İçimden sonsuz kere tekrarlıyorum:
Sana bakarlarsa, hiç görmüyormuş gibi yap.
Sana bakarlarsa, orada değilmişsin gibi yap (kime bakıyor bu insanlar?).
Sana bakarlarsa, sen gökyüzüne bak (Turgut Uyar da demişti).
Sana bakarlarsa, sen de onlara bak (ya da sen de kendine bak).
Sana bakarlarsa, içinden bir şarkı söyle (aklına bir şarkı gelmezse bile, bir melodi mırıldan lalala).
Sana bakarlarsa, biriyle konuş (kendi içinden biri de olabilir).
Sana bakarlarsa dönüp “ne var?” diye sor (“benim fark etmediğim bir şey mi fark ettiniz?” diye de eklenebilir).
Sana bakarlarsa kendini başka bir yere ışınla.
Sana bakarlarsa bir senaryo uyduruver.
O günlerde, yaşama karışabilmek için kendime türlü yollar, tuhaf oyunlar, yeni isimler bulurken, bir şeyden iyice emin olmuştum. Hayat, eninde sonunda kendime anlattığım bir hikaye olacaktı. Tüm yaşananları, başıma gelenleri, gelmeyenleri de, tanıdığım insanları, tanımadıklarımı da, yaptıklarımı ve yapmadıklarımı, kendime anlatmanın binbir türlü, başka başka yolu vardı. Günlerime, cümlelerime başlamanın binbir çeşit tarifini buluyordum her gözümü, her ağzımı açtığımda. Her sabah, ayrı bir kostüm dikiyordum kendime, buna uygun bir ad, bir doğum yeri, bir doğum günü ve yaş, arkada çalması için bir melodi, koca bir hikaye ediyordu. Tüm bu yaşamlarda değişmeyen tek şey, kahramanın çatışmasıydı. Ve o çatışma her hikayede renk, şekil, akıbet değiştiriyordu.
Mesela birinde dünyaca ünlü bir basketbolcuydum. Yüzümdeki tuhaf ize rağmen (hatta belki de ondan dolayı), ve tabi hiçbir pası ıskalamadığımdan da sebep, bir efsane olmuştum. Camiada lakabım ‘bozuk kral’dı. Kimin aklından çıkmış kim bilir. Bir ötekinde araba tamircisiydim. Yüzümdeki tuhaf iz bu defa beni biraz asabi, hatta huysuz, savunmacı, kendini araba tamirine adamış ve haksızlığa tahammül edemeyen biri yapmıştı. En azından sanayideki insan ilişkilerinde kimseyi kimseye ezdirmemek bir nevi benim görevimdi. Etraftaki insanlar benden biraz çekinirdi, e bu da adaleti tesis etmek adına zaten gerekliydi. Kimse bana “senin orana ne oldu?” diye sormamaya neyse ki alışmıştı. Bu sebeple sanayiden dışarı pek çıkmaz, oradaki dünyamda kabul, hatta saygı görüyor olmakla güvende hissederdim.
Onların birinde mesela, öyle biriydim ki, ve öyle garipti ki zaman, mevsimler bana yıllar gibi gelirdi. Her bir mevsimi, masamın üzerindeki takvim gibi apaçık, ağır ağır, her haliyle bilir, bekler, toparlanıp gidişini izlerdim. İçine ışığı toplamış pullar gibi parlayan, güneşi tek tek tüm damarlarına buladıktan sonra turuncalaşan, sonra soğuk ama tanıdık beyaz taneleri ağırlayıp, ayla uğurlayan yaprakların bir gövdeye dizilip dünyayı izlemesine ben de bakakalırdım. Mevsimler masamın üzerinde değişen sayfalar gibi, öyle parmaklarımın ucunda geçiverirdi. Sonra bir ara, artık onları yakalayamaz, ayırıştıramaz oldum. Gözlerim bulanıklaşıyor, parmaklarım buruşup hissizleşiyor, kulaklarım küçülüyordu, farkındaydım. Ya mevsimler kayboluyordu, ya da ben yaşlanıyordum. Birincisi olamayacağına göre, sanırım ikincisi oluyordu.
Kendimi çoktan bir huzur evinin balkonundan sarkan ve sokaktan geçenlere gereksiz bir hüzün salıveren bir battaniyeyi üzerime alıp derin bir uykuya kendimi bırakabilecek gibi hissediyordum. Herkes üzgündü, sağ sol üst tüm alt komşularım, birlikte ahşap boyadığımız Ayten Hanım, aşağı yukarı aynı hastalıklardan muzdarip olduğumuz Tahsin Bey, hasta bakıcım Billur bile. Ölümün en apaçık gerçek olduğunu sandığınız ama aslında ö harfinin bile darda kalmadıkça kullanılmadığı huzur evimizde ölümü hatırlattığım için, biraz da kızgınlardı belki. Hemen bir sebep bulmak gerekirdi ki anlayalım, ölüm öyle sebepsiz yere ve pat diye gelen bir şey değildir. Çok yaşlanmak bir ölüm sebebi değildir, elbet vardır ölmesinin bir sebebi. Biz her ölenin ardından, buna epey süre kafa yorar, nedeni bulur, içimizi rahatlatır, bir daha biri ölene dek ölümle ilgili herhangi bir konuyu açmamak üzere ağzımızı kilitlerdik.
