Başını duvara yaslamış, pencereden dışarı bakıyor. Az ileride yaprakları sararmaya başlamış bir elma ağacı… Ağacın dalları birbirine girmiş, dallar bir o yana bir bu yana eğilmiş. Bir serçe dalların üstünde sekiyor. Bir başkası onun yanına geliyor, zıplayıp duruyor, ince ince ötüyor. Bir serçe hiçbir zaman mutsuz olmaz gibi geliyor. Yataktan sürünerek kalkmaz yahut ayaklarını sürüyerek işe gitmez, diye düşünüyor. Bir serçe olsaydım bu ağacın dalına yuva kurardım, diyor içinden; deniz gören bir yere giderdim mutlaka, bütün gün oradan oraya uçardım. Mutluluktan yorulur mu insan? Bir serçe olsaydım yorulmazdım.
Rüzgarla birlikte ağacın dalları kımıldanıyor. Serçeler çok durmuyor, uçup gidiyor. Tırnağıyla pencerenin kenarına çizikler atıyor. Bir kıymık canını acıtınca yüzünü buruşturup yatağına geçiyor. Yatağı dağınık. Yatağının yanındaki komodinin üstünde birkaç kutu ilaç var. Gözleri su arıyor ama yok. Mutfağa gidecek gücü yok. Kutuyu açıp dilinin gerisine doğru bir hap yerleştiriyor. Yüzünü buruşturarak yutuyor. Küçücük hap boğazında bir yumru oluyor. Yutkunuyor, peş peş yutkunuyor ama oracıkta kalıyor işte, gitmiyor. Eliyle boğazını ovuşturuyor. İnsan kendini boğabilir mi? Olmuyor. Bir yerden sonra parmakları çözülüyor. Boğazındaki acı artıyor. Hap eriyip gitmiş olmalı. İşe yarıyor. Daha büyük acılar ötekileri geride bırakıyor. Eliyle kafasına vuruyor. Acıyla gözü kapanıyor. Daha hızlı, daha hızlı vuruyor. Ağzından bir ah çıkıyor. Ne yapıyorum ben? Delirdim, diyor, delirdim. Gülmeye başlayınca bir kez daha vuruyor kendine. Sus artık, kes ağlamayı! Bacaklarını yumruklarken gözyaşları dizlerine düşüyor. Dinlemiyor, bedeni beynini dinlemiyor. Aciz gözleri hep ağlıyor.
Uyumak için çok fazla zamanı var. Başını yastığa koyuyor, dizlerini karına çekiyor. Dişleri sımsıkı; çenesi titrerken gözleri seğiriyor. Saate bakıyor, henüz öğle olmamış. Gözlerini kapatıp uyumayı bekliyor. Biliyor ki gelecek. Önce sarıp sarmalayacak sonra fırlatıp atacak. Derin bir kuyudan çıkmaya çalışacak. Boğulacakken uyanacak ve yine o sancı…
Kolay bir yolu yok mu ölmenin? Olsa bulur muydu şimdiye? Kutulara doldurduğu, elbet lazım olur diye beklettiği onca ıvır zıvırın arasına gizlendiyse ya? Sanmam. Ben her şeyi “sanırım” aslında. Sanırım o öyle söylemek istemedi, sanırım niyeti kötü değildi; bana öyle geldi sanırım. Aklından geçenler dursun istiyordu. Bir yolu olmalıydı bunun, bu kadarını da yapabilmeliydi. Olmuyordu. İçten çürümeye başlayan bir ağaç gibi ufalanıyordu. Paramparça oluyordu ve kimse görmüyordu. Gücü olsa bağıracaktı herkese, gücü olsa devirecekti tüm eşyaları, gücü olsa vuracaktı kendi. Vuracaktı tabii ya, vuracaktı. Öyle kolaydı ya ölmek! Hem neyle vuracaktı? Vurmak olmaz. İyisi mi yüksek bir yerden atlamalıydı. Ya düşerken vazgeçerse? Ölmekten vazgeçer mi insan? Belli olmaz. Ölümün kokusunu alınca fikri değişebilir. Daha kesin bir yol olmalı. Assa kendini, tüm acizliğiyle sallansa bedeni; görenler korku, tiksinme ve acıma dolu bakışlar atsa, bir süre hep onu konuşsalar. Nasıl kimsesiz kaldığımı anlasalar. Bak bunu yaparlar işte. Konuşurlar. Bir gün, iki gün konuşurlar hatta bazıları acı çeker. Sonra… Sonra mı? Unuturlar. Uzun sürmez unutmaları. Zaten bir yanları hep unutmak ister. Bazıları da bir türlü unutamadıkları için delirirler. Benim gibi delirirler.
