Büyük pencerenin önünde iri gölgesi görünür görünmez saate bakıyorum, çıkmama hâlâ vakit var. Şimdi iki saat kükreyen sesini dinle dinleyebilirsen. Her zamanki gibi tekmeleyerek açıyor kapıyı, kocaman bir selam verip oturuyor keyiflice. Ofistekiyse küçük bir Faust. Gretchen kadar melun oturuyor, istemesem de dinliyorum ikisini. Bu pek modern müteahhitlere klasik mimari hayranlığımdan bahsedemeyeceğimi çoktan biliyorum. Onlarla aynı ofisi paylaşmak zorunda ne idiği belirsiz bir jeoloğum. Türkiye’de bir yapının proje dağılımının birinci halkasıyım, ama en az kazananıyım. Çok yeni mezun bile değilim, keşke mezun olmasaydım anıyım. Faust ‘a göre zemin etüdüne gerek yok, varsa da halledilir. Gomrich’ten özür dileyip onların kendi klasiklerini yaratışlarını izliyorum. ‘Üç artı bir yüz altmış metrekareyi geçsin artık’ diyorlar, bir de ‘Ebeveyn banyosu yeterli değil misafir banyosu şart’ diye ekliyor küçük Faust. Kükreyense basıyor küfrü ‘Tabi oğlum biri sıçarken öteki bakacak mı?’ Ortam şenleniyor, harika bir espri yapıldı çünkü. Mephisto, kükreyen, karşılık veriyor, ‘Halit Ziya Caddesi’ni komple temizleyip yeni bina dikeceksin, demiri önceden alıp doları gözleyeceksin, sonra sat iki katına, oh değme keyfine!’ Faust’un aklına yatıyor yeni proje, hadi çizelim bir şeyler deyip başlıyorlar kopyaya. Duvarda eski bir projenin örnek resmi var, etrafında koca koca ağaçlar, tam bir doğa içinde cennet imajı. Mephisto soruyor ‘Senin inşaatın orada var mı böyle ağaçlar?’ Faust koltuğunda doğruluyor ‘Ne ağacı lan, diksin satın alan canı isterse, bunlar göstermelik.’ Bu modern trajedide yapayalnız oluşumu bir kez daha anlayarak silkeleniyorum, şahit olduğum yeni bir kıyım planından başka bir şey değil. Sokakta hiç tanımadığım bir insanın gülümsemesi bile ısıtabilirken beni, bu trajedide donuyorum. Yeniden saate bakıyorum artık kurtulma vaktim gelmiş, hemen çantamı alıyorum, ‘Ben çıkıyorum’ diyorum usulca, el işareti yapıyor Mephisto, Faust uçmuş çoktan.
Dışarısı buz gibi, bir an önce eve geçmek için durağa gidiyorum. Minibüs hemen geliyor şanslıyım bu gün. Yol boyunca bir sanatçının eski bir albümünü dinleyip beynime yerleşen kükremeyi unutmayı istiyorum. Durağa yaklaştığımda albümün bitmesine daha çok var ama sokaktaki akşam sesleri beynimdeki seslerden daha iyidir deyip kulaklığı cebime atıyorum. Çarşambanın sesini hep seviyorum. Çarşamba pazar demek, balıkçıların sesi diğer tezgahların seslerine karışıyor. Pazarda yer sahibi olanlar şanslı, tabii kira karşılığında. Bu devirde diyor Faust, iğne ucu kadar yeri de parsellemeli. Boşluğa bir adım atınca silkelenip pazarcıların kirasını hesaplamayı bırakıyorum. Durağın yakınındaki yersizleri görüyorum sonra birkaç Suriyeli, Afgan mülteci ve onlarca Roman kadını. Çarşamba pazarlarının çocukluğumdan beri sembolü olan kadınlar bunlar. Renkli şalvarları, barutlu dövmeleri, yaşlıların kınalı saçları, gençlerin kömür gibi saçlara evde attığı sarı balyajlar. Hepsi özgürce bağırıyor, kimilerini neredeyse tanıyorum. Sakınmadan yakıyorlar sigaralarını, basıyorlar küfürlerini karışanları yok, karışanlarının çoğu hasipte diye kuruyorum. Ayaklarına bakıyorum düşmancasına, ayaklarında sadece terlik. Aralık ayının ortasında sadece terlik. Sonra çizmelerime bakıyorum, renginden sıkıldığım için kendime kızıyorum. Karşıdan gelen, pırasa sarkan arabalarını çeken kadınların ayaklarına da bakıyorum, hepsinde aynı tip, su geçireceği belli olan lastik parçaları. Yüzlerinde küçük bir tebessüm seziyorum, adı ‘çarşamba özgürlüğü’ diye düşünüyorum. Bir tek çarşamba için yeterde artar ayakkabıları, fazlası alışveriş torbalarını doldurmayacak.
