“Benim için değerli bir şey çal!” demişti sevgilim beni yolcu ederken. Tutkuluydu sesi, karşı koyamadım. “Basit bir şey olmasın ama, düşün biraz.”
Konuyu Romalı dostum Alessio’ya açtığımda Piazza Navona meydanında pizzamızı indiriyorduk mideye. Bu konularda oldukça tecrübeli olduğu için hiç bekletmeden tam da aradığım şeyi bildiğini söyledi. İlk olarak Vatikan Müzesi’ndeki Sistine Şapeli’nden bahsediyor sandım ki bu düşünce korkunçtu. O başarsa bile ben kesin uzun koridorlarda hızlı koşamayıp yakalanırdım görevlilere. Sonrası gladyatörlerle çarpışmayı bekleyen aslanlar gibi kafeslere tıkılmaktı. Fakat hemen yanıldığımı belirtti sevgili dostum. Kafası zehir gibidir. “Kum çalacağız,” dedi masaya eğilip. “En değerlilerinden.”
Akşam olduğunda Alitalia Havayolları’nın tekinsiz uçağıyla havalandık Sardinya Adası’na doğru. İlk defa duymuştum adını, bir saatlik yol boyunca çalıştım coğrafyasına. Çizmenin tekme atmaya hazırlandığı kağıttan bir topu andırıyordu haritanın üstünde. ‘O an’ fotoğraflarından biri gibiydi. Cagliari Havalimanına indiğimizde ikimizde de birer sırt çantası vardı sadece. Alessio bel çantası da takmıştı aslında ama ben ‘baba’ figürü oluşturmamak adına reddetmiştim bu fikri.
Adanın güneyine indiğimizde ilk iş kendimize kırmızı bir Fiat 500 kiraladık. İkimiz için idealdi. Alessio avcunun içi gibi biliyordu yolları. Yetenek ve bilgilerine hayran kalıyordum her geçen saniye. O zaman aranan bir kum hırsızı olduğunu bilmiyordum tabi. Hatta böyle bir suç olduğunu da.
Sarı ve turuncu ağırlıklı eski binalar kaplamıştı şehrin merkezini. “Burada zaman kaybetmeyelim,” demişti Alessio. “Olbia’ya gideceğiz. İlk hedefimiz orası.” Havalimanı’ndan aldığım haritaya baktım. Adanın kuzeydoğusunda, İtalya’ya yüzünü dönmüş bir bölgeydi. Aslında o bölgede de bir havaalanı vardı ama dikkat çekmemek için bu yolu izlemiştik. Alessio olmasa ne yapardım bilmiyorum. Şehir dışına çıktığımızda yol sürekli denizden uzaklaşıp adanın içlerine doğru dallanıp budaklanıyordu. Yıllar boyu korsanlarla başı dertte olan halk çareyi kıyı şeridinden olabildiğince uzaklaşmakta bulmuştu. Şimdi bir de biz çıkmıştık başlarına. Korsandan ne farkımız vardı ki? Adanın en değerli hazinesinin peşindeydik.
Virajlı yollarda güneş yüzümüze vururken radyoyu açtı Alessio. Yöreye özgü folk şarkılar çalıyordu. Kalın telli bir gitar girdi önce. Başlangıçta Yunan vokallerle karıştırılabilecek ama zamanla kendine has bir hava yakalayan bir erkek sesi çınlamaya başladı arabada. Yer yer ağıt yakar gibi yer yer de bir tenor edasıyla yüksek perdelerde söylüyordu adam. Balıkçı teknelerinde adanın ünlü likörü Mirto yudumlanırken martı ve balıklar eşliğinde dinlenen müziklerdi bunlar. Denizin kokusunu çektim içime. “Akşam içelim şu likörden,” dedim Alessio’ya dönüp. Islıkla şarkıya eşlik eden ağzı sırıttı. Çoktan başlamıştı belli ki içmeye. Kapının cebinden şişeyi alıp bana uzattı. Simsiyahtı. Kapağını çevirip bir yudum aldım. Yabanmersini esansı doluştu ağzımın içine. Kıvamı yoğun ve tatlıydı. Alkolü ise tam yerinde. Güneş altında beş dakikada kendimden geçtim. Olbia’ya kadar eşlik ettim adama bağıra çağıra. Boş şişeyi tıngırdatıyordum elimde. Eski tenorlerden kim kaldı be!
Şehre vardığımızda akşam yemeği olarak Alessio somonlu sandviçle yetinirken ben karides, ahtapot, midyeli makarna yani denize ait ne varsa gömdüm mideme. İşin kötüsü, en son tatlıyı ve şarabı bitirdiğimde öğrendim ilk soygunu bu gece yapacağımızı. Kendimi pek iyi hissetmiyordum ama sevgili dostuma karşı gelemezdim. Adam benim için buralara kadar gelmişti. Daha doğrusu dediğim gibi, o an onun ünlü bir kum hırsızı olduğundan haberim yoktu.
