Romanı su gibi, kana kana okuyabilir insan, okudukça okursun, ferahlarsın, ruhun canlanır. Öykü ise şarap gibidir.
Edebiyatçı bir dostuma; neden öykü değil de roman okumayı seviyorsun, diye sormuştum, oturdum mu en az dört saat okumak isterim, demişti.
Öykü ise şarap gibidir. Kadehte az gözükür, sakin durur. Yoğundur, kırmızıdır, güçlüdür. Yudum yudum içeceksin tadına varmak için. İyisini içince çakırkeyif olur, gülümsersin. Fazla kaçırırsan, zor toplarsın. Ayarını bileceksin. Şarap izi zor çıkar, güçlü leke teorisi…
Suyu her yerde içersin. Yolda, elinde, koşarken…
Şarabın tadını çıkarmak için ise, oturacaksın, ortamın, zihnin, ışığın hazır olacak. Yoksa içersin ama, tadı, zerafeti nerede…
Su içen, şarap içenden muhakkak çoktur, herkes su ister, ruhunun ferahlığı için.
Ama şarapseverler de ayrı severler şarabı. En iyisi için uzun yollar giderler. Tarihi bir sevgidir.
Öykünün içine girdikçe anlıyorum; modern hayatın koşusuna sızdırabilmek için damlalarını iyice küçültmek gerekiyor galiba, çok kısa öykü buradan geliyor. Tekila teorisi desek? Minicik bardak, tak, fondip.
Su hep daha fazladır markette. Damacanayla, raf dolusu.
Şarap ise hep ayrı bir köşede olacaktır. Ama güzel bir köşesi olacaktır; iyisini arayan, bulacaktır…
Oğuz Dinç – edebiyathaber.net (7 Şubat 2014)