Uğultu… Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen uğultu… Karın boşluğumda bir sancı… Boşlukta bir sanrı… Kendimle bile konuşmuyorum. “Delirdiğinin bilincindeysen bu delilik sayılmaz.” Kimdi bunu söyleyen? Bana ait bir cümleye benziyor. Hatırlamıyor. Tekrar komodine uzanıyor. Çekmeceyi açıp içinden bir çorap alıyor. Siyah, topukları eskimiş bir çorap. Eşini arıyor. Yok. Üşümek ona yaşadığını hissettiriyor. Üşüyerek ölmez ki insan! Donacak bir hava bulmalı ya da yanıp kül olacak. Yine içinden konuşurken yakalıyor kendini. Sessiz ol, duymasınlar. Kendi sessizliğine alışınca hıçkırarak ağlamaya korkuyor insan.
Kapı çalıyor. Soluğumu tutuyorum. Kapı çalıyor. Usulca nefesimi veriyorum. Kapı çalıyor. Gözlerimi kapatıyorum. Merdivende ayak sesleri… Biri yukarı çıkıyor. Kapı çalıyor. Olduğum yere çöküyorum. Kapı çalıyor. Kapı… Zil… Kapı zili… Ayak seslerini duyuyorum.
Gitti. Rahat bir nefes alıyor. Saçları alnına düşmüş, sırtından soğuk terler akıyor. Yataktan inip yere kıvrılıyor. Halının üstünde ekmek kırıntıları… Yerde, bir serçenin karnını doyuracak kadar çok ekmek kırıntısı var. Tüy yumakları, toz, ekmek iç içe… Ekmeğin yerde ne işi var? Anneannemin kokusu burnuma geliyor. Ekmeğin yerde ne işi var? Ekmek parçalarını tek tek topluyor, kırıntılardan küçük bir tepe oluşturuyor. Nimet, nimet… Yere örtü ser, yatakta yeme, ayakta yeme; nimetle oyun olmaz, dökme yere. Topluyorum. Midem bulanıyor. Yer çok sert, halı çok kirli, oda çok soğuk. Üşüyorum.
Masanın üstünde kırmızı kapaklı, kalın camlı, nereden geldiğini bilmediği bir sürahi, yanında yarısı dolu su bardağı… Bardağa uzanıp bir yudum alıyor. Boğazı düğümleniyor. Yutkunmak zor. Su, canını yakıyor. Yutuyorum. Elini boğazıma götürüp boynunu usulca ovmaya başlıyor. Soluğu hızlandıkça hızlanıyor. Elleri kendisine ait değil sanki; kendini boğazlıyor. Parmakları gitgide güçleniyor; ama yetmiyor, elleri soluğumu kesmeye yetmiyor. Beceriksiz korkağın tekiyim! Gülünç olduğu kadar korkunç bir haldeyim. Kendimi ortadan kaldırmak için seçtiğim yollar bile acınası. Tiksiniyorum. Bedenimin her bir zerresinden tiksiniyorum. İç organlarının ağırlığını hissediyor. Karın boşluğumu deşip elini önce ciğerlerine, ardından kalbine uzatmak ve onları olduğu yerden söküp atmak istiyor. Yahut bir balyozla kaburgalarını paramparça edip kalbini ve ciğerlerini yerinden çıkarmak ve onların üzerinde tepinmek, ikisini birden ayağıyla ezmek istiyor. Ölmeliyim ve beni öldürecek olan da yine ben olmalıyım. Korkaklığıma rağmen yapmalıyım bunu. Dünya bütün fazlalıklardan arınmalı. Dünya… Dünde kalmalı. Ne şimdi ne de sonraya tahammülü yok. Dünü yok etmenin tek yolu ise şimdiyi ortadan kaldırmak. Sen, bugünlerin geleceğini bilmeden bana bunun ipucunu vermiştin. “Öldür kendini!” dediğinde seni dinlemeliydim. Belki de sen, beni öldürmeliydin. Dayanamıyorum.
Gece oluyor. Acıktığını hissettiği için kendinden utanıyor. Yaşamanın sancısı tüm vücudunu ele geçiriyor. Düşünceler yakasını bırakmıyor. Tavan gittikçe alçalıyor. Odası tek kişilik bir mezarlığa dönüşürken eline kalemi alıyor:
“Serçelerin konduğu ağacın altına gömün beni.”
edebiyathaber.net (4 Temmuz 2023)