Öykü: Şeker Henry, uçtu uçtu | Başak Canda

Temmuz 9, 2024

Öykü: Şeker Henry, uçtu uçtu | Başak Canda

“Şeker Henry 41 yaşında, bekâr ve zengin bir adamdı.”

Ona özel bir sunumun içerisinde buldu kendini. Anlatıcı ona dönmüş, gözlerinin içine bakarak konuşuyor. Şeker Henry diye bir karakterin özelliklerini bir bir sıralıyor. Yazılarını yazdığı kulübeden sesleniyor. Gayet sakin. Anlatımı dik. Renkler soluk. Önünde yazı masası. Ekrana dönük olan yüzü onun gözlerini esir alıyor bir anda. Âna kilitleniyor o da. Anlatıcı masasından kalkıyor, yürüyor ve kapıya yöneliyor. Kapı yüzüne doğru açılıyor. Geriliyor. Anlatıcı kapının ona taraf olan kısmından görülüyor bu kez. Renkler canlanıyor. Anlatımına devam ediyor. Paranın Henry’i nasıl doyumsuz biri yaptığından bahsediyor. Konuşmasını yakalamakta zorlanıyor. Kapının yanındaki duvara yaslanan adam aniden asansör sesine benzeyen gürültü eşliğinde ekranla aşağıya doğru kayıyor. Sonra yana. Stüdyo içinde mekânlar yaratılmış. Bir yerden bir yere kaydırılan tablolar geçiyor. Dekor değişiyor. Hikâyeler iç içe. Hikâyedeki karakterlerin dünyası yerine ona sunulmuş bir oyunun içinde gibi yaşıyor. Hızlı anlatımdan konuyu yakalamış değil. İmgeler arasında kalmış. Oradan oraya sürükleniyor değişen görüntüler eşliğinde. Tam anlamasa da konuyu, seyir keyfini seviyor. Gözünü bile kaçıramıyor, kaçırsa zaten filmin ucunu yakalayabilene aşkolsun. Film olamaz, canlandırma bu, diyor. Beyni uyanma komutu veriyor. Gözünü açtığında “Roald Dahl, Şeker Henry’nin İnanılmaz Öyküsü’nü  Buckinghamshire, Great Missenden’daki evi Gipsy House’ta bulunan yazar kulübesinde Şubat ve Aralık 1976 arasında yazmıştır.” yazısını görüyor. Filmin sonu. Şaşırıyor. Uyumuş muydu? Uyuduysa hangi ara filmi yeniden izledi. Gözlerini açmaya çalışırken bir taraftan olup biteni düşünmeye başlıyor. Üstünde uykunun verdiği mayışıklık. Bu saatte hayatta uyumazdı. Günün en hareketli saatleri. Hem ekranı da yok. Filmi izlerken niye uyuyakalsın.

Tezgâhının başında oturduğu yerde kalakalmış. Öylece uyumuştu oysa. İzledikleri, olup biten her şey bir canlandırma mı? Ama bedeni ona gerekeni söylüyor. Kafası kazan gibi. Kirpiklerinin batmasından gözünü yarı açabilmiş. Anlamaya çalışıyor. Kollarını bağdaştırdığı önündeki tezgâhtan başını yarı kaldırıyor.  Kolları uyuşmuş. Yüzündeki çiziklerden haberi yok. Gördüğü film, rüya mı? Aynı filmi dün gece izlemişti. Neler geçtiğini düşünüyor. Yaşananları kafasında kurmaya çalışıyor. Saatine bakıyor, tam 40 dakika geçmiş. Anlıyor. Dün gece de filmi izlerken film mi, deneysel anlatı mı, öykü anlatımı mı, niye bu kadar kısa, niye bu kadar hızlı, şaşırmıştı zaten. Boşluklar dolmaya başlıyor.

