Öykü: Sence biz neyiz | Sema Öztürk

Şubat 22, 2024

Öykü: Sence biz neyiz | Sema Öztürk

Esprili bir adamdı Şekip. Olmadık bir anda bir şey anlatıp Meliha’yı kahkahalara boğuyordu.

“Cem Yılmaz gibi adamsın” demişti ona bir keresinde.

“O kadar komik miyim hakikaten?” demişti göz kırparak. “Kadınlar komik erkekleri severlermiş. Demek ki doğruymuş o klişe.”

“Bilmem, her kadın için geçerli değildir belki” demiş,  gözlerini gözlerine dikerek sormuştu: “Ya sen?”

Utanarak sessiz kalmıştı Meliha.

**

Aynı işyerinde farklı pozisyonlarda çalışıyorlardı. Yurtdışı seyahatlerine sıkça gidiyordu Şekip.

Günden güne arkadaşlıklarının bir adım öte gittiğinin farkındaydı. Hoşlandığı birileri daha önce de olmuştu ama ilk kez saatlerce birini düşünüyordu. Küçük şiirler, sevgi cümleleri, bazen komik fıkralar bile gönderiyordu ona. Masasına, gülen suratlar çizilmiş, kırmızı kalpler konmuş küçük kâğıtlar bırakıp gidiyordu. Bulmaca karelerinde gördüğü, altı harfli boş kutucuklara onun ismini yazıyordu. Her defasında onu şaşırtıyor, yanında olmadığı saatlerde dahi onu gülümsetebiliyordu. Ve tüm bunlar onu daha çok düşünmesine sebep oluyordu.

Bir akşamüzeri, ilk kez iş dışı görüşme teklifini yaptı: “Buluşalım mı?” dedi Şekip.

Kabul etti Meliha. Bu ona yaptığı ilk çıkma teklifiydi.

Akşam iş çıkışından evvel masasında küçük, pembe renkli bir kâğıt parçası buldu; hani şu yapışkan olanlardan. En sevmediği renk pembeydi ve bunu o çok iyi biliyordu. Bildiği halde pembe rengi seçmişti. Sırf gıcıklık olsun diye. Üzerinde sadece nerede buluşacakları yazıyordu. Uzun kuyruklu bir “Ş” ile imzasını da atmıştı.

O parkı eskiden beri severdi. Çocukluğunu uzun yıllar orada oyalamıştı. Ah o aşınmış, betonlaşmış toprak yolun ve neredeyse yaşından büyük ağaçların dili olsa da konuşsa… Gövdelerinin yaşlılığı rüzgârlarla uyum sağlayamıyordu artık. Azıcık kar yağsa dallarına boyunları öne düşüyordu. Kenarına oturup içini döktüğü,  olanca yaşlılığı, bilgeliği ile ortada duran renk renk kırık fayanslarla süslenmiş süs havuzuna ya ne demeli? İnsan olsa çatlar bunca dertle.

Serin bir sonbahar ikindisiydi. Bulutlar toplanmış, yağıp yağmamak arasında kararsızlardı. Ağaçlar ve toprak hazırdı. Hazin son kaçınılmazdı. Üzerlerinde tek bir yaprak kalmamacasına devam edecekti bu hâl. Sonrası zaten malum; her şeyin üzerine beyaz bir perde çekilecek ve her şey uykuya çekilecekti.

Ama şimdi değil.

Meliha, parkın merdivenlerine gelince durdu. Gözleri onu aradı. Gelmiş miydi?

Evet, gelmişti. Parkın girişinde ağaçlar arasına saklanmış bir masaya oturmuş, bekliyordu. Masa ve sandalyelerin ayakları kuru çınar yapraklarının arasına gömülmüştü. Parka göz gezdirdi. Uzak masalarda sevgililer gizlenmişti. Masaya doğru ilerlerken izledi onu. Ne düşünüyordu? Ne yapmak istiyordu? Ortak arkadaşlarına göre evlenme teklif edecekti. Ya da bugün bir söz yüzüğü takacaktı parmağına. İddiaya girmişlerdi. Ah, evet ya! Gülümsedi. Geçen gün, “Parmakların ne kadar ince” demişti, avucunun içine alarak. “Ne bu böyle, büküversem kırılacak!”

Dudaklarına götürüp parmaklarını tek tek öpmüştü. Sonra yine bir espri patlatmıştı kendi ellerini göstererek: “Bir de benimkilere bak Allah aşkına! Annemin lahana sarmasına benziyor.”

Kahkahalarla gülmüşlerdi…

* * *

Şekip, başını arkaya çevirince Meliha’yı gördü ve telaşla sandalyesinden fırlayıp ayağa kalktı. Üstünü başını düzeltti. Yanına gelinceye dek gözlerini üzerinden ayırmadı. Oturuşunu izlerken büyük bir sevimlilik ve şirinlik gösterdi. “Üşüyorsan” dedi, ceketine davranarak.

