Sabah uyandığımızda orta direği devriliyor çadırın. Sarıya çalan çadır. Yan yana uyuduğumuz birkaç metrekarede bile aramıza girecek bir şeyler oluyor. Fermuarı çekip kafamı uzatıyorum. Kar yağmış. Beyaz bir ışıma. Uzun bir göz kapama ihtiyacı. Yeniden yumuyorum gözlerimi. Bir yanda korku. Çevremizde biriken kütlelerin ortasında, kaç saattir orada olduğumuzu bilmeden. Bir yanda annem, ölü gibi. Uzunca uzanmış. Belki de uzam. Annem, bu dünyada hüzünlü bir uzammış.
Tehlikeli bir sözcük geçiyor aklımdan. Annemin yanında abim. Uzalı o da. Ağzından dumanlar yükseliyor. Hırıltılı. “Horlamam ben.” diyor. Derin bir nefesle öğütüyorum bu sesi. Buğulanıyoruz. Yan yana. İç geçiriyorum bir yandan da. Kız kardeşimin doğumunu ansıyorum çadırın içinde. Eğreti bir alışkanlık gibi hayat kadrajındayız. Bunu düşünmek, babamın beyazlayan saçlarını görmekten daha başka, daha ağır. Koşup gidecek bir odam olsun istiyorum. Unutmak formülüm bu. Veya ertelemek. Başka yapacak şey gelmiyor aklıma. Çaresizleştiriyor ölüm bahsi. Garip.
Çadıra birkaç gece öncesinde yerleştiğimiz geliyor aklıma. Eşyaları babamla bir bir taşımış, çadırı kurmuştuk. Çadırın saplarını uzatmıştım ben, birer birer. Babam, elimden aldığı sapları tutturmuştu birbirine. Köşeliler. Bezler. Plastikler. Demirler. Birbirinden farklı parçaları bir araya getirme ustası: babam. Tedirgin ama. Başarmaya alışkın bir adam gözümde. Yarı köylü. Devlet memuru bir de. Yarı şehirli. Çalışmaktan vakit buldukça atıyor kendini başka yerlere. Yine çalışmak için. Büsbütün ve garip bir adam.
“Bu, nerenin?” diyor babam. Elinde plastik bir parça. “Ortanın herhalde…” diyorum. Susuyor. Bağlantı noktalarına geldikçe geriliyor yüzü. Ciddileşiyor. Asabi bir adam. Acıktığında çekilmiyor. Düşünüyorum, sırf acıkınca da değil aslında. Yani sanırım. “Bir gün ölsem…” diyor bana, durduk yere. Gözlerim doluyor. “Yok,” diyorum “daha değil.”
Baş başa kaldığımızda konuşacak bir şeyler aramanın telaşına düşüyorum. O daha rahat, bana göre. Sussak da fark etmezmiş gibi davranıyor. Bense tahammülsüzüm. İlla bir şey olmalı gibi. Vakti değerlendirmekten de değil üstelik. Sanki hep beraber olacakmışız gibi geliyor. Ortak bir nokta geliyor aklıma, dakikalar sonra: peygamberler tarihi. Ayetler yuvarlıyor diliyle babam. Ağız dolusu okuyor bir şeyleri. Tecvitli. Aksanı gülüncüme gidiyor. Sesler fısır fısır. Sıkıyorum kendimi. Kaskatı. “İyiymişim de namazlarımı aksatmasaymışım…” diyor ansızın. Sert ama kabul edici bir tonda. Nasihatler sıralıyor. Ardı arkası kesilmeyen söz öbekleri çarparken yüzüme, bir şey desem de yarım kalacak gibi geliyor. Beni, hayata hazırladığını sanıyor. Bozuntuya vermiyorum.
Haberler dinlerkenki hali beliriyor gözümün önümde. İçerimde bir yangı. İsimsiz bir şey. Kaçıncı kuşak olduğunu bilmediğimiz bir zelzele sınırında olduğumuzu söyleyen muhabire cık cıklayan birine dönüşüveriyor. Kulak ardı ediyorum. Öteki şeyler gibi. Belki de önemsiz şeyleri önemli göstermekte hünerliydi babam. Cık cıklayışı bu yüzdendi.
Sarsıntılar başlıyor. Haklı birine dönüşüyor babam. Asabi. Ciddi. Haklı. Haklı. Haklı.
Yüzünde gergin bir kabul. Doğrusun, diyecek birilerine böyle zamanlarda ihtiyaç duyuyormuş insan. Doğrusun baba.
