Fikret, ayak parmaklarını yavaşça kımıldattı. Önce bir uyuşukluk hissetti, sonra hafif bir karıncalanma. Ayaklarını sağa sola gezdirdi; hissettiği ağırlık, adeta bir demir zincir gibi çekiyordu onu aşağıya. Yorganın altındaki ellerini birkaç kez açıp kapadı, ama parmakları birbirine dolanmış gibiydi, her bir hareket bir mücadeleydi sanki. Ağzı kupkuruydu; dilini ağzının içinde gezdirdi, ama bir damla tükürük bile yoktu. Zor günler geçirdiğini kabul etmek gerekirdi; bedeni bir patates çuvalı kadar ağır, ruhu ise bir boşluk kadar hafifti. Sanki günlerce dayak yemiş, bir köşeye fırlatılıp unutulmuş gibi hissediyordu.
Odanın içerisinde sessizlik hakimdi. Hatice’nin sabahları mutfakta çıkardığı hafif tıkırtılar, Fikret’in zihninde yankılandı. Bir an, o tıkırtıları tekrar duyduğunu sandı, ama bu sadece geçmişten gelen bir hayâlden ibaretti. Başucunda duran su dolu bardağa uzandı, ama elindeki güçsüzlük suyun ağırlığını bile kaldıramayacak gibiydi. Dikkatlice, dökmemeye çalışarak küçük bir yudum aldı. Soğuk su, boğazından aşağıya inerken bir damla serinlik getirdi. Başını tekrar yastığa bıraktı, ama bu kez sol tarafa, Hatice’nin yastığına doğru döndü. Yastığın soğuk kumaşına yüzünü bastırdı. Derin bir iç çekti; sanki bu nefesle içindeki tüm ağırlığı dışarı verecekmiş gibi.
“Günaydın Hatice…” diye fısıldadı. Gülümsedi. “Biraz daha yat sen, ben ekmek almaya gidip geleceğim. Geç kalmam. Çay demlenince uyandırırım seni…”
Her sabah bu rutini tekrar etmek ona bir amaç veriyordu, ama bu sabah diğerlerinden farklıydı. Hava ağır, zaman yavaş ilerliyordu. Yatağın kenarına oturdu, ayaklarını yere sarkıttı. Pencerenin yarısını kaplayan çiçek motifli, solmuş, Hatice’nin kendi elleriyle örmüş olduğu perdeye takıldı gözleri. Kendi yüzünün yorgunluğunu, zamanın ağırlığını o perdede görüyordu sanki. “Perdenin rengi kaçmış, Hatice,” diye mırıldandı. “Hazır gitmişken beyazlatıcı alayım da, bugün yıkayalım.”
Ayağa kalkmak için kendini zorladı. Bir an için, başı döndü; gözlerinin önünde her şey flu bir hâl aldı. Hatice’nin sesi kulaklarında yankılandı, “Her defasında söylüyorum Fikret, yavaş kalk. Kendini genç zannediyorsun ama yaşlandık artık, kabullen.”
“Bir şey olmaaz!” diye mırıldandı. “Eski toprağız biz.”
Fikret’in bedeni yaşlandığını kabullenmişti elbette. Ama ya ruhu? İşte ona söz
geçiremiyordu. Ona kalsa, her şeyi eskisi gibi yapabilirdi. Yetmiş dokuz yaşındaydı. “Seksene bir kaldı,” diye söylendi. Hattâ yıl olarak tam yetmiş dokuz dahi sayılmazdı. Ve Hatice’yi hâlâ çok seviyordu. İlk günkü gibi değil, daha fazla seviyordu. Yaşadıkları şeyler, birlikte atlattıkları badireler, yılların getirdiği tecrübeler, ona olan sevgisini daha derin ve anlamlı kılmıştı. Terliklerini giydi ve ayaklarını sürükleyerek tuvalete doğru yürüdü. Çıkıp aynanın karşısına geçtiğinde göz altlarındaki torbalara, gözlerindeki şişliklere ve kırmızı lekelere bakarak mırıldandı:
“Ne yapacaksın şimdi Fikret? Halin perişan… Hadi, toparlan bakalım.”
Musluğu sonuna kadar açtı ve yüzünü defalarca soğuk suyla yıkadı.
Havluyu birkaç saniye yüzünde öylece tuttuktan sonra gardırobun kapağını açtı. Mis gibi naftalin kokusu yayıldı. Hatice, çekmecelere ve gardırobun köşelerine naftalin koymayı hiç ihmâl etmezdi. Gardırobu da her şey gibi paylaşmışlardı: sağ taraf Fikret’in, sol taraf Hatice’nin. Bu kural, yıllar boyunca hiç değişmemişti.
Gardırobun en dibinden kahverengi pantolonunu çekip aldı. Askıların arasından uygun bir gömlek aradı. Bulduğu gömleği aldı, yatağın kenarına oturup yavaş yavaş düğmelerini iliklemeye başladı. “Kahvaltıyı hazırladıktan sonra seslenirim, Hatice,” dedi sessizce. Hazırlandıktan sonra tam kapıdan çıkıyordu ki bir an durakladı:
“Ha, sahi, yumurtayı haşlayayım mı, yoksa değişiklik olsun diye karıştırma mı istersin bugün? Ne dersin? İçine kaşar peyniri de doğrarız, güzel olur.”
Bir süre ses bekledi…
“Tamam tamam, haşlarım her zamanki gibi. Değişikliği sevmezsin sen,” diye ekledi.
