Bir yarısı sıcacık yatağında kalırken, diğer yarısı isteksiz adımlarla yolun karşısına geçiyordu Kahveci Arif’in, yalpalıyordu. Sabahın köründe zırt pırt edilen sinir bozucu telefonlara dayanamayıp kahveye gelmişti. Kahvenin önündeki kalabalığı görünce afalladı. Birbirine karışan serzenişlerden, homurtulardan sıyrılmayı başarıp anahtarı kilidin içinde döndürdü. Şehrin ve komşu şehirlerin tespih satıcıları heyecanla yerlerine yerleştiler. Ceplerden, poşetlerden, çantalardan çeşit çeşit, renk renk tespihler masaların üzerine sıralanmaya başlandı: Kehribarlar, Oltu taşı tespihler, kukalar, gümüş tespihler, fildişi tespihler, sedef olanları, akikler… İncitmekten korkarcasına yavaşça çıkarıyorlardı, güzelce okşayıp temizledikten sonra usulca diziyorlardı. Yan yana dizilen rengârenk tespihlerin yanına yüzük, çakı ve çakmaklar da sıralanırdı. Aşkla bağlı oldukları her hâllerinden belliydi. Her biri birbirinden pahalı olan tespihlerin çalınmaması için gözlerini dört açarlardı. Ellerinde ya da müşterilerin ellerinde bir zarar görmemeleri için olağanüstü bir ihtimam gösterirlerdi. Sabahtan akşama kadar bu kahvede oturulur, tespih satılır, tespih alınır ve tespih konuşulurdu. Kimse bir an olsun gözlerini tespihlerinden ayırıp gün boyu açık olan televizyona bile bakmazdı. Tespihlerin dizme töreni bittikten sonra günün ilk çayı söylendi.
Tespih satıcıları sigara üstüne sigara, çay üstüne çay, kahve üstüne kahve içiyorlardı. Çaylara şeker niyetine bir çift tespih şıkırtısı atılıyordu her vakit. Bir önceki günün yorgunluğunu arkasında bırakan güneş, ışıl ışıl parlıyordu. Baharın ilk günleri gürültülü ve heyecanlı başlamıştı. Çarşının ortasına kamyonlar dolusu insan boşaltılmış gibiydi. Esnafın tok sesleri yükseliyordu çarşının üzerinde. Hem sabah güneşini tatmak hem de müşterileri çekmek için kahvenin önüne çıkardılar masalarını. Müşteriler gelmeye başladılar azar azar. Gelenlerin çoğu tespihlerin pahalılığından dert yanıp elleri boş çıkıyorlardı. Kimilerinin de avuçlarında sımsıkı tuttukları tespihlerin sıcaklığı yüzlerine yayılıyordu.
Sekiz köşeli kasketi ve bembeyaz saçları ile tespihlerin üzerine eğilen Ali Dayı, önüne konulan çayı görünce doğruldu. Şekeri ağzında kalan son dişleri ile ikiye ayırdı, damağı ile dili arasında sıkıştırdı, ardından dumanı üstünde çayın ilk yudumunu şekerle buluşturdu. Çayı emen şeker mutluluktan bin parçaya ayrıldı, tatlanan boğazdan usulca kayıp karanlığa doğru aktı. Çayın bu vazgeçemediği şöleninde kendini kaybeden Ali Dayı, başında bekleyen genç adamı fark edemedi. Genç adam, hafifçe öksürdü. Hayırlı işler, dedi gülümsemeye çalışarak. Kendine gelince tabure çekti genç adama. Genç, heyecanla cebinden bir tespih çıkardı, imamesi kopmuştu. Ali Dayı, tespihi elinde evirip çevirdikten sonra poşetten imame çeşitleri çıkardı, önüne dizdi adamın. İçlerinden birini seçti fazla düşünmeden, aldı, avucuna koydu Ali Dayı’nın. İmameyi anında takmış, işini yapmanın verdiği gururla gülümsüyordu Ali Dayı. Genç adam, parasını ödeyip dışarı çıktı. Kahveyi gören köşe başında durdu, oradan öylece kahveye bakıyordu, hatta gözüne kestirdiği Ali Dayı’ya bakıyordu. Bu adamı daha önce buralarda görmediğimi fark ettim, işkillendim. Ayaklanıp adama doğru gitsem mi, diye düşünürken yanıldığıma kanaat getirdim nedense. Hem adam da kaybolmuştu ortalıktan. Oturdum yerime, akşama ığıl ığıl akan güneşi izledim.