Sessizce çıkmıştık evden. Küçük sallantılar başlar başlamaz. Ardına artçılar. Üst üste. Üst komşunun beyaz Toros arabasına doluşmuştuk. Çocuklar olarak. Büyükler dışarıda. Kar yağmaya başlayacağını o zaman hissettirmişti. Öpelenerek. Ufak ufak.
Arkamızda tarla. Bucaklı. Sapsarı gülümsemişti. Güneşe gözdağı vermişti hava. Issız. Soğuk. Kasıntı.
Uykudan uyanımıştık. Öylece. Benzer anlar. Koşarak kapıya çıkmıştık. Bina önü. Mahşeri gibi. Görmediğimiz bir yere dair ilk öngörümüz. Mahşer yani. Belki sıra vardır. Uzun. Akıntı hem. Neyse ki sağlamız, uykulu olsak da. Babam sonradan gelmişti, ellerine aldığı montlarla. Babam hep sonradan gelmiş gibi.
“Sofrayı toparlayıp sigortayı kapattım.” demişti. Gülüncüme gitmişti bu. Soğukkanlı bir şeye dönüşmek, en büyük isteğim. Ona benzemek belki de. Üst geçitten bile geçemeyen biri olarak nasıl olacaksa bu…
Garip bir ürküntü dolanmıştı içimde. Derin bir nefes almıştım. Göğe doğru bırakınca beyazlaşmıştı nefesim. Boğuk bir balgam, gırtlağımda. Doygun. Hissetmiştim. Kara bir hava vardı ve uçabilmeyi çok istiyordum.
Gecenin ilerleyen saatinde Toros’tan çıkıp da çadırın içine girmiştik. Dönüşerek beklemiştik. Çadır ufacık. Yine de kıvrılmıştık, katlayarak ayaklarımızı. Yakınmaları es geçmemiş, yine söylenmişti annem. Bir şey yapamamanın tarihi gibi düşünmüştü babam. Anneme kalsa bir şeye yaramamanın talihi o. Sırasıyla uyuyormuşuz gibi gelmişti. Sarı çadırda.
Sabaha doğru çatırtı seslerine uyanıyoruz. Devrilen metal. Plastik miydi yoksa? Yanlış mı bağladı acaba babam? Uyanıyoruz. Sabahına. Dışarıda kar. İnce ince yağmaya devam ediyor. Ardımda bir yaşantı. Her şeye alışmak zorunda olmanın ağırlığını duyumsuyorum. Toparlayıp gidiyoruz. Oradan. O tarladan. Karın ortasından. Kurtulabilecekmişiz gibi geliyor. Mümkünmüş gibi.
Hepimizde aynı, bildik karın ağrısı. Adını koyamadığımız bir şey olarak. Birbirimize bulaştırıyoruz sonra. Korkuyu. Daha da. Aynı evde toplandığımız gibi. Nasıl ansıyorsam öyle. Bir evde. İrili ufaklı. Yan yana dizili çadırlar. Dede evini andırıyor her şey bana. Evet, evet. Sonradan zihnimde beliriveren tek şey bu: yaşayan bir dedenin yaşayan bir evi.
Göz önümde tek tük. Gerisi peş peşe. Aynı mahalle. Ev yerine çadır. Işıklı. Elektrikli. Isıtıcılı. Aşçı amcanın evi. Doluşuyoruz tüm mahalle. “Müstakil ev, ne güzelmiş!” Böyle diyor babam. Mahcubiyetle. Altta kalmayı atıyor üstünden. Karşıyı överek. Acınası geliyor. Yüzü gergin. Neyimiz oldu ki bu zamana dek, bunu düşünüyorum. Az daha düşünsem hak verecekmişim gibi geliyor anneme. Söylenmeleri sivriliveriyor içimde.
Dönüp yüzümü büzüyorum.
“Kadınlar ve çocuklar eve…” deniliyor sonra. Anons gibi. Büyük bir gürültü. “Ya Allah!” sesleri. Çağıldıyor. Bir artçı yine geliyor. Yine bizi buluyor. Ondan kaçamayacağımızı anlıyorum. Nereye gidersek peşimizden gelecekmiş gibi. Öyle hissediyorum.
Koşsam da aynı. Yürüsem de. Hep gelecekmiş. Sanki.
Düşünülebilir şeylere kafa yoruyorum. Geçerli bir mazeret gibi şekilli yaşamak. Kesik kesik soluklar. Kalp atışım nasıl da hızlı! Göz önümde sallanıp duruyor, çadırdaki lamba. Tepede dikili. Seyyar kabloya bağlı elektrikle tutturulmuş. Müstakil evden çekilmiş olan elektrikle. Gidiyor geliyor. Gidiyor geliyor. Korkuyu böyle böyle çalkalıyor. Aramıza yayıyor iyice. Dualar okunuyor. İrice dualar. Ben yalnızca “Allah’ım!” diyorum. Sesimi yetirmek için de gürleştiriyorum. İç sesim, daha gür. Ne farkı var bilmesem de. Yine de sıkıyorum kendimi. İç sesim, çok sesli. Öyle sanıyorum. Allah’ım, yapma! Allah’ım n’olur! Allah’ım!
