Sesini kulağıma vidalıyor. Kesik kesik, eze eze. “Reyhan, Reyhan, Reyhan…” İnsanı adından soğutur. Sırası mı şimdi Reyhan’ın? Ellerim domatese batmışken. Yıka, kurula, git altını değiştir. Sordum halbuki çişin var mı diye. Yanına gidene kadar da susmak bilmez.
Odası ilaçlı sidik kokuyor. Nefesimi tutmadan giremiyorum. Vişne çürüğü perdeleri aralayıp pencereyi açıyorum. Güneş ışığının içeri hücum etmesiyle elleri gözlerine siper, “Açma,” diye inliyor. Yanağına yapışmış birkaç beyaz tel, taranmamış gümüş rengi saçı parlıyor ışıkla. Perdeleri kapatıyorum. Altındaki bezi değiştirdikten sonra sesimi yükseltip “Bugün hava çok güzel, öğleden sonra parka götüreyim mi seni?” diyorum. Çift kişilik yatağının sağında, üç yastıkla desteklenmiş boynunu kambur sırtından önce çevirerek doğruluyor; damarlı, lekeli, kuru eliyle komodinden destek alıp yatağının kenarına oturuyor. Gözbebekleri büyümüş. Korkuyla bakıyor boşlukta kaybolmuş bir noktaya. “Ateş,” diyor, “ateşi söndürün.”
Servis sehpasını çekiyorum önüne. Yemeklerini titrek elleriyle döke saça yiyor. İllaki kendi yiyecek. Yemekten sonra yürüteciyle gidip pencere kenarındaki karşılıklı iki berjer koltuktan birine oturmasına yardım ediyorum. Güneş döndüğü için vişne çürüğü perdeleri açmama izin veriyor. Nihayet beklediği telefon çalıyor. Anamur’dan küçük kızı Gülhan. Her gün aynı saatte arar, hiç şaşmaz. Önce fazla uzatmadan halimi hatırımı sorar. Bazen boş bulunup “Denize girdiniz mi abla? Çocuklar iyi mi?” falan diyecek olurum, sıkılır, “İyi, iyi,” deyip geçiştirir. Annesinin ilaçlarını ne zaman aldığını, ne yediğini, kaç bardak su içtiğini, kabızlık durumunu öğrendikten sonra onu ister. Telefonu uzatıyorum annesine, sabahtan beri zihninde tutmaya çalıştığı konuları bölük pörçük anlatıyor kızına. Kulağının sağına soluna kaydırdığı telefondan odaya yayılan bebek avutucu, yumuşak sesi dinlemek için oyalanıyorum biraz. Kızının anaç nağmeleri, her seferinde yorgun ellerimi, kollarımı, boynumu gevşetiyor; rahmetli anamın kucağında saçlarım taranıyor sanki. Hangisi anne, hangisi evlat birbirine karışıyor. Bir ara konuşmayı kesip bana bakıyor annesi, “Sen işine bak hadi,” diyor.
Altı aydır geceli gündüzlü kaldığım odaya geçiyorum. Bir duvarı yüklük olarak kullanılıyor, sandık odası. Penceresi apartman boşluğuna bakıyor. Aslında biri orta, biri büyük iki odası daha var ama onları kızlarına ayırmış, geldiklerinde kalacaklarmış. Odada dönecek yer yok. Her gece portatif bir karyola açıp yatıyorum. Karyolayı katlamadan kapı açılmıyor. Aç kapa, aç kapa. Hazır bir yatağa uzanıvermeye hasret kaldım. Sırtıma batan karyola demirlerini saymıyorum bile. Gerçi bedenim külçe gibi yığılıp yerini yadırgamadan yatmaya, oturmaya uzun zamandır fazlasıyla alışkın. Lise 2’de anam göçtü, lise 3’te babam göçtü bu dünyadan. Ondan beri nerede yatıp kalktığıma hiç aldırmadım.