Arabaya atlayıp yakınlardaki plajlardan birinde aldık soluğu. Nerede olduğumuzu söylemedi. Ay ışığının zayıf gölgeleri dışında her yer karanlık olduğu için hatırlamam da mümkün değildi. Torpido gözünden iki tane pet şişe çıkartıp birini bana uzattı. Kapağını açıp kokladım. İçi boştu. “Ne ara koydun bunları buraya?” dedim ama cevap vermedi. İş ciddiyetini takınmıştı belli ki. Likör gibi bu şişeler de aniden belirmişti arabada. Gizemli adamdı şu Alessio.
Ay denizin üzerinde sarı bir mehtap çiziyordu şimdi. Ayağımın altında ezilen kumu duyabiliyor, ama o dillere destan beyaz sahili net göremiyordum. “Ne yapıyoruz şimdi?” dedim şişeyi elimde çatırdatarak. Aniden yere eğilip “Şşşt!” yaptı işaret parmağı dudaklarında. “Sessiz ol!” Fısıltıyla ne kadar kızılabilirse öyle azarlamıştı beni. Çöktüm ben de yanına.
“Gece bekçileri olur buralarda,” diye açıkladı. “Bu adanın kumları kanunlarla korunuyor. Havluna yapışan kumları bile silkeletirler eğer görürlerse. Cezası da az buz değil. Sana pahalıya patlar. Neyse plan şu, denize en yakın yerden alacağız kumları. En güzeli en değerlisi orada olur.”
“Ne yapıyorlar ki çalınan kumlarla?”
“Bu bir zevk. Bir hatıra. Satanlar da var tabi ama işin aslı bu güzellikleri çalmanın heyecanında gizli.”
Daha önce havaalanında çalıntı kumlarla yakalanıp binlerce euro para cezası ödeyenlere dair haberleri okutmuştu yolda gelirken. Kafam iyi olduğu için pek de önemsememiştim ama şimdi yeni yeni işin ciddiyetine varıyordum belli ki. Sessizliği dinledik bir süre çökmüş vaziyette. Doğadaki vahşi hayvanlardan ölü taklidiyle kurtulmaya çalışan kampçılar gibi hissettim. Karnım guruldadı. Biraz da ağrıyordu şimdi. Yemek ve içkiler karışmıştı iyice. “Haydi!” diyerek yerinden fırladı Alessio. “Bekçiler geliyor!”
Uzakta yuvarlak bir fener ışığı sahili taraya taraya yaklaşıyordu. Azılı hırsız dostumun peşinden fırladım ben de. “Denize en yakın yerden almamız lazım kumları,” demişti. Herhalde suya doğru koşuyorduk şimdi. Bir an gözden kaybolmuştu ki aniden çıkageldi karanlığın içinden. “Tamam mısın?”
“Ne demek tamam mısın?”
Elindeki dolu şişeyi gösterdi. İçine dolan kumlarla sertleşmiş, nihai şeklini almıştı. Mavi lateks eldiven geçirmişti parmaklarına. Benim böyle hazırlıklarım yoktu. “Doldurmadın mı hala kumları?” diye azarladı tekrar. Sesimizin ayarı yoktu belli ki, fener birden bizim tarafa yöneldi. Sonra sarsıla sarsıla yaklaşmaya başladı. Koşarak üstümüze geliyordu kum bekçisi. “Haydi! Çabuk ol!” diye bağırıp arabaya koşmaya başladı Alessio. Elimdeki şişeye baktım. Kapağı açıp hemen yerden olabildiğince kumu sokmaya başladım içine. Bildiğimiz kumlardan iriydi taneleri. Karanlıkta görünmeseler de soğuklukları gıdıklıyordu avcumun içini. Şişenin yarısı dolmuştu ki bekçinin nefesini ensemde hissettim. Telaşla arkamı dönerken yanlışlık çarptım adama, anında yere kapaklandı. Kaçmak için iyi bir işaret olduğunu fark edip fırladım hemen. Yarım şişe kum ilk deneme için gayet iyiydi. Hem bir plaja daha gidecektik. Alessio arabayı çalıştırmış beni bekliyordu. Ön farlar sarı ışığını önündeki çalılara düşürürken arkadakiler de kızıl bir ışık serpiyordu kumların üzerine. Kapıyı açıp atladığım gibi bastı gaza. Kısa bir patinajdan sonra altımızdaki kumları fıskiye gibi fırlatarak uzaklaştık sahilden.
“Ne oldu orada?” diye sordu Alessio. “Yüzünü gördü mü?”
“Hiçbir şey görmedi sanırım. Yanlışlıkla çarptım adamın suratına.” Nefes nefeseydim.