Şakağımda bir ağrıyı duyumsuyorum. Ufak esintiler beliriyor, kulak diplerimde. Vuhuuuu ediyor önce. Sonra belli belirsiz bir huuu. Son ses geriniyorum. İç sesimle. Silik bir yankı yüzümü tokatlıyor. İspatlayamam ama acıyor işte. Kızarmış olmalıyım. Utançtan ve tokattan kızarırım zaten. Oldum olası yalnızca bu ikisinden.
Taneleniyor kar. Ufaldıkça bir üşümeyi de getiriyor beraberinde. Bulaşıcı bir şeye dönüşecek diye korkuyorum. Yağmaktan da çekiniyorum işte. Herkesin yüzünde, başka yüzler. Tanıdığımdan daha başka. Herkes, bir başkası. Herkes çok başka.
Bir gürültü işitiyorum. Çadır önüne gidesim geliyor. Ayakkabılarımı bulamıyorum. Çok numara bir terlik geçiriyorum ufak parmaklarıma. Bacaklarımı ittirerek yürüyorum sanki. Yorgunum. Hissediyorum bunu. Duruveriyorum. Öylece. Çadırlara bakıyorum birerce. Herkesteki ortak tedirginlik yüzüme çarpıyor. Tepeleme yağmaya başlıyor kar. Yüzümü göğe kaldırışım, ağzımı açışım, dilime kar tanelerini değdirmeye çalışışım. Aynı anda.
Dişlerim zangırdıyor. Uyuyuvermişim.
Sabahına uyandığım sesle fırlarken evden, birkaç geyik aynı anda geçiveriyor zihnimden. Çepeçevre bir kalabalık. Dün gecekiler bizler değilmişiz gibi. Herkes nasıl da aşina. Birbirine. Olmamış gibi davranmak, kolaycana. Sesler, bağırtılara dönüşürken, parçalı anılar hücum ediyor bana. Müstakil bir rahatlıkta, pencereden uzanıyorum. Bir an bakınca babamı görüyorum. Yerde. Boylu boyunca. Uyuyor sanıyorum. Halen. Niçin yerdeyse… Uyandırmaya çalışıyorlar diyorum kendime. Nasıl yorulmuşsa… Kapıya çıkınca çevreleniyorlar önümde. Bir şey görmeyeyim istiyorlar. Sonrası yok. Eve dönmüyoruz. Bir daha. Dede evinde soluyoruz önce. Sonra alışkın bir sözcükle karşıma çıkılıyor. Başım sağ olacakmış. Onu diyorlar. Başım, sağ, olacakmış. Tanımadıklarım, tanıdıklarımmış gibi davranıyorlar. Dede evinde soğutmaya çalışıyorlar. Haftalar sürüyor bu.
Haftalar sonunda dönüyoruz tarla önü evimize. Kapıda beyaz Toros. Ağlamaklı kılıyor beni. Eksik bir şey aranıyorum. İçimi yoklayasım mümkün olsaydı keşke, diyorum.
Eve girince odama kaçıyorum. Böyle unutacakmışım gibi. Hiç ağlamıyorum. Herkesin babası ölü gibi geliyor, bir an. Beraber anlaşıp ölmüşler gibi. Babamın “Bir gün ölürsem…” deyişi geliyor aklıma. “Muradına erdin…” diyorum içimden. Hışımla. Al işte. Karşımdaymış gibi. Yüzümü mü avuçlar, teselli mi eder, emin değilim. Kendi ölümüne beni alıştırmasını istiyorum, ezilmiş bir görüntü olarak. Sallantılar. Sarsıntılar.
Dilimde bir yama olurken babam, şekerrenk çadırı düşünüyorum. Küpü atınca çaya, dönüşüverdiği bir renk gibi. Ağlasam geçecekmiş gibi geliyorsa da yapamıyorum. Bir göçüğün altında kalıvermemiş ancak kalbine yenilmiş babam. Bunu anlıyorum. Zihnimden gelen bir ses, babamdan bana kalan tek şeyin, ölüm olduğunu fısıldıyor. Bunu ağlıyorum. O an, orta direği devriliyor çadırın ve bir evin, yine. Bir baba neden ölüverirdi durduk yere?
edebiyathaber.net (21 Aralık 2023)