Pazardan kurtulup eve yaklaşınca yağmur bastırıyor birden çantamı açıyorum ve olmadığını fark ediyorum, şemsiyem yok! Üstelik kapüşonum da yok. Adımlarımı sıklaştırıp eve atıyorum kendimi, aklım şemsiyede. Yemekte annem neden ıslandın diye soruyor çaktırmıyorum, ‘Aman anne şemsiye taşımayı sevmiyorum çıkarmaya üşendim işte’. Annem istemediği bölümü okumama ya da bir baltaya sap olamama sorunumu geçici olarak aşmış durumda. İşler yolunda gitseydi çoktan bir ev ve araba alabileceğimi söylemeyi de bıraktı. Takılma Faust’a sık dişini diyor sadece. Sıkıyorum dişimi. Kilitliyorum çenemi. Neyse ki unutuluyor ıslaklık, kuruyor saçlarım, kilit gıcırtım duyulmadan hemen odama kaçıyorum. Günlerdir elimden düşmeyen kitabın açık sayfasıyla bakışıyorum bu akşamda. Yarın yine yoğun bir gün olacak, istemediğim yüzleri görmek soğuktan bile kötü diye düşünüyorum, ama ev almak, araba almak da gerek. Keşke Faust yerine Hyperion olsaydı ofiste diye düşünüyorum, o ağaçların sahtesini çizmezdi. Kitabı kırmamak için elimden bırakıp uyumaya hazırlanıyorum ve birden yine yağmur bastırıyor. Yağmuru çok seviyorum, keşke daha çok yağsa Büyük Menderes Havzası kurudu, Faust’un bundan haberi bile yok diye düşünüyorum. Sonra şemsiyem aklıma geliyor acaba nerede unuttum?
Yağmur Türkiye’deki şehirciliğin sırrını yine ortaya çıkarıyor kaldırımlara kadar su taşmış. İzmaritler, yiyecek artıkları, plastik poşetler suyla birlikte sürüklenip bulduğu dirseğe yerleşiyor. Duymak istediğim o demirli toprak kokusu yerine çürük bir ceset kokusu alıyorum, midem bulanıyor. Bankalar caddesini geçip dün uğradığım mağazaya giriyorum. Öğle arasında ıslak şemsiyemin döşemeleri kirletmemesi için herkes gibi benim de şemsiyemi girişteki kovaya koyduğumu düşünüyorum. Temizlik görevlilerinin günde yüz kere aynı yeri silmelerine engel olmaktı niyetim. İnsanlık yararına topluma hep uyuyorum zaten. Toplum gibi silinmeyen yerden dolaşıp onların kuru izlerinde mağazayı gezdiğimi hatırlıyorum. Ürünler çift etiketli sarı, siyah, indirim, hayır gizli zam, beynim bulanıyor dışarı çıkıyorum. Evet tam da böyle oluyor ve hemen yerleri silen kadına şemsiyemi soruyorum. Aman seninle uğraşamam der gibi bilmiyorum nerede bıraktıysan oradadır edebiyatı yapıyor. Burada diyorum tam burada. Arkasını dönüp cevap vermiyor. İçimden kesin beğenip kendi aldı diyorum, şemsiyem puantiyeliydi, çok güzeldi, kesin bulduğunu aldım sananlardan. Hakkımı savunma kudretim yine yok ayrılıyorum mağazadan dışarda yağmur devam ediyor. Yan taraftaki bijuteriye ısınmak için sığınıyorum. Bu rengarenk dünya hoşuma gidiyor ama görevlinin biri elime sepet tutuşturunca bir şeyler almam gerektiğini anlıyorum. Elimde sepet, küpeler, yüzükler, tokalar, ah ojeler! Oje standının başında sapsarı saçlarıyla Demeter’i andıran bir kadın kendine renk seçiyor. Ellerini inceliyorum ama bir anda elindeki ojeleri bırakıp çıkmaya yelteniyor. Sonra anlıyorum bir oje olmuş kaç lira… Arkasından ben de çıkıyorum ama onu gözden kaçırıyorum.
