar’ı Kerim’le dans ederken hayal ediyorum. Ayağındaki topuklu ayakkabıları sabit düşünürsek Şam Şeytanı ondan dört parmak kısa olmalı. Kendimle kıyaslıyorum sonra.  Halil yanındakine bir şeyler anlatıyor. Yok biz aslında şey için buradayız. Bir haber verip çıkacağız. Yanındaki hatun hiç oralı değil, yanaştıkça yanaşıyor Halil’e. Bahar’a iyice sokuluyorum. Kerim’in elleriyle belini kavrıyorum. Kerim’in sesiyle adımı fısıldıyorum kulağına. Kerim oluyorum bir anda. Kerim yok ben varım. Bahar’ın ağzını kıpırdattığını fark ediyorum o ara. Duymuyorum ne dediğini. Ne müzik susuyor ne aklım. Hepsi tek ses olup toprak yığınının içinde boğuluyor. Tereyağında kavrulmuş helva mekâna dağılıyor. Bahar’ın parfümü toprak kokusuna karışıyor.

“Kerim’i tanıyor musun?” diyorum.

Bahar cılız sesiyle incecik bir tanıyorum, bırakıyor aramıza. Bakışları yumuşuyor.

“Arkadaşı mısın?”

Ne için geldim buraya? Ona Kerim öldü demek için. Bitti gitti. Yok artık. Var da yok. Yok da var. Halil kaşlarıyla, hadi, diyor. Ağzımı açıyorum. Söylediğim anda Kerim yokluğuyla beni kenara itip Bahar’la dans edecek. Sımsıkı sarıyorum bedenini. Susuyorum. Kerim’in hep yaptığı gibi bir kaşımı hafifçe kaldırarak başımı aşağı yukarı sallıyorum.

Bir şeyler duymak istiyor Bahar. Kerim hakkında herhangi bir şey. Öyle, merakla bakıyor. Bakışını silip ağzına yapışmak, boğulana kadar öpmek istiyorum. İsteğimin eyleme dönüşmesi saniyelik. Acıklı bir ihanet provasının içindeyim. Geceyi birlikte bitirsek. Kokusunu içime çeksem. Kulağına eğiliyorum. Provanın sahneye taşınması an meselesi. Şimdiye kadar hiç ilk tercih edilen olmayan beni oracıkta öldürsem de yeni bir ben çıkarsam ölümümden. Her şey fazlasıyla mümkün. Geçmişin olmamışları önümde hizaya gelmiş.

“Biliyor musun, biz Kerim’e Şam Şeytanı diyoruz,” diyorum. Saçlarını savurarak kahkaha atıyor.

Halil’le göz göze geliyoruz o anda. Bakışları hayretle büyüyor. Ne yapıyorsun sen, diye bağırıyor bakışları. Kahkahası hâlâ aramızda asılıyken “Selamımı söyle Şam Şeytanı’na.” diyor Bahar.

“Hay hay,” diyorum. İçimde bir ağaç kökünden ayrılıyor. Halil yanımıza geliyor, kolumu tutuyor. Bahar ne olduğunu anlamadan bakıyor.

 “Hadi,” diyor, Halil. “Çıkalım artık.”

Halil’e de hay hay. Geri dönüp “Yine geleceğim,” diyorum Bahar’a. Sesim müziğin içinde yitip gidiyor, kimse duymuyor. Halil dâhil. Kırmızı perdeli koridordan geçip merdivenlere yöneliyoruz. Halil “Söyledin mi?” diyor. Sesindeki ok gerilmiş, fırladı fırlayacak.

“Söyledim.”

“Neden öyle kahkaha attı peki?”

Yay gevşiyor, ok yere düşüp kırılıyor. Müziğin sesi hâlâ duyuluyor. İçimde, küçük karanlık bir köşeye ışık düşüyor. “Bilmem,” diyorum. “Ben de anlamadım.”

edebiyathaber.net (26 Eylül 2024)

Yorum yapın