“Bu kötü işte,” dedi Alessio direksiyona vurarak. “Daha hızlı olmalıydın.”
“Senin gibi usta değilim, kusura bakma,” dedim alınarak. O zaman hala aranan bir hırsızla aynı arabada olduğumdan haberim yoktu dediğim gibi. Yüzüme keskin bir bakış atıp sonra havayı ısıtmak için kahkaha atmıştı. Ben de gülmüştüm ama bir anlığına gözlerinde yolun yarısında kimsenin duymayacağı bir yerde beni infaz edebileceğine dair bir parıltı gördüm.
“Sonraki durak: Oristano!” dedi camı açıp bağırarak.
Haritadan bakabilirdim ama aklımda sadece uyumak vardı o an. Anladığım kadarıyla adayı tam ortasından delip en batısına gidecektik. “Oradaki parıltılı kumlara sevgilin bayılacak dostum,” dedi dizime vurarak. “Göreceksin.”
Güneş doğduğunda portatif sandalyelerimiz ve ortamızda yükselen mavi çizgili şemsiyemizle Is Arustas plajının minik çakılları andıran parlak kumlarının üstünde denizi izliyorduk. Akşamki koşturmacadan sonra biraz dinlenmek iyi gelmişti. Sandalye ve şemsiye de likör ve pet şişeler gibi birden çıkmıştı arabanın bagajında. “İçinde bırakmışlar,” diye açıklasa da artık ikna olmuyordum. Sadece başımı salladım.
Bir kilometre uzunluğundaki sahil göz aldığınca uzanıyordu. Yay şeklinde sıralanmış bembeyaz kumlar buz mavisi berrak denizle buluşuyordu. Pet şişenin içinde bir önceki geceden topladığım sarı kumlara baktığımda buradakilerin daha değerli olduğunu söyleyebilirdim. Plajda Algida şemsiyeli işe yaramaz işletmelerden yoktu ama gün aydınlandıkça kalabalıklaşmaya başlamıştı. Alessio biraz daha beklememiz gerektiğini söylüyordu. Biraz güneş görmeliydi kumlar. İçlerindeki mineraller canlansın, elmas gibi parlasın istiyordu. Bana kalırsa cahilliğimi sömürüyordu bu laflarıyla ama İtalyanlarla tartışmamak gerektiğini çok önceleri, uzun bir pasaport sırasında öğrenmiştim. O nedenle ne derse kayıtsız şartsız inanmayı huy edinmiştim.
“Alıp gidelim mi artık?” dedim yeterli sürenin geçtiğini düşünerek.
“Her taraf insan dolu. Ayrıca bak şu gördüklerin de sahil bekçileri. Bir de bunların gizli olanları var.” Etrafımızda havlusunu sermiş güneşlenen insanları gösterdi. “Şu adam sivil mesela.” Slip mayolu göbeği kıllı adama baktım. Gayet masum duruyordu. Ayrıca istese de bizi yakalayamazmış gibi geldi. “Kimseye güvenme burada.”
Sana güvendik ama Alessio. O ne olacak?
Ben bunları düşünürken yerinden kalkıp havlusunu kuma serdi. Sırtını yağlamamı istedi sonra. “Kesinlikle hayır!” dememe rağmen ısrar etti. “Oyunbozanlık etme! Bir bildiğim var.” Dedim ya, söz konusu İtalyanlar olunca bir yere kadar karşı koyabiliyordum. Yağladım bir güzel sırtını. Kürek kemiklerini ovdum, kulunçları ezdim, enseyi sıvazladım. İşim bittiğinde uzandı yüzüstü havlunun üstüne. Çenesi birleştirdiği ellerinin üzerinde, sırtı tamamen güneşe dönük. Ben de bir kitap açtım. ‘Yaz tatilinde okunması gereken 12 kitap’ başlıklı haberden gördüğüm bir roman. Yedi sayfayı devirmiştim ki Alessio kalktı birden. “Başlıyor muyuz?” dedim ona dönüp. Cevap vermedi. Veremedi demek daha doğru olur. Yanakları şişikti. “İyi misin?” dedim. Yine ses yok. Ağzını açmadan uğultuyla çantamı işaret etti. Pet şişesini istiyordu. Mavi plastik kapağı açıp uzattım. Boş şişeyi buz gibi bir suyu kafasına diker gibi dikti. Kafasını geri eğdiğinde ağzından kumlar dökülmeye başladı. Berbat bir görüntüydü. Yerdeyken kumları ağzına doldurmuş, şimdi su içer gibi şişeye boşaltıyordu. Midem kalktı, ama belli etmedim. “Sıra sende,” dedi bana pişmiş pişmiş gülerek.
