Sayın Günlük,
İlk defa direkt sana hitap ederek başlıyorum. Az buz değil 15 yıldır hayatıma ortaklık ediyorsun. Başladığım zamanlarda günlük tutmak kız çocuklarına özgü bir şeymiş gibi gelirdi. Hele ki “sevgili günlük” lafını duymaya tahammül edemezdim. Tebeşirin kara tahtada çıkarttığı dişleri kamaştıran, baş ağrıtan o lanet ses gibi gelirdi kulağıma. Aslında bakarsan hala öyle. Hem marifet olsaydı Salah Birsel, Tomris Uyar, Oğuz Atay da öyle başlarlardı günlüklerine.
Bugün benden hiç beklenmeyecek bir şey yaptım. Hani geçen hafta üçüncü katta oturan İsmet’le tartıştığımı yazmıştım ya… Otoparkta yanıma gelip “Bana bak Volkan, bir daha arabanı buraya park edersen binecek bir araba bulamazsın,” demişti. Hatta o sırada otoparkta top oynayan çocuklar bana bakıp kikir kikir gülmüştü. Allahtan Aras orada yoktu. Beni o halde görseydi utancımdan yüzüne bakamazdım. Hayır, İsmet’te çam yarması gibi adam. Adama bir yumruk sallasam olan elime olur. Medeniyet görmemiş ayı. Kendini hala köyünde sanıyor. Bu sabah otoparktan çıkarken baktım arabası yerinde duruyor. Evden çıkarken aklımda hiçbir şey yoktu. Ama arabayı orada görünce birden sinirim zıpladı. Baktım etrafta kimse de yok. Çıkardım cebimden evin anahtarını. Boydan boya çizdim. Sonra gayet soğukkanlılıkla gidip ekmeğimi aldım ve evime döndüm. Ailemle keyif kahvaltısı yaparken dışarıda bir gürültüdür koptu. Bizim İsmet dışarıda kıyameti koparmış. Bir küfürler ediyor, ben askerliğimde bile böyle küfür duymadım. Perdeyi şöyle bir hafiften araladım. Yani değmeyin keyfime. Bıraksalar zil takıp oynayacağım. İçimde zerre kadar korku yok. İsmet benim böyle bir şeye cesaret edemeyeceğimi bilir. Hem benden şüphelense bile elinde ne bir kanıt var ne bir şahit. Kaç kere demiştik oysa kamera taktıralım diye.
Sabah bu kadar keyifli olmamın bir sebebi daha vardı. Bugün şirkette yapılacak toplantı ve %90 ihtimalle alacağım terfi. O kadar zamandır bekliyordum ki bu terfiyi. Neticede şirketteki en kıdemli kişi benim. Harıl harıl çalışıyorum. Tüm personel benden memnun. Daha ne olsun. Terfiyi aldıktan sonra arabayı değiştirmenin hayaliyle şirkete yol aldım. Muammer Bey her zamanki uzun ve sıkıcı konuşmalarıyla toplantıya başladı. Toplatının sonunda terfiyi yüksek girişimcilik ruhuyla şirketimize değer katan Şefik’e verdiğini açıkladı. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Şefik… Yalaka Şefik. Hoş niye şaşırıyorsam. Bunu beklemem lazımdı. Adam yalakalık alanında yüksek lisans, doktora ne varsa yapmış. Her sabah dokuzda köşedeki yerini alıp Muammer Bey’i bekliyor. “Günaydın Muammer Bey!”, “Nasılsınız efendim!”, “Eşiniz hanımefendi nasıllar?” Ah ahh! Muammer Bey de bir gün çıkıp demiyor ki “Sanane ulan benim karımdan…” Ah bir gün bana gelip dese de şöyle ağzının ortasına patlatsam. Denk gelmez ki. Yani anlayacağın benim terfi işi yattı.