Bir haftadır farklı bir yorgunluk hissediyordu. Ama dünden beri yaşadıkları bu yorgunluğa on çekerdi. Kafasındaki her şey bir kurgunun içinde gibi yaşanıyordu. Diledikleri çok uzağa gitmiş ama bir o kadar da yakınındaymış. Rüyanın içinde gibi. Elini uzatsa sahip olacak. Ama uzatamıyor. Gidecek olanlar çoktan gitmiş, bir tek o kalmış gibi. Nefes aldıkça rahatlayan ciğerler onda yaraya dönüşüyor. Delikler büyüdükçe büyüyor. Nefes almakta zorlanıyor. Talihi bir türlü yaver gitmiyor. İyileşemiyor. Hep bitkin. Yorgunluk sarmış. Kolunu kaldıracak mecali yok. Kaderim deyip pes etmek ona göre değil. İçinde konuşan bir çocuk var hep. Onla yarışıyor. Ona sarılıyor. Ondan medet umuyor. Mutluluğu bu. Tezcanlılığı, yorgunluğu da.

40 dakika önce günün yorgunluğuna yenik düşmüştü tezgâhının başında. Dar bir geçidi andıran iki sokak arasında kurduğu işporta tezgâhı. Film bitmiş, zar zor kendine gelmişti. Ayağa kalktı, gerindi. Hava karardı kararacak. Günün kasvetli griliği yerini karanlığa bırakacak. Yağmur da yağmadı gitti. İşten çıkan işgüzâr memurlar, enerjileri tükenmiş işçiler, okulun donuklaştırdığı öğrenciler birazdan sökün edecekti dar sokaktan. Kimi akşam pazarından ucuz meyve-sebze almaya, kimi otobüs duraklarına koşacaktı. Sokağın tek tük geçenleri dışında bir savaş meydanına dönüşünü o da oturduğu yerden izleyecekti her zamanki gibi. Saati kendinden ayarlı bilişler onun işini de kolaylaştırıyordu. Hayatının rutinlerini seviyordu. Önünde akıp giden kalabalığın içinde bulurdu kendini günün bu saatlerinde. Onlardan biri olurdu. Yetişmeye çalıştığı otobüs. Çarpmamaya çalıştığı kalabalığın içindeki yaşlı kadın. Kulaklarını korumaya çalıştığı seyyar satıcının sesi. Önünden geçtiği restaurantın yemek kokusu. Hayatın günlük akışı. Yıkıntılar arasında sağ kalmanın sarsak yürüyüşü. Kafilenin en sonunda, yetişti yetişecek hareketliliği. Ama yetişemediği…

Sabahın ilk ışığıyla tezgâhını açar. Sokak lambalarının loş ışığı düşene kadar kalır. Müşterisinin saatlerini bilirdi. Zamanının neredeyse hepsini, sokağı bir gölge gibi bir uçtan bir uca voltalayarak geçirirdi. Tezgâhının bulunduğu sokak, karşısındaki denizi bir cetvelle çizer gibi göz mesafesinin dışına çıkarmazdı. Birkaç adım atsa denizin uçsuz bucaksızlığında kaybolacaktı. Ama bu hiç olmadı. Onun yaşam alanı bulunduğu ara sokakla sınırlıydı. Çizgilerini kendi belirlemişti. Beyninin içindekiler kadar bir yaşam. Taşamadığı. Gözünün uzağından gelip geçen vapurlar, bulutların gölgesi gibi görünürdü. Kuğuya benzetirdi. Bacaları; kanatları olurdu. Dumanı olursa uçuyor sandığı. Havanın boşluğuna yayılan renge kederle bakardı. Gri, grimsi. Bu sür git geçişler çocukluğundan kalma tekrar oyunlarını düşürürdü aklına. Bir acı kaplardı içini. Bıkmadan, sıkılmadan hergün aynı oyunlar ve oyunun içinde tekrarlananlar.