Kahvedekilere sorsan, zaman, akşama varmak için dörtnala giden bir ata biniyor, gece olunca da attan inip yavaş yavaş devam ediyor yoluna, derlerdi. Yorgunluk ve karanlık üzerlerine sinmeye başlıyordu, geceyi hiç sevmezlerdi. Eve gitme zamanları gelince oflayıp puflayarak tezgâhlarını topladılar. Kimisinin yüzü gülüyordu, kimisinin de yüzü asıktı. Son çaylarının dibindeki son yudumlarını içtikten sonra istemeye istemeye şehrin dört bir yanına dağıldılar. Her yerinden yorgunluk akan Kahveci Arif, masaları ve tabureleri topluyordu. Ortalığı da üstünkörü süpürüp geçti. Demliklerin dibinde kalan zift gibi çayı da çöpe boca etti. Çay ve izmarit kokusu ile ayakta kalan kahvenin de dinlenme vakti gelmişti. Her zaman en sona kalan Ali Dayı, tespihlerini nazikçe poşetine yerleştiriyordu. O da mütebbessim bir yüzle çıktıktan sonra Kahveci Arif de kepengi kapatıp uykulu gözlerle sıcak yatağına koştu.
Tek başıma, müdavimi olduğum bu yaşlı, tespih sesleri ile yıkanmış köhne kahvenin önünde duruyordum. Gün boyu seslerini duyduğum tespihlerin şıkırtıları yankılanıyordu kulaklarımda. Derin bir sessizlik damlıyordu çarşıya. Gökyüzü yağmur kokuyordu. Tam arkamı dönüp gidecekken ağır ağır giden Ali Dayı’nın peşinden bir karaltının gittiğini gördüm, telaşlıydı adımları. Görmemle duyduğum işkillenme gelip yapıştı yakama tekrar. Ayaklarıma hâkim olamayıp peşlerinden gittim ben de. İkide bir etrafını kolaçan ediyordu adam. Beni görmesine rağmen herhangi bir şey yapmamasına şaşırdım. Tenha bir sokağa giriyorduk, sokağın lambaları olacakları kolaylaştırıyordu, zifiri karanlıktı. Sağanak bir yağmur çatıları dövmeye başladı. Adam kapüşonunu kafasına geçirip hiç beklemediğim bir anda Ali Dayı’ya yaklaştı, cebinden çıkardığı soğuk metali karnına sapladı. Kısa bir inleme yükseldi, ne yapacağımı şaşırdım, donakaldım. Adam, yaşlı elden zorla çektiği poşeti kaptığı gibi koşmaya başladı. Hemen arkasından ben de koşmaya başladım, ardından acı acı bağırıyordum. Adam yer yarıldı da içine girdi sanki. Yağmur damlalarına tutunup kulaklarıma kadar ulaşan bir tespih şıkırtısı duyuyordum sadece. Adamı bırakıp Ali Dayı’ya koştum hemen. Gözlerinin feri çoktan sönmüştü, yağmur cansız bedenini acımadan dövüyordu. Bedeninden ince ince akan kan önce yağmura, sonra gecenin ıslak karanlığına karışıyordu. Ali Dayı için yapabileceğim hiçbir şey yoktu, yanı başına çömeldim esefle. Kafamı ön ayaklarımın üzerine koydum, yüreğim acı içinde kıvranıyordu. Yüzüme sertçe çarpan yağmura aldırmadan kafamı yukarı kaldırdım. Dişlerimi yağmura, sessizliğe ve karanlığa geçirip uzun uzun uludum.
edebiyathaber.net ( 5 Ocak 2022)