Kabul etmedim. İtaat etmek de bir yere kadardı. Avcuma doldurduğum gibi attım şişemin içine kumları. Sarı ve beyaz kum üst üste geldi. “Bak,” dedim. “Bu kadar basit. Niye uğraştın o kadar?” Onaylamaz bir halde kafasını salladı. “Öğrenmen gereken çok şey var. Öğütlerimi küçümseme.”
Akşamüstü varmıştık Cagliari Elmas Havaalanı’na. Sevgilimi görüntülü arayıp ona çok güzel sürprizlerim olduğunu söyledim. Merak ediyordu ama ser verip sır vermezdim ben. İşin kolay kısmı bitmiş, asıl zor tehlikeli bölüme geçiyorduk şimdi. Çantamızda pet şişelerimizle geçmemize imkan yoktu havaalanından. Kontrol sırasına girmeden önce kenara çektim Alessio’yu. “Ne yapıyoruz?” dedim gözlerimle görevlileri keserken.
“Sakin ol, dikkat çekiyorsun!” diye uyardı yine. Sakız çiğniyordu gevşek gevşek. “Kumları pantolon ceplerine doldur yeter. Başka bir şeye gerek yok.”
Bu muydu yani? Hani, basit düşünmemeye noldu?
“Ötmesinler,” dedim kaşlarımı şüpheyle çatarak.
“Hiç bir şey olmaz. Bak!” Cebinden bir kaç kum tanesi çıkarıp gösterdi. “Ben doldurdum dün akşam.” Hemen kapattım avucunu “Ne yapıyorsun! Görecekler,” diyerek.
“Rahat ol,” dedi. “İlk defa yapmıyorum bunu. Heyecandan bu cümlenin gelebileceği anlamları hiç düşünmemiştim. Kendisi ünlü bir kum hırsızıymış meğer, söylemiş miydim?
Alessio önümden ilerledi. Çantası ve bel çantası x-ray’den başarıyla geçerken kendi de dedektörden geçti gitti. Güvenlik görevlisine başıyla selam verdikten sonra çantasını alıp hızla uzaklaştı. Peşinden ben de iki dedektörün arasından geçtim. Tuttuğum nefesi bırakıyordum ki cihaz vıyaklayarak öttü. Sanki canını almıştık! Başımdan ayaklarıma doğru bir küp buzun kaydığını hissettim.
Hemen sağa geçmemi istedi uzun boylu bir adam. Tüm gözler bana dönmüştü. Alessio’yu aradım ama çoktan topuklamıştı. Çaresizce anlamaya çalıştım ama görevli sert bir hareketle olduğum yerde durmam gerektiğini söyledi. Durdum öylece. Celladını bekleyen mahkum gibi. Ağlayarak itiraf etmek ile sonuna kadar inkar etmek arasında gidip geldim. Üstümü aramaya başlamasıyla kumları bulması arasında yaklaşık üç saniye geçti sadece. Hiç o kadar utandığımı hatırlamıyorum. Kumları gördüğü gibi bileklerimden kavrayıp çekti beni kenara. “Benimle gel!” dedi kontrol noktasının arkasındaki kapıyı göstererek. Göz göre göre yakalanmıştım ve Alessio da kayıplara karışmıştı. Çok sonraları onun hakkında öğreneceğim bir şey daha vardı. Hayır, aranan bir kum hırsızı olması değil. Eskiden havaalanında güvenlik görevlisi olarak çalışıyordu. Bağlantıları o kadar güçlüydü ki, her kontrol noktasında bir tanıdığı vardı. Belki de benden çıkan kumları da aralarında bölüşmek için uğrardı daha sonra.
İstanbul’a döndüğümde sevgilimle ayrıldık. Hikayeme inanmamış, “hayatında gördüğü en düzenbaz insan” olarak damgalamıştı beni. Üstüne bir de 1000 Euro’luk ceza makbuzunu gösterdiğimde kendisinden para koparmaya çalışmakla suçlamıştı. “Beni hiç sevmemişsin,” dedi kapıdan çıkarken. “Sevsen, bu oyunlara girişmezdin hiç.” Belki de haklıydı. Birbirimiz için yaratılmamıştık. Bu kaybettiğim dördüncü sevgilimdi ve sanırım sorun bende değil onlardaydı.
Cem Uludağ kimdir:
1991 Bursa doğumlu. Bursa Anadolu Lisesi’nden mezun olduktan sonra lisans öğrenimini Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği bölümünde tamamladı. Okulda aldığı Yazarlık Teknikleri dersinde çeşitli öyküler yazdı, yine aynı dönemlerde Yekta Kopan’ın yazarlık atölyesinden sertifika aldı. İlk öyküsü Öykü Gazetesi Ocak 2018 sayısında yayınlandı. Bir öyküsü 2018 Nilüfer Belediyesi Sevgi Soysal Öykü Yarışması öykü seçkisinde yer aldı.
edebiyathaber.net (29 Kasım 2018)