Akşam biraz erken çıktım. Zaten herkes sinirimin bozuk olduğunu farkındaydı. Akşam ailece sinemaya gidecektik. Benim canım sıkkın oduğundan Mine’ye “Siz gidin, ben biraz evde kafa dağıtacağım,” dedim. Evde yalnız kalmayı çok seviyorum. Normalde yapamadığım şeyleri rahatça yapabilmemi sağlıyor. Mesela bugün salondaki aynanın karşısına geçip tıpkı Jim Carrey gibi ağzımla burnumu, kaşımla gözümü orantısız bir biçimde oynatmaya çalıştım. Hani dışarıdan biri görse akli melekelerimi yitirdiğime kanaat getirebilir. Geçen gün de Aras’ın oyuncak kutusundan bir araba çıkarıp halının üzerinde desenlerle orantılı şekilde sürdüm. Çok zor bir çocukluk dönemi geçirdiğim, oyuncaksız büyüdüğüm için falan değil. Aksine babam beni hiç oyuncaksız bırakmazdı. Sadece o an bunu yapmak istedim. Bu da yetmezmiş gibi akşam Aras eve geldiğinde gayet ciddi bir tavırla “Oğlum niye oyuncaklarını odanın ortasında bırakıyorsun, az kalsın basıp kıracaktım” dedim. Garibim dünyadan haberi yok. “Baba vallahi hepsini toplayıp kutuya koydum,” dedi.
Böyle garip huylarım çoktur benim. Mine birkaçını bilse herhalde anında boşar beni. Ama bunlar bir şey değil. Asıl bir hayalim var ki belki birçok insana psikopatça, hatta sapıkça gelebilir. Ben dünyadaki bütün evlerin içine girmek istiyorum. İçimde asla bir kötü niyet yok. Sadece çılgınca bir merakım var. Hani bir arkadaşının ilk defa evine gidersin de başta ne tarafa geçeceğini, nereye oturacağını bilemezsin. Zamanla o eve alışırsın ve hatta o evle bir bağ kurarsın. İşte ben o hissi çok seviyorum. Bunun dışında her evin kendine özgü bir yapısı, mimarisi var. O evdeki ailenin kendine ait bir dinamiği, sadece o evde yaşanan bir ritüel, bir tek o evde bulunan spesifik bir eşya… İşte bunları çok merak ediyorum. Mesela ben üniversitedeyken evimizde bozuk bir buz dolabı vardı. Bir gün o buz dolabının kapağını çıkarıp içine tahtadan raflar taktım. Sonra kahverengi bir sprey boya alıp her tarafını boyadım. Oğuz çok güzel resimler çiziyordu. O da farklı renk boyalar alıp müthiş çizimler yaptı. Bu muhteşem kitaplığı evimizin salonuna koyduk. Misafirliğe gelen arkadaşlarımız hayranlıkla bakıyorlardı. Ve bu kitaplık yalnızca bizim eve özgüydü. Herhangi bir evin kapısını çalıp içerisinde aynısını bulmamızın imkanı yoktu. Şu anda dünyada milyonlarca ev var. Ve hemen hemen her evde ufak da olsa bunun gibi özel bir şey var. Ben bunların hepsine şahit olmak istiyorum. Kim bilir şu an hangi evde nasıl eğlenceli, esrarengiz, fantastik, heyecanlı şeyler yaşanıyordur. Bir daha yaşanması asla mümkün olmayan şeyler. Bunları kaçırdığımı düşündükçe moralim bozuluyor.
Geçen gün bizim arkadaşlarla oturuyorduk. Laf arasında bu konudan üstünkörü bahsettim. Mesut hemen atladı. Bu manyak haftasonları evde ailesiyle yeşilçam filmlerini canlandırıyormuş. Eline bir oklava alıp Cüneyt Arkın’ın Battal Gazi rolüne bürünüyormuş. Çocukları da Bizans askeri yapıp sağa sola fırlatıyormuş. Sonra Kemal Sunal olup “Oyleyim di mii? Ihıhhı,” diye dolaşıyormuş. Hatta büyük oğlan iri yarı diye ona sürekli Yadigar Ejder rolü veriyormuş. Bizim yanımızda da birkaç Turist Ömer tiplemesi yaptı. Korkunçtu. İçimden dedim ki “Sen kafayı sıyırmışsın!” İsmail de evde kimse yokken minderleri koridor boyunca arka arkaya dizip takla atıyormuş. Acaba ben de Jim Carrey olayını anlatsam mı diye düşündüm. Ama bunlara güven olmaz, tutar dalga geçerler deyip vazgeçtim.