“Yok” dedi Meliha. “Hava muhteşem! Tablo gibi, baksana… Hem, asıl sen üşürsün sonra.

Üşümem” dedi Şekip, göğsüne iki elini vurarak ve ses tonunu değiştirerek. “Bana bir şey olmaz. Demir adamım ben!”

Gülüşürken oturdular. Sustular…

Etrafı sessizce izlediler. Sonra başlarını kaldırıp altında oturdukları ağaçların ne kadar ulu oluşuna hayran kaldılar. Ağaçları konuşmaya başladılar. Çınar ağacını, meşe ağacını, akasyayı, ıhlamuru…

“Sence bu ağaç kaç yaşında?” diye öylesine sordu Meliha. Gözleri çınar ağacının geniş bir alana yayılmış dallarında, gövdesinde geziniyordu. Sustukça bilge olunurmuş ya! Bu ne bilge bir ağaçtı böyle? Susmuşluğunun kaçıncı yılındaydı ve dile gelse neler anlatırdı kim bilir!

Bir ağacın kaç yaşında olduğunu nasıl anlarsın?” diye sordu Şekip. Cevap vermesine fırsat vermeden, nereden anlaşıldığını anlattı uzun uzun… Mahsuscuktan dinler gibi yapmadı; gerçekten can kulağıyla dinledi. Dinledikçe, onun ağaçlar hakkındaki bilgisine hayran kaldı.

Ağaçların kendi aralarında konuşmalarından, kökler arası yardımlaşmadan bahsediyordu. Eh, ne de olsa köy çocuğuydu. Çocukluğu babasıyla birlikte ormanda, ağaçların arasında geçmişti. Hemen hemen her ağacı yapraklarından tanırdı. Orman bekçisiydi babası. “Hiç ağaç kesmedim, müsaade etmedim, rüşvet de almadım” diyerek övünürdü.

Şekip, bildiği ne varsa saydı döktü yine tüm nüktedanlığıyla… Sonra, sonra başka masalara baktılar… Erkek elini kızın omzuna atmış, sımsıkı sarılmıştı kadına. Kadının uzun saçlı başı erkeğin omzunda kaybolmuştu. Başka bir masada erkek eğilerek, kadının iki elini avuçlarının arasına almış, gözlerinin içine bakarak bir şeyler anlatıyordu. Kadın utangaç bakışlarını bir kaldırıyor bir indiriyor, bazen de gülümsüyordu.

Kendileriyle kıyasladılar belki. Yüzü önüne düştü Meliha’nın. Sonra, Şekip, Meliha’ya baktı. Her zamanki gibi çok güzeldi. Işıl ışıldı kahve gözleri. Pırıl pırıldı esmer teni. Bembeyazdı dişleri.

Meliha başını kaldırıp Şekip’e baktı. Her zamanki gibi bakımlıydı. Elini ayağını titreten bakışlar, o ılık, aklını başından alan güzel koku, hayranlık duyduğu bakımlı elleri, hayran olduğu ses tonu…

Kısa boylu, esmer bir garson geldi, elinde kâğıt kalemle. Ölü balık bakışlarıyla ve de bet bir sesle, “Ne alırsınız? Çay, kahve, sıcak oralet, salep” dedi.

Birbirlerine baktılar.

“Hava serin” dedi Şekip. “İçimiz ısınsın bari. İki salep getir sen bize.”

“Evet evet” dedi Meliha.

Garson uzaklaşırken, suskunluk olmasın diye konuştu Meliha: “Akşama doğru yağmur yağabilir. Bulutlar bu taraftan toplandığında mutlaka yağıyor.”

“Sen iyi bilirsin bu işleri; havalar senden sorulur, goca yörük.” derken güldü Şekip. Paltosunun cebinden sigara paketini ve bir kutu kibrit çıkarıp masanın üzerine koydu. “Alabilirsin” der gibi işaret etti. Uzattı. Geri çevirdi. Sigarasını yaktı. Kibrit çöpü, kuru yapraklar arasında kayboldu. Kibrit kutusunu havaya fırlattı tuttu. Fırlattı tuttu… Belki de hazırladığı konuşmayı toparlamaya çalışıyordu. Heyecanla iç çekti. Kibrit kutusu havaya döne döne yükseliyor, döne döne iniyordu. İkisinin de gözleri kutudaydı. Yani öylesine, umursamaz, lakayt, sıradan ve önemsiz, “Su içer misin?” gibi, hiç beklemediği bir yerden soruverdi Şekip:

“Sence biz neyiz?”

Ah!