Çok kazandığı bir iş olmasa da ailesi onun eline bakıyordu. Yaşlı anne, baba ve engelli bir kardeş. Evin işleri de ablası evlendiğinden beri ona kalmıştı. Annesi bir adım atıncaya kadar o bulaşıkları yıkıyor, evi süpürüyor, kardeşinin bakımını yapmış oluyordu. Öğle arasında gelip yemeklerini yediriyor, akşam da ertesi günün hazırlıklarını yapıyordu. Yakınan yine annesi oluyordu. Kimse bize bakmıyor, demesine artık aldırış etmemeyi öğrenmişti. İçerlemiyordu. Annesinin göreceği yoktu nasıl olsa. Ev kirası, ihtiyaçlar, doktor giderleri bulunmaz bir nimete çeviriyordu hiçbir güvencesi olmayan işini. Daha çok kazanacağı ek işler çıktığında tezgâhını kapatıp gittiği de olurdu. Tüm sıkıntılar içinde hayata katlanmanın bir yolunu da bulmuştu. Her şeyle dalga geçmek. Bazen kızan olurdu, dalga geçecek beni mi buldun, derler, bazen de güler geçerlerdi. Her şey bir mavra konusuydu onun için. Yaşam karşısındaki enerjisinin zirve yaptığı bir meditasyonun ortasındaymış gibi yaşanırdı her şey. Olmaza müdanasız kalmak.

Uyumadan önce tezgâhın önündeki büyük mazgal tıkanmıştı. Açmak için girmiş, çizmeleri pasa, çamura bulanmıştı. Çıkardığı çizmelerini tezgâhın yanına bırakmıştı. Sattığı binbir çeşit üründen biri olan çakma adidaslarını giyip başını kollarına arasına almıştı. Uyandığında film şeridinden akanları düşündü. Duvara yaslandı. Sigarasını yaktı. Dumanına efkârını bıraktı. Beraber havaya karışmasını izledi. Çektiği her fırt ciğerlerine nefes olup dumanı salıyordu dudaklarından. Sigarasını dibine kadar somurduktan sonra yüzünde bir mutluluk hâlesi oluştu. Yorgunluğunu atmıştı. Gözünün dalıp gittiği vapurları görme mesafesinde ona doğru yaklaşan bir kadın gördü. Önünden geçip otobüs durağına gideceğini düşündü. Ancak kadın tam karşısında dikildi. Gözleri tezgâhın yanındaki çizmelerde.

“Oğlum bu çizmeler niye boş? Nerede bunların sahibi?”

Kadın, gözlerinin içine bakarak soruyordu. Dik ve seri. Bunu da mı kafamda kurdum, diye düşünmesine zaman bırakmadan kendine, tüm ciddiyetiyle konuşmaya başladı. İçten içe gülümsüyordu.

“Fırtına çıktı teyze az önce. Uçtu adam.”

 “Vah zavallı! Duvarlara çarpmasa bari.”

 “Yok yok, rüzgâr kuvvetliydi. Anında aldı götürdü.”

 “Çok mu uzağa götürdü? Dönemez mi?”

 “Mümkün değil, aha şu denize kadar aldı götürdü.”

 “Çok yazık olmuş adamcağıza. Çocukluğumda rüzgâr kurbağaları uçururdu. Demek artık insan da uçuruyor.”

 “Hep küresel ısınmadan teyze. İklimler değişti ya… İlahların bir hükmü kalmadı.”

Kadın yarısı çürümeye yüz tutmuş akşam pazarından ucuza alındığı belli içi portakal dolu poşetlerini ayağının dibine indirdi. İki elini beline koyup yüzünü süzmeye başladı.

Kadın benle alay mı ediyor acaba, yoksa inanacak kadar saf mı, diye düşündü önce. Sonra niye inanmasın? Yaşadığım şu hayat. Çizmeden uçan adamdan daha mı kabul edilebilir, diye kendi hâline yakınırken kadının ciddileşen sesiyle irkildi. Dün gece izlediği filmin dik anlatımlarının içinde olduğunu düşündü. Anlatıcının gözlerinin içine baktığı. Daha 40 dakika önce izlediği belki de.

“Sen bana baksana delikanlı. Annen yaşındaki kadınla alay etmeye utanmıyor musun? Eğlenecek başka birini bulamadın mı?”

Yok olur mu teyze. Niye dalga geçeyim, demesine kalmadı. İnce kuru parmaklarını birleştirmiş kadının elini havada gördü. O el, yüzüne indi mi yoksa her şey düşündüğü gibi mi yaşanıyordu? Bunu da mı o kurmuştu? Olanlar olması gerektiği gibi miydi? Yüzünde bir yanma ile gözleri açıldı. Filmin bir sahnesi galiba, dedi.