Yazdıkça yazasım geliyor. Mine çoktan uyudu. Şimdi Oğuz olsaydı ne muhabbet ederdik. Ne günlerdi be. Akşamları salonda karşılıklı koltuklara kurulur,bozuk hoparlörümüzü telefona bağlar sabaha kadar girilmedik konu bırakmazdık. Yeni Türkü, Bülent Ortaçgil, Cem Karaca, Haluk Levent çalar çalar dururdu. Arada bir cızırtı gelince hoparlörün kablolarıyla oynardık. Ben hiç beceremezdim. Yalnız helal olsun yüksek lisansını bitirir bitirmez ne yaptı etti gitti Almanya’ya. Şimdi mis gibi hayatı var. Haftada en az bir kez konuşuyoruz. Yakında yine gelecekmiş Türkiye’ye. Bu sefer kızını da getirecekmiş. Adını Hatun koymuş. “Oğlum küçücük kıza Hatun ismini mi koydun?” dedim. “Çok seviyorum bu ismi. Hem beğenmezse büyüdüğünde değiştirir,” dedi. İşte bu adamın en sevdiğim yanı bu. Her şeye mantık çerçevesinde yaklaşabiliyor. Cidden özlemişim. Sağolsun her gelişinde bir hafta bizde kalıyor. Bol bol hasret gideriyoruz. Çocuklar da çok seviyor onu. Üniversite zamanlarındaki garip fotoğraflarımızı ve videolarımızı gösterdikçe kahkaha atıp duruyorlar. Geldiğinde çeşit çeşit çikolata getirmeyi de ihmal etmiyor. O çikolataları bana uzatırken imalı imalı bakıp gülmesinin sebebini ise ikimizden başka kimse bilmeyecek.
Dün Aras’la Şule’ye “Sizce ben iyi bir baba mıyım?” diye sordum. Aras hemen “Harçlıkları arttırırsan daha iyi olabilirsin baba,” dedi. Tam üçkağıtçı. Kime çekti bu çocuk bilmiyorum ki. Şule hemen kucağıma atlayıp yanağımdan kocaman öptü. “Sen dünyanın en iyi babasısın babacığım,” dedi. Canım kızım benim. Annemle babam hep derdi “Kız çocuğu başkadır,” diye. İnsan gerçekten yaşayınca anlıyormuş. Bazen de Mine’ye soruyorum “İyi bir koca mıyım?” diye. “Aman Volkan, şöyle çocukça sorular sorma bana,” deyip geçiştiriyor. Hiç haz etmez böyle konular konuşmaktan. Ciddiyet düşkünü karım benim. Oysa ilk yıllarımızda yanıma gelip “Volkan bugün nasıl olmuşum?”, “Sence ben mi güzelim, Kate Winslet mı?” Biliyor tabi Kate Winslet hayranlığımı. Aklınca beni yokluyor. “Tabiki sen hayatım,” diye cevap veriyorum. Ama bu cevabı tüm samimiyetimle, içtenliğimle veriyorum. Çünkü gerçekten karımı tanıdığım ilk günden beri çok güzel buluyorum ve taparcasına seviyorum. On beş yıldır yazdığım günlüklerde en çok yazdığım cümle “Mine’yi çok seviyorum,”dur. Hayatın bana en büyük hediyesi. Dünyanın en güzel manzarası. Eğer dünyada aşk denen şey olmasaydı onu tanıyarak ilk ben keşfederdim.
Bugün epey uzattım. Tabi bunun özel bir sebebi var. Geçenlerde işyerinde biraz fenalaştım. Hafiften kalbim sıkıştı. Bir anlık bir şeydi. Önemsemedim bile. Mine’ye de bir şey söylemedim. Hatta buraya yazma gereği bile duymadım. Fakat ikinci kez tekrarlanınca “Ne olur ne olmaz!” deyip dün bizim Kemal’e gittim. Birkaç test yaptı. “Sonuçları çıkınca sana haber veririm abi,” dedi. Yarım saat önce aradı. Ağlıyordu. Bir sürü şey söyledi. Aklımdan kalan tek şey kritik bir kalp rahatsızlığına yakalanmışım. Kalp yetmezliği mi, damar tıkanıklığı mı, kalp krizi mi hatırlamıyorum. Umudumu kesmemeliymişim. Dayanmalıymışım. Kemal’i iyi tanırım eğer bir hastasıyla ağlayarak konuşuyorsa kendisinin bile ümidi yoktur. Ona “Kimseye bir şey söyleme,” deyip telefonu kapattım. Sonra… Sonrası bu işte. Kısacası belki de bu yazdığım son günlüktür. Şimdi gidip Aras’la Şule’yi son kez öpüyormuşum gibi öpeceğim. Sonra Mine’ye son kez sarılıyormuşum gibi sarılacağım. Ve son kez uyuyormuşum gibi uyuyacağım.
edebiyathaber.net (19 Ağustos 2021)