Karnına incecik uçlu bir bıçak saplandı Meliha’nın. Geri dönüşü yoktur bazı sözlerin. Bir terzi marifetiyle davranmalı, ince eleyip sık dokumalı, ölçüp biçip öyle konuşmalı. Ağızdan çıkanı kulak duymaz, dil de tutamaz, geri döndüremez ya hani? Düşünmeden sarf edilmiş, bu ve bunun gibi sözler için söylenmiş pek çok cümle vardır. Herhangi birini seçip söyleyebiliriz. Ok yaydan çıkmıştır bir kere. Geri dönüşü yoktur!

Sarsıldı Meliha. “Nasıl yani?” derken yanlarında bitiverdi kısa boylu, esmer garson:

“Salepleriniz…”

Evvela Meliha’nın, sonra Şekip’in önüne koydu. Hiç kimse başkasının yüzüne bakmadı. Garson, masanın üzerindeki kül tablasını alıp, Çınar ağacının yanına konmuş kırık dökük mavi bir çöp kovasına boşalttı. Kül tablasını masanın üzerine koyduktan sonra kuru yaprakları eze eze uzaklaştı.

Şekip, Meliha’nın gözlerinin içine bakarak, sigarasından derin bir nefes çekerek sorusunu yenilerken, dumanı gibi cümlesi de parçalanarak çıktı ağzından:

“Ya-ni, duru-mu-muz ne?”

“Durumumuz?” dedi Meliha. Biraz da güldü. “Bu nasıl bir soru?” dedi içinden. “Şaka mı bu?”

Mütemadiyen elindeki kibrit kutusunu havaya atıp tutuyordu Şekip. “Şu lanet olası kibriti bırak” deyip hırsla uzaklara fırlatmak geçti içinden.

“Yani, anla işte canım.”

“Neyi?”

“Yani, işte… Sevgili miyiz, değil miyiz?”

Bir şeyler yuvarlandı, devrildi, kırıldı. Biri boğazından tuttu sanki. Kurtarmak ister gibi, elini boynuna götürdü istemsizce.

“Bunu bana mı soruyorsun?”

“Evet.”

“Sen bilmiyorsun?”

“Ben bilmiyorum, sen söyle hadi” dedi Şekip, sırıtarak.

İyice hiddetlendi. Yamuk bir gülümseme oturttu dudaklarına. Gözlerini hiç kaldırmadan, yüzüne hiç bakmadan, on dakikadan beri önünde duran salebi hatırlayarak küçük bir yudum aldı telaşsızca. Soğumuştu. Altında oturduğu çınar ağacından birkaç kuru yaprak düştü masaya. Uzanıp aldı Meliha. Yaprağın sapından tutarak bir müddet inceledi. Kırmak çok kolaydı. Yapmadı. Susuz kalmış, kuruyan damarlarına baktı. Sonra masanın üzerine koydu gülümseyerek.

“Neden gülüyorsun?”

Gözlerini kaldırıp baktı. Önceden olsa, baktığı o gözlere dayanamazdı. İçine ince bir sızı saplanırdı ve duyduğu o sızı onu ezip geçerdi.

“Hiç!”

“Eee?” dedi sabırsızca. Başını salladı Şekip. Kalbinden habersiz bir adamın, kendine bile cevabını veremediği bir soru vardı. Ve bu soruyu karşı taraftan bekliyordu. Sevgisini tek taraflı itiraf etmeyi hiç ama hiç düşünmemişti Meliha. Öldürseler de söylemezdi.

“Arkadaşız.”

“Arkadaş mıyız?”

“Tabii ki…”

Elindeki kibrit kutusunun işi bitmiş gibi masanın üzerine bıraktı birdenbire.

“İyi o zaman” dedi, “Oh be!” der gibi. Büyük bir yükten kurtulmuş da rahatlamış gibi. Bütün yaşananlar, kâğıt parçaları, küçük notlar, şarkılar, hepsi hepsi yalanmış da yanlış anlaşılmış gibi…

Bu konuşma sahnesinden sonra film koptu. Kış geldi. Karlar yağdı. Çınar ağaçlarının dalları yaşlılıktan eğildi, kırıldı. Yepyeni tomurcuklar peyda oldu dallarında. Sonra bir akşam, mutfakta bardaklara çay doldururken telefon çaldı. Ortak dostlarının bir haberini vermek için aramış gibi çok kısa bir cümle kurdu:

“Ben nişanlandım, Meliha.” dedi.

Meliha, çay tepsinin içinden bir bardak aldı ve çay tabağını bardağından ayırarak küçük bir yudum içtikten sonra güldü. Yanındaki koltuğa oturdu. Sıkıntılı nefesler geliyordu ahizeden.

“Bir şey demeyecek misin Meliha?”

Bir yudum daha aldı çaydan.

“Bergamotu az gelmiş bu çayın.” diye, mırıldandı.

“Ne dedin, anlamadım?”

“ Ne güzel, tebrik ederim.” dedi.

“Gel dersen…” dedi Şekip.

edebiyathaber.net (22 Şubat 2024)

Yorum yapın