Her gece yatağa girmeden soyunduğum kıyafetleri kapının arkasındaki metal ayaklı portmanto askılığa asıyorum. Bazen kendimi de çengele takıp sırasını bekleyen karkas et gibi sallandırmak geliyor içimden. Sıcakta yanan, soğukta üşüyen, eklemleri çıtırdayan, sırtı, beli ağrıyan, yürüyen, konuşan, hizmetkâr bir et parçası. Evlensem fena mı olurdu? On iki yıl önce, rahmetli anamla babamın evi satılıp ağabeylerimin evlerinde dönüşümlü kaldığım zamanlarda, görücü geleceğini her duyduğumda evden kaçtım, iki ağabeyim de suratıma tükürdü, yengelerim “Senden bir halt olmaz,” dediler. İşten kaytarmak için elimde kitapla bir köşeye çekiliyormuşum, kimseye faydam yokmuş, evin küçüğü diye fazla şımartılmışım. Yediğime içtiğime bile laf ettiler. İstemedim evlenmeyi, başkasının boyunduruğuna girmeyi. Hayallerim vardı, kursağımda kalan heveslerim. Belki de o zamanlar boynumu büküp kaderime razı olsaydım, en azından doğurgan, verimli, kanlı, canlı bir et parçası olarak dolaşırdım ortalıkta. Şimdi kendi gücümle, kendi bedenimle baş başayım ama çoktandır ruhuma sahip çıkamıyorum. Nerededir, ne yapar? En son lisede göz göze geldiğim oğlanın yakasına mı yapıştı, okuduğum aşk romanının sayfaları arasında mı kurudu, çalıştığım evlerden birinde mi sinip kaldı, benden korkup bulamayacağım bir yere mi saklandı, bilmiyorum. Onunla pek işim yok zaten. Başını sokacak, yiyip içecek zengin bir ev buldunsa ne âlâ, hayallere kapılmaya, nasıl bir hayat istediğini düşünmeye vaktin olmaz. Evde hangi müzik çalarsa onu dinlersin, hangi çiçek varsa onu sularsın, ne yemek seviliyorsa onu yaparsın. Ne yapacağını bilemediğin bir para biriktirirsin sonra ya ağabeylerinden birine, ya da yeğenlerine kaptırıp kurtulursun derdinden. Kendine ait neyin olduğunu, kendin için ne yapacağını bilemezsin. Alışkın olduğun hayatın dışında farklı şeyler olabileceğini tahmin dahi edemezsin. Kızıyla yaşlı annesi arasında uçuşan yumuşacık seslere, bebek avutucu sözlere bile kulak kesilirsin. “Reyhan, Reyhan…” Tırnaklarımı yemeyi bırakıp yanına dönüyorum.
Parka gitmek istemiyor, “Banyo yaptır bana,” diyor. Aklı başında birkaç laf ediyor. Önce tekerlekli sandalyeyle dışarı çıkarıp biraz hava almaya ikna etmeye çalışıyorum ama inadı inat, kabul etmiyor. Nedense evin içi fena basıyor bugün.
Yürüteciyle ağır ağır banyosuna gidiyoruz. Koridor uzadıkça uzuyor. Nihayet duş kabininin içinde duvara monteli bardan tutunuyor, plastik tabureye oturtup soyuyorum üstündekileri. Suyunu hazırlarken büyük kızının Almanya’dan getirdiği çilek kokulu şampuanı kullanmamı istiyor. Saçını köpürtürken anamın “İndim havuz başına, bir kız çıktı karşıma,” türküsünü söyleyen sesi kulağımda. Suyun sıcaklığında anlaşamıyoruz, ya sıcak diye bağırıyor, ya soğuk. Çıplak etlerinin kat kat sallanışına takılıyor gözlerim. Dokunmak istemiyorum. “Üşüdüm,” diye bağırıyor. Havluyla kurularken gözleri uzak bir noktaya takılmış sesleniyor, “Hah, söndür onu, söndür.”
Odasına döndüğümüzde rahmetli kocasının duvardaki resmine bakıyor bir süre. Ben de bakıyorum. Siyah beyaz fotoğrafta adamın gözleri açık renk. “Amcanın gözleri renkli miydi?” diyorum. Cevap vermiyor. İlacını içirip yatırıyorum, uykuya dalıyor.
Mutfakta alışveriş listesi hazırlayıp mesajla kapıcının telefonuna gönderiyorum. Evin ihtiyaçlarıyla o ilgileniyor. Anlaşmışlar, benim acil bir işim çıkarsa yerime karısı bakacakmış. Bolca bahşiş ve tembih almış olduğu belli, hazırlıklı ve dikkatli. Birkaç defa açığımı aramaya kalktı, tepeleyeceğimi anlayınca uzaklaştı. Başını derde sokmayacak sınırı iyi öğrenmiş. Aklı sıra duruma göre hem yaranacak, hem hesap soracak. Bazen jandarma gibi baskına gelir. Tuvalette misin, banyoda mısın umursamaz; kapıyı açana kadar zilin canına okur, kapıyı yumruklar, ortalığı ayağa kaldırır. Yüz versem beni yönetmeye dünden hevesli.
Kendime bir kahve yapıp mutfak balkonuna çıkıyorum. Bu yaşlı, hasta kadının ateşle ne derdi olur? Umurumda değil aslında ama zihnimi durduk yerde meşgul ediyor. İnsandan çok araba geçen sokağa bakıp oyalanıyorum biraz. Kaldırım taşları hâlâ tamir edilmemiş. Dışarı çıktığımızda yine başıma dert olacak. Kırık taşlar yüzünden tekerlekli sandalyeyle akrobasi yapacağım, hatta parka gidene kadar asfalt yola inmek zorunda kalacağım. Yolda korna seslerine afra tafra yapacak, enseme değen araç rüzgârlarından tedirgin olacağım. Eve döndüğümüzde hissettiğim pişmanlığı unutacağım. Kahvemi bitirip içeri giriyorum.