Genelde pek zor olmazdı bu süreç. Kimi eski alkolik, kimi kaygı hastası, kimi astımlı, kimi bunamış olurdu artık rahmetli arkadaşlarımızın. Ama bunlar yetmezdi. Öncelikle ölen kişinin yaşamını iyi bilmek, ve yalnızca ona özel bir ölüm öyküsü yazmak durumundaydık. Yoksa bütün astım hastalarını mesela, zan altında bırakmış olurduk. “Astım öldürmedi onu da çok içine atıyordu, kızı da gelmedi ne zamandır, gözü yollarda kaldı. Kızının yolunu gözlemek için de çok balkondan sarkıyordu, her gün her saat. Sarka sarka midesini ezdi. Mide kalmadı kadında. Bak gidiverdi işte. Balkondan sarkmamak lazım, iyi bakacaksın organlarına.” Yani sonunda kimsenin, “O öldüyse ben de ölür müyüm acaba?” diye kendine yoramayacağı bir tuhaflıkta olurdu bu öyküler. Sonunda da mutlaka bir ders çıkarılır, herkes o günden sonra o derse imtinayla dikkat ederdi ki, ucunda ölüm olabilirdi.
Benimkini de bulmak zor olmamıştır, sanmam. Yeterince tuhaflıklarım vardı, seçip beğenip bir öykü yapmışlardır. Hatta en kolay benim öyküm olmuştur belki de. Hali hazırda kimseye pek de benzemeyen biriydim ve bu tüm yaşamım boyunca hayatımı hiç de kolaylaştırmamıştı. En azından ölüm öykümün hali hazırda özgün ve bizimkilerin yorgun zihinlerini zorlamayacak olmasına sevinebilirim (ama sevinmedim). “Yüzü öyle garip olduğundan dolayı zaten çocukluğundan beri dışarı pek az çıkmış. Güneş ışığını öyle pencereden almakla olur mu? D vitamini kesin eksikti onda. Güneşsizlikten, vitaminsizlikten gidiverdi işte. Bol bol çıkmak lazım kapının önüne soğuktu kıştı demeden.” Böyle bir şeydir, aşağı yukarı. Halbuki ben olsam derdim ki, kişinin küçüklüğünden beri sürekli insanların “ne de tuhaf” diye baktıkları biri olması ona önce sokaktaki, sonra yaşamdaki varlığını sorgulatan bir şey olabilir. Belki de bunu düşüne düşüne erkenden gitti işte, gibi bir şey. Gerçi tam öldüğüm gün seksen yaşıma bastığımı düşünürsek, erken de değil. Ama kim bilir, belki bu sorgular beni doksanı görmekten alıkoydu. Yine de bu hikayenin bir eksiği sonunda genelleyiverip bir ders çıkarmanın zorluğu. O yüzden bizimkilerin güneş ve d vitaminli olanı tutacağına neredeyse eminim.
Bu zaten o kadar da önemli olmayabilir, sonuçta öldüm. Herkes gibi. Bu sefer gerçekten de pek kimseden farkım kalmadı. Sonuçta kimse tabuta koyduğu bir adamın yüzüne bakıp “vah vah” demez. Tuhaf bir yüzle yaşamak (onlara göre) üzücü bir şey olsa da, öldükten sonra (yine onlara göre) bunların pek bir önemi yoktur. Tabutta bir nebze herkes eşittir. Sonrasındaysa artık dışımız değil, içimiz görünür oluyordur (tahminen). Eşitlik yine bozulur, ama belki de bu defa benden yana. Çünkü galiba iyi bir insandım, en azından bunu denedim. Kalbimin en derin odalarında öfke, hırs ve kıskançlığın sesini yükseltmemek için çabaladım. Dünya benimle birlikte çabalamadığında, herkes beni bir kapana sıkıştırdığında bile oradan öfke sarmaşığına dolanarak çıkmamaya, etrafımdaki demirleri görmezden gelerek, kendime dönerek, hikayeler uydurarak, görünmez bile olarak eritmeye uğraştım. Bir şey değişti mi bilmiyorum, yalnızca sanki bu dünya bana biraz alıştı, beni itmeye çalışmayı bıraktı. Ben de kendimi ona bıraktım. Derken, dünya çok ısındığı için mevsimleri kaybetti ve sona yaklaştı, ben de yaşlandım ve sonra da öldüm.
Bu hangi hikayede oldu, bilmiyorum. Burada öldüm. Diğer hikayelerde hala yaşıyor olmalıyım. Biliyorum.
İçimden sonsuz kere tekrarlıyorum:
Sana bakarlarsa, bırak baksınlar.
Ben öleceğim, dünya da zaten bitecek.
edebiyathaber.net (19 Nisan 2022)