Yağmur kesilmiş, suların getirdiği pisliğin içinde bir metal parlıyor. Puantiyelerinden ayrılan bir metal. Koşarak bir adli tıp uzmanı gibi cesedi inceliyorum. Şemsiyem ölmüş. Mağazadaki kadın onu çalmamış. Şemsiyem paramparça halde yatarken dayanamayıp ağlıyorum. Hep ağlarım zaten başıma gelen her sorunu tek başıma ağlayarak çözerim. Bir an şemsiyeyi oradan alıp suya tutsam tamir edebilir miyim diye düşünüyorum. Yok artık o kadar da değil yeni bir şemsiye bakmalı, deyip cesedi olduğu yerde bırakıyorum. Yeni bir şemsiye şu son zamlardan sonra kaç lira? Şemsiyem çok güzeldi… Nasıl kıydılar ona….
Hıçkırık içinde uyanıyorum, çalar saatin çalmasına daha çok var. Silkelenip hazırlanıyorum. Kapüşonlu montumu giyip erkenden yola çıkıyorum, hava durumu öğlen için yağmur gösteriyor şanslıyım. Hemen minübüse atlıyorum içerisi sigara dumanı. Şoför efkarlı, olsun şimdi bunun sırası değil doğru hedefe deyip koşa koşa mağazaya gidiyorum, daha açılmamış. Birkaç dakika sonra aynı görevli geliyor hemen derdimi anlatıyorum. Dur bakalım deyip kepengi kaldırıyor. İşte orada! Orada tüm yağmurunu unutmuş, sabaha kadar kurumuş her zamanki tatlılığıyla duruyor. Orada ve hiçbir yere gitmemiş, kimse çalmamış ve dokunmamış. Görevliden özür diliyorum, niye ki deyip gülüyor. Sarılasım geliyor ona, ‘Bu devirde şemsiye almak kolay mı niye atalım? İyisin hadi kimse kapmamış’ diyor ben yine teşekkür edip ayrılıyorum.
Şemsiye masrafı yok. Aklım dünkü ojelere gidiyor ve yine giriyorum bijuteriye. Dükkan dün bıraktığım gibi kalabalık. Rengarenk dünyaya sığınan onlarca kadın. Ojelerin önünde sarı saçlı bir kadını fark ediyorum, tıpkı kabusumda aniden yitirdiğim o kadına benziyor, bir mitten sıyrılıp modern dünyada kaybolmuş gibi bir kadın, benim gibi. Gülümsüyoruz birbirimize. Bana elindeki renkleri gösteriyor ben de çok beğendiğimi söylüyorum. Sonra yeniden birbirimize bakıyoruz ve yine gülümsüyoruz. Aynı suçu işleyenlerin birbirini tanıması gibi bir bakış fırlatıyor bana, çok pahalı yahu diyorum kıkırdıyoruz. Sonra sanki beraber girmişiz gibi beraber ayrılıyoruz dükkandan. Şemsiyem elimde, kükreme çok uzağımda. ‘Vaktin varsa bir şeyler içelim mi’ diye soruyorum, ‘Yeşil çay?’ diyor. Evet, yeşil çay, kesinlikle yeşil çay!
edebiyathaber.net (4 Ağustos 2022)