Salonda televizyon açsam uyanır, uykusu hafif. Duvara monte boydan boya kitaplık raflı büyük odaya giriyorum, kitaplara göz gezdiriyorum. Bir roman seçip odadaki üçlü kanepeye uzanıyorum. Biraz tedirginim ama uyanıp da burada olduğumu bilmesine imkân yok. Kapağında, kartal heykelli iki sütun arasındaki demir kapının arkasında, büyük bahçeli, gösterişli bir malikane resmi olan romanın sayfalarını çeviriyorum. İlk sayfaya kızı Gülhan adını yazmış. Romanı okumuş olmalı. Sayfalardaki satırlarda onun hislerini arıyorum. Gözlerim Gülhan’ın gözlerine dönüşüyor, ellinci sayfada kapanıyor. “Reyhan, Reyhan…” Sıçrıyorum. Romanı yerine bırakıp yanına gidiyorum. “Neredeydin?” diyor, “bağırmaktan sesim kısıldı.” Sessizce bir bardak su içiriyorum.
Zil çalıyor. Kapıcı alışveriş torbalarını getirmiş. Mutfağa geçip torbaların içindeki erzakları yerleştirirken soğan, patates sepetlerinin arkasında bir çakmak buluyorum. Pek adetim değil ama evdeki yaşanmışlığın sırlarını kurcalamak merakıyla dolapları çekmeceleri gözden geçiriyorum. Elimin zor uzandığı alt dolabın dibinde yarı yanmış bir mum ve sigara paketi buluyorum. Kızların gizlice sigara içtiklerini düşünüyorum. Nerede, nasıl içtiklerini, külünü, dumanını yok etmek için neler yapmış olabileceklerini geçiriyorum zihnimden. Eğlenceli geliyor. Paketten bir sigara çıkarıp iki parmağımın arasına sıkıştırıyorum. Oturuyorum mutfak sandalyesine, çakmakla ucunu tutuşturuyorum. Kasılmış sırtımı yaslamayı ve bacak bacak üstüne atmayı akıl edip birkaç kez dumanı içime çekiyorum. Öksürtüyor. Senin neyine bu zıkkım. İzmariti lavaboda söndürüp çöpe atıyorum. Sigara paketini bulduğum yere bırakıyorum. Mumla çakmak elimde, heyecan arayan zavallı zihnimin isteğiyle akşam için küçük bir oyun planlıyorum.
Hava karardığında, perdeler çekilip ışıklar açıldığında sigortanın şalterini indiriyorum. Nedense yüzüme hafif ateş basıyor, nefesim at koşturuyor. Halbuki merakımı giderip kendimi eğlendirmekten başka niyetim yok. Mumu çay tabağında yakıp “Elektrikler gitti,” diye sesleniyorum. Alevi büyüyüp küçülen, karanlığı gölge oyunlarıyla bölen mumu getirip odasındaki komodine koyuyorum. “Ateşten korkuyor musun?” diyorum. Düşündüğümün aksine bir tepki vermiyor. Yatağın içinde oturmak istiyor, yastıklarla destekliyorum. Bir şeyler anlatacak gibiyken vazgeçiyor. “Yanında kalmamı ister misin?” diyorum, bir süre boş boş yüzüme bakıyor. Tam kalkıp gidecekken beni küçük kızı sanıp bileğimden kavrıyor. “Gülhan, söyle babana o ateşi söndürsün artık,” diyor. Bekliyorum. Daha da telaşlanıyor, yataktan kalkmaya çalışıyor. Engel olup oturtuyorum tekrar. “Rüzgâr eve sıçratacak, yanıp kül olacağız,” diyor. Yanına sokuluyorum. “Ateş nerede yanıyor?” Elini karşıya uzatıyor. “Orada işte, yazlığın bahçesinde, ablana da söyle uzak dursun.” “Sen neden engel olmuyorsun?” “Yaklaşırsam kendini yakacağını söyledi.” “Neden yakacakmış?” Hıçkırarak ağlıyor. Nefesi tıkanır gibi göğsünü tutuyor. “Mektupları bulmuş.” “Kimin mektuplarını?” “Çocukluk aşkımın.” Birkaç yudum su içiriyorum. Sakinleşmesi için kuru, damarlı, lekeli elini avucumun içine alınca karanlıkta bana bakıyor. “Yavrum, bu gece benim yanımda kal, ne olur” diyerek sarılıyor. Elleri ateş gibi sırtımı ısıtıyor. Direnmek istemiyorum, beni kim sandığı da umurumda değil. Çift kişilik yatağın boş kısmına öylece kıvrılıyorum. Saçlarımı okşuyor. Mum sönene kadar hırıltılı nefes alışını dinliyorum. Arada bir “Kızım, canım,” diyor. Bedenimin üstünde ılık bir şefkat örtüsü, kalbim sakin bir gölde, çocukluğumun tasasız uykularından birine dalıyorum.