Yaşlı kadının tokadı, onu 17 yıl öncesine götürdü. Biri on dört yaşında, diğer üçü daha küçük dört çocuk, bir ağaç altında çimene çömelmiş, daire kurmuşlar. Büyük olan ebe. İşaret parmağını dairenin merkezine yerleştiriyor. Diğerleri de işaret parmaklarını onun parmağının yanına. Uçtu uçtu oynuyorlar. Ebe olmadık söz oyunları, kelime benzeştirmeleriyle diğerlerini şaşırtıp, parmakla ‘uçtu’ onayı vermelerini bekliyor. Seri şekilde sayıyor. Uçtu uçtu kuş uçtu… Parmaklar havada. Karga uçtu… Tekrar havada. Kaz uçtu, derken hızla “Gaz uçtu!” dediğinde şaşıran iki çocuk oyunla karışık akran zorbalığının kurbanı oluyor. Her yanlış parmak kaldırmada veya kaldırmamada bir tokat. O bir yandan oyuna kabul edilmenin sevincini, diğer yandan ya yanlış yapınca yiyeceği tokadın kıracağı onurunu düşünüyor. Pür dikkat. Ebe aynı hızla devam ediyor. Uçtu uçtu, çuval uçtu. Onun parmağı tek başına havada. “Çuval uçar mı lan?” Ebenin eli havada gergin, hazır vaziyette. El inmeden “Rüzgâr varsa uçar,” deyip savuşturuyor zekâsıyla tokadı. Uçtu uçtu çulluk uçtu. Parmaklar havada. Uçtu uçtu ç… sesini duyduğu anda heyecanlanıp kaldırıyor parmağını. Ürkek bir serçe gibi havada asılı kalıyor minik parmağı. Çizme sözünü duyduğunda artık çok geç. Parmağını ne tekrar indirebiliyor ne de kaldırabiliyor. Yaklaşan tokadın ürküntüsüyle uyanıyor. Ralph Fiennes’in canlandırdığı Roald Dahl, o tekinsiz, okurda bağımlılık yaratan bir tat bırakan öykülerini yazmak için otuz yıldır oturduğu sandalyesindedir. Sigarasını alır, kahvesini, çikolatasını da. Silgi artıklarıyla dolu önündeki yazı tahtasını temizlerken ki rahatlığı yansır ekrandan izleyene. Ama o artık biliyor birazdan dekor değişecek ve hızlı anlatım başlayacak. Benedict Henry, Gözlerini Kullanmadan Gören Adam’ı anlatacak.

İlk tokadı yediği günden beri olmayacak şeyleri uçurtup kırılan gururunu tamir etmeye çalıştı hep. Bazen çizmeleri uçurur. Bazen çizmeden çıkan insanları. Ama gözlerini kullanmadan görmek aklına gelmemişti. Tezgâhın önündeki yaşlı kadın gerçekten tokat atmış mıydı? Oyunda yediği tokadı hâlâ hisseder ya gururunun kırılmasından. Ama kadının tokadı. Umursamadı. Gurur bir film sahnesi konusuydu belki onun için artık. Oyunun içinde kırılıp düzelttiği. Filmin hızı ile bir öykünün okunma hızını düşündü. Bir de yaşlı anasını. Bir daha eve uğramayan ablasını. Dalgınlığını kadının çizmeye savurduğu tekmenin sesi bozdu. Kadın ayağının dibine bıraktığı poşetleri aldı homurdanarak. Onda çıt yok. Hırsını çıkaramamıştı kadın. Aklına gelen küfürleri dize dize otobüs durağına doğru koşmaya başladı. Kadının hızla uzaklaşan görüntüsü görme mesafesinden çıktığında “Uçtu uçtu, kadın u…” diyecekken vazgeçti. “Yok ya dekor değişti.”

Not: Boldlar, yönetmenliğini Wes Anderson’un yaptığı Şeker Henry’nin İnanılmaz Öyküsü adlı filmden alıntıdır.

edebiyathaber.net (9 Temmuz 2024)

Yorum yapın