Mutfağa geçip çay suyunu ocağa koydu. Demliğin içine iki kaşık çay ekledikten sonra, su dolu çaydanlığın üzerine yerleştirdi. Hâlâ şu ketıl denilen şeye alışamamıştı. Çay dediğin çaydanlıkta lezzetli oluyordu. “Ne o öyle, yeni yeni icatlar? Suni şeyler,” diye kendi kendine söylendi. Yumurtayı haşlamak bile elektronik olmuştu artık. Çekmeceyi açtı, cezveyi çıkardı ve yumurtaları yavaşça içine yerleştirdi. Hatice’nin sözleri aklına geldi:
“Yumurtaları içine atma Fikret, çatlıyorlar.”
“Çatlatmaam,” diye mırıldandı, hınzırca gülümsedi. Ocağın altını kısığa aldı. Market iki dakikalık mesafedeydi zaten.
“Yumurta kaynayana kadar gelirim, Hatice,” diye seslendi kapının önünde.
Terliklerini dikk”atle çıkartıp, anahtarı kapının üzerinden aldı, cebine koydu ve usulca kapattı kapıyı.
Hava ne güzeldi. Pırıl pırıl. Çam ağaçlarının üzerindeki çiğler, güneşin ilk ışıklarıyla parıldıyordu. Taşlı sokağı acele etmeden adımladı. Biraz sonra pencere açılır, Hatice ardından seslenirdi:
“Yürürken önüne bak Fikret, ayağın takılmasın!”
Kendi kendine gülümsedi yine.
“Takılmaaz… Dikkat ediyorum ben!”
Kısa bir mesafe olmasına rağmen, bu sabah yürüyüşleri ona iyi geliyordu. Düşüncelerini ve kendini toparlamak için biraz daha zamana ihtiyacı vardı. Mustafa, dükkânının önünü ıslatmış, süpürüyordu. Süpürgenin her hareketi, kaldırım taşları üzerinde bir fısıltıya dönüşüyordu. Arada bir gözlerini kaldırıp etrafı kolaçan ediyor, sonra işine devam ediyordu. Fikret’i görünce süpürgeyi bir kenara bıraktı, yüzündeki ifade bir gölge gibi değişti. Hemen dükkânın içine girdi.
Fikret de peşinden kapıda belirdi. Ekmek dolabının kapısını açıp ekmek seçerken, “Günaydın,” dedi. Bugün sohbet etmeye hiç niyeti yoktu; konuşarak zaman kaybetmek istemiyordu. Ocakta yumurtalar vardı ve Hatice’yi bekletmek istemezdi.
“Perde beyazlatıcı var mı sende, Mustafa?” diye sordu, elini cebine atarken. “Perdeler kirlenmiş, bugün perde yıkayacağız.”
“Yok be Fikret amca. Büyük marketlerde olur öyle şeyler, bilirsin. Nasılsın bugün, daha iyisin inşallah? Bir ihtiyacın olursa sen gelme, ben sana getiririm. Telefon et yeter. Al bak, bu da kartım.” Tezgâhın üzerindekileri derleyip toparlıyormuş gibi yaptı. Hiç göz göze gelmediler. Meşgûl görünüyordu. Fikret sadece başını salladı, Mustafa’nın uzattığı kartı aldı.
Dükkândan çıktığında apartman komşusu ile burun buruna geldi.
“Nasılsınız Fikret Bey, daha iyisiniz inşallah?” dedi, ekmek dolabının kapısını kapatırken.
Fikret sadece başını salladı. “Daha iyiyim,” diye tekrarladı. Gözleri yorgun, sesi düşüktü. Komşusu, gözlerinde beliren hüznü fark etmiş olmalıydı ki hemen geri çekildi.
Sokaktan arabalar geçiyordu. Sabahın erken saatinde uyanan bir çocuğun ağlama sesi yankılanıyordu. Bir yerlerde, bir radyo açılmış, sabah haberleri sokaklara yayılıyordu. Yan komşuları Mualla Hanım, pencere pervazındaki çiçeklerini suluyordu. Hatice olsaydı şimdi yanında, durup onunla sohbet ederlerdi.
Fikret’in aklı fikri bir an evvel eve gidip Hatice’ye kahvaltı hazırlamaktı. Gözlüğünü iç cebinden çıkartıp anahtarı dikkatlice yuvasına sokup kapıyı açtı. Doğruca mutfağa geçti. Büyük bir hevesle beyaz masa örtüsünü serdi. Kenarları altın varaklı beyaz porselen kahvaltı tabaklarını masanın iki ucuna yerleştirdi. İnce dilimlenmiş ekmeği, taze beyaz peyniri, küçük küçük doğradığı kaşar peynirini, suyunu süzüp soğuttuğu haşlanmış yumurtaları koydu. Zeytin ve domates dilimlerini düzenledi. Özenle katladığı keten peçeteleri yerleştirdi. Küçük tabaklarda bal, kaymak ve reçel koydu. Özellikle Hatice’nin kendi elleriyle yaptığı çilek ve birlikte çekirdeklerini temizledikleri vişne reçelini masanın ortasına yerleştirdi.
Son bir kez masaya baktı. İşte her şey hazırdı. Sadece Hatice yoktu.
Yatak odasına doğru yürürken seslendi:
“Hatice! Kahvaltı hazır!”
Kapıyı yavaşça araladı ve içerideki boşluğa bir an için baktı. Odanın sessizliği içini burktu. Ayaklarını sürüyerek içeri girdi. Komodinin üzerindeki çerçeveli, gülümseyen fotoğrafa uzandı. Hatice’nin genç, neşeli yüzüne baktı. Parmakları çerçevenin kenarlarında gezinirken, dudakları titredi.
“Çay demlendi, Hatice…” diye fısıldadı.
edebiyathaber.net (13 Eylül 2024)