Sabah gözlerimi açtığımda uyanmış bana bakıyor. “Karanlıktan mı korktun Reyhan?” diyor. Toparlanıp kalkıyorum, “Kusura bakmayın, uyuyakalmışım,” diyorum. Çay tabağında eriyip sönmüş mumu götürüp şalteri açıyorum. Kahvaltısını getirene kadar hiç sesini çıkarmıyor. Altını değiştirip temizliğini yaptıktan sonra yatağın kenarına oturuyor. “Ne zamandır içmedim, iki orta kahve yap da karşılıklı içelim,” diyor. Şaşkınım. Kendimi bu evcilik oyununa kaptırmaktan korkuyorum. Perdeleri, pencereyi açtırıyor, hava bulutlu. Yürüteciyle berjer koltuğuna gidip oturmasına yardım ediyorum. Kahveleri pişirip döndüğümde tepsiyi fiskos sehpasına bırakıp karşısındaki koltuğa oturuyorum. “Ben kahve içmem ki kızım, dokunuyor,” diyor. Geri götürüyorum. Mutfaktaki işlerime dalıyorum. Uzun süredir adımı söylemedi. Meraklanıp odasına bakıyorum, hâlâ sessizce koltuğunda oturuyor.
Yemeğini yedikten sonra “Bugün parka gidebiliriz Gülhan, şapkanı takmayı unutma,” diyor. Duraksayarak “Peki,” diyorum. Küçük kızının arama saati yaklaşıyor. Bu evde çalıştığımdan beri Almanya’daki büyük kızıyla telefonda ayda ancak bir kere konuşmuştur. Bayramlarda arayan birkaç akrabası, eski komşusu, yeğenleri dışında küçük kızından başka her gün arayan yok. Telefonu elime alıp biraz düşünüyorum, sonra sessize alıp bırakıyorum yerine.
Büyük odaya gidip gardırobu gözden geçiriyorum. Kızının elbiselerinden birini giyiyorum üzerime. Ölçülerimiz yakın, biraz bol ama idare eder. Dışarı çıkmak için tekerlekli sandalyesini götürdüğümde yorgun olduğunu, evde kalacağını söylüyor. Aklı yerinde değil, kafası iyice karışmış yine, hâlâ benim Gülhan olduğumu sanıyor.
Yatağına yatırıp büyük odaya geçiyorum tekrar. Neredeyse kendi odammış gibi rahatım, kanepeye uzanıyorum. Romana kaldığım yerden devam ediyorum. Gülhan’ın gözleriyle başka hayatların sevincine, acısına kapılıyorum. Yüz ellinci sayfadayken kapı zili uzun uzun çalıyor. Ağırdan alarak gidip açıyorum kapıyı. “Neden cevap vermiyorsun? Gülhan Hanım ölmüş meraktan,” diye suratıma püskürüyor kapıcı. Duymadığımı, telefonun sessizde kaldığını, hemen arayacağımı söyleyip gönderiyorum adamı.
Kızından bin bir özür dileyip telefonu annesine veriyorum. “Kızın,” diyorum. “Hangi kızım?” diyor. Kaygılı ve yabancılaşmış bir yüzle dinliyor onu. Kızının telefondan dışarı taşan bebek avutucu sesine ve anaç nağmelerine kulak kesiliyorum yine. Annesi bu sefer pek bir şey anlatmıyor kızına, sorularına kısa cevaplar veriyor. Telefonu kapadıktan sonra bana dönüp “Bugün parka gidebiliriz Gülhan, şapkanı takmayı unutma,” diyor.
Sandık odasına gidiyorum, apartman boşluğuna bakan pencerenin camını açıp başka pencerelere bakıyorum. Işığın ulaşamadığı loşluklarda belli belirsiz yaşam izleri arıyorum. Tüllerin arkasındaki gölgelere, aralanmış camlara, tanıdık seslere, kokulara dikkat kesiliyorum. Camı kapatıp içerideki portatif karyolanın geceyi bekleyişine acıyorum. Odanın küçüklüğü içimi bunaltıyor, bu kapalı kutuda nefes alabildiğime şaşırıyorum. Yüklüğün üstünden bavulumu indiriyorum. Kapının arkasındaki metal ayaklı askıda asılı hırkamı alıp belirsiz bir süreliğine büyük odaya taşınmak için vedalaşarak kapısını çekiyorum.
edebiyathaber.net